Kalbime döneceğim ama hangi yolla?

Kimse kimseyi görmüyor. Yapılanların yanlış olduğunu bildiği hâlde herkes kendi davranışının haklı olduğunun gerekçelerini sıralıyor. Herkesin bir derdi, sıkıntısı var ama sadece kendine dair olan kısmı ile ilgileniyor.

İNSANIN manevî anlamda kendini kaybettiği zamanları olur. Kendi kendisiyle baş başa kaldığı, her şeye ve herkese yetiştiği ama bir tek kendine yetemediği, yetişemediği zamanlar… Öyle ki, dünyanın koşuşturmaları içinde kaybolur sanki. Sonra nerede mi bulur kendini? Bazen bir insanın içten gülüşünde, bir güçlüğüne yardımcı olduğun ihtiyarın samimî duasında, anne ve babanın sesinde ve bir dostun gönülden sorduğu “Nasılsın?” sorusunda silkelenip durursun.

Bir içe dönüş başlar tam o anda. “Şu koca âlemde neyim ki bunlarla kendimi bulabiliyorum?” dersin. Ve o an anlarsın insan için sadece gönülden yaptıklarının ve yapacaklarının karşılığının olduğunu.

Gündelik yaşam içinde samimiyetin ne olduğunun ve boyutunun nasıl olması gerektiğinin ölçüsünü bir türlü tutturamıyoruz. Ya insan ilişkilerinde çok ileriye gidip karşıdakine bizi üzebileceği mesafeyi veriyor ya da insana dair tek bir güzel duygu ve anlam katamıyoruz ilişkilerimize. İnsanı tatmin edecek olan tek şeyin muhabbet olduğunu unutup yüzeysel ve karşılıklı çıkar ilişkileri üzerine kurulu bir hayat tarzı benimsiyoruz. Fakat bu gidişat içinde insan “Bu gidiş nereye?” (Tekvir, 26) diye sormadan bu yolu yürüyemiyor.

Yol uzun. Ve insan yolda rastlayacaklarının verdiği gönül birlikteliği olmadan bu yolu lâyığı ile yürüyemiyor. Yürüse bile, yolun sonu bir yere varamıyor. Bazen de yol arkadaşları yoruyor insanı. Ya da “Yol arkadaşım” dedikleri yolda bırakıveriyor. Hepsi birbiri içinde gizlidir bunların. Ama insan, üzerine sayfalarca yazılar yazacağınız bir varlık değil mi zaten? Sayfalarca yazacağınız şeyleri tek hareketi ile altüst edebilecek bir varlık… 

Bulunduğu yere huzur vermek, insanın varabileceği en güzel mertebedir. Huzur adına tüm değerlerin yerle bir edilmeye çalışıldığı günümüz ilişkilerinde hele… Bu sıradan bir mevzu gibi gelse de yolda bile denk geldiğimiz insanda onu arıyoruz. Çünkü insanlar gördükleri ile ölçülüyorlar. Ailede başlıyor görgü; okulda, iş yerinde, arkadaşlıklarında ve hayatın her yerinde bizi biz yapıyor.

Toplumsal yaşamın amacı bilgi sahibi değil, görgü sahibi olmaktır. Çünkü yaşamı zorlaştıran dengesizliklerin nedeni bilgisizlikten çok görgüsüzlüktür. Buna çoğu zaman bir isim veremesek de aradığımız şey burada saklıdır. Özellikle “bilgi sahibi” olduğunu bildiğimiz insanların görgüsü bizi en çok etkileyendir. Meselâ üst düzey bilgiye sahip akademisyenlerimiz… O derece üstün bilgiye sahip olan insanların davranışları birebir işleniyor gençliğe. Öğrencisine teşekkür edebilen, fikirlerini yargılamadan dinleyebilen, merak ettiklerini bilgisi dâhilinde cevaplayabilen hocalarımız nasıl bir şekil vermez ki topluma?

Tevazu, “alçakgönüllü ve böbürlenmekten uzak olmak” demektir. İnsan öğrendikçe kâinattaki yerinin ne kadar küçük olduğunu fark eder. Çünkü bilmek bir umman gibi. Ardı arkası kesilmeyen bilgiler ve bunu kavramada insanın sahip olduğu cüz’î irade… İnsan ilim ile haşır neşir oldukça daha da tevazu sahibi olması gerekirken, günümüzde öğrendikçe kibir ile dolup taşıyor. Öğrendiklerini aktarması ve bununla bir davranış hoşluğu ortaya koyması gerekirken, çoğu öğrendiğiyle bir yerlere gelebildiği ölçüde bilgisi kendisinden az olanı hor görebiliyor. Hâlbuki ilim kişiye, çevresindeki bilmeyene anlatabilsin ve güzel örnek olabilsin diye verildi, kendini üstün tutup bilmeyeni aşağılasın diye değil!

Hâlbuki güzel bir söz söylemek ve karşısındaki insanda iki dakikalık bir sohbette hoş bir seda bırakabilmek biz insanlar için bu derece zor olmamalıydı. Toplum içinde gözle görülür ve içimizin en derinlerinde hissedilir derecede bir kabalaşma mevcut. Bu her geçen gün daha da artarak devam ediyor. Evde, markette, okulda, yolda, her yerde insanlar yaşamı zorlaştırmak için sanki yarışır hâldeler. Aynı ortamda sürekli bulunduğunuz insanların bile yüz ifadelerindeki iticilik, hayatı o an için çekilmez hâle getirebiliyor.

Küçük bir bakkaldan yaptığınız alışverişten sonra “Hayırlı günler” deyip de boş bir bakışla karşılaşmanız bile duygu durum bozukluğuna sebep oluyor. Ne yazık ki bunların hepsini görüyoruz ama kimsenin davranışına en ufak bir düzeltme hareketinde bulunamıyoruz. Tahammülsüzlük adına en sert dönemleri geçirdiğimiz şu zamanlarda eğitimlisinden eğitimsizine, öğrencisinden öğretmenine, esnaf, kasiyer, şoför ve sair her kesimden insanımızda insanî ilişkiler bağlamında o kadar kapalı bir anlayış alanı var ki… Kimse kimseyi görmüyor. Yapılanların yanlış olduğunu bildiği hâlde herkes kendi davranışının haklı olduğunun gerekçelerini sıralıyor. Herkesin bir derdi, sıkıntısı var ama sadece kendine dair olan kısmı ile ilgileniyor.

Hayat, kabul edelim veya etmeyelim, bir şekilde zorluk alanını herkese farklı döneminde gösterebiliyor. Evet, hüzün, sıkıntı, keder ve maddî-manevî zorluklar insan hayatının vazgeçilmezleridir. Değerli hoca Doğan Cüceloğlu’nun “Sen hüzünlüsün diye dünya durup sana yol vermeyecek” sözü, tam da buna karşılık gelebilecek ifadedir.

Bize düşen, dünya hayatında kimse ile dert yarıştırmadan, derdimizi de yanımıza alarak, yola en güzel şekilde, kimseyi kırmadan, nezaketli insan olabilmenin tadına vararak devam etmektir. Yoksa yaşam, birliktelik olmadan, karşılıklı tahammül kültürünü geliştirmeden ve insan olarak birbirimizi anlamadan daha da zorlaşabiliyor.

Tebessüm etmenin bile sadaka vermek olarak karşılığının bulunduğu güzel dinimiz üzere, gelin, bizler farklı olalım! Hayatı birbirimize çekilmez değil, huzurlu bir yer kılalım. Anlamanın ve karşılıklı anlayışlı insanlar olmanın şuuruna varalım. Aksi hâlde iyiliği ve inceliği karşılama adâbından yoksunların verdiği gönül yorgunluğu başka hiçbir şeye benzemiyor.