“Kanlı toprak üzerine kurulmuş
Sevgili kız, haşin kız Bosna’m benim”
***
AVRUPA ve Asya’nın tam ortasında,
mayası acı ve kederle yoğrulmuş güzeller güzeli ülke; Bosna…
Her
ülkenin olduğu gibi Bosna’nın da kaderini değiştiren hazin ve zalim bazı tarihler
var. Bunlardan ilki, Osmanlı’nın, Bosna’yı fethetmesinden yaklaşık yetmiş sene
önce Sırpları ciddî bir yenilgiye uğrattığı ve Balkanlarda Osmanlı hâkimiyetinin
ayak sesleri niteliğindeki Birinci Kosova Savaşı’ydı. Sırplara göre, o gün burayı
fetheden Türkler yani Boşnaklardı. Bu yüzden bugün hâlâ Bosna-Hersek’te Türk
demek, Müslüman demek; Müslüman, Boşnak demektir.
Asıl
parçalanmanın yaşandığı bir başka tarih, devlet dairelerinde Osmanlı padişah
portresinin indirilip yerine Avusturya-Macaristan kralının portresinin asıldığı
1908 yılıydı. Bu tarih sonrasında Boşnakları, ardı arkası kesilmeyen sorunların
yaşanacağı bir yüzyıl bekliyordu. 1918 yılında Yugoslavya’nın kurulmasıyla
birlikte Bosna-Hersek, artık resmen Osmanlı himayesinden çıkmıştı. Yugoslavya
hâkimiyeti süresince Boşnaklar, “acı” kelimesinin ne demek olduğunu sadece
onların bilebileceği, bizlerin tahmin bile edemeyeceği bir şekilde yaşadılar.
Boşnakların
hafızasından asla çıkmayan en acı ve en yakın tarih, şüphesiz 1992-1995
Bosna-Sırp Savaşı olmuştur. Bu savaşın başlamasının başlıca nedenlerinden
birisi, SSCB’nin yıkılmasının etkileriyle girilen Yugoslavya’nın dağılma
sürecidir. Sırplar bu dağılma sürecinde, Yugoslavya’nın dağılmasını değil,
aksine parçalanmadan “Büyük Sırbistan” adı altında başka bir devlet olması
idealini savunuyorlardı. Fakat Bosna-Hersek, Yugoslavya’dan ayrılmak için bir
referandum düzenledi. Boşnaklar, Sırplar ve Hırvatların katıldığı referandumda
yüzde 64 oyla bağımsızlık istendi. Bu sonuca rağmen Sırpların ne demokrasinin
üstünlüğünü, ne halkın sözünü, ne de kendi idealleri dışındaki herhangi bir
fikri kabul etmeye niyetleri yoktu.
Referandum
sonucunun ardından işgal başlamıştı. Boşnakların hiçbir silah teçhizatı yoktu.
Hepsi Sırp askerî birliklerinin elindeydi. BM, Avrupa ve Amerika’dan silah
desteği istenildiğinde ise “Savaşın üstüne savaş eklemek istemiyoruz” cevabını
almışlardı. Sırplar Boşnakların üzerine bombalar yağdırırken, kim hangi savaşa
savaş eklememekten söz edebilirdi?
Dört
bir tarafı dağlarla çevrili şehirlerin içinde yaşayan Boşnaklar, üç sene
boyunca ölmeden cehennemi yaşadılar. Hareket eden her şeyin vurulacağı emri
verilmişti. Şehirlerde gıda malzemesi bitmiş, temiz su şebekeleri yok edilmiş,
elektrik ve doğalgaz hatları kesilmişti. Birçok yaşlı ve çocuk bakımsızlık ve
açlıktan ölmüştü. Silahlanmaktan umudu kesen Boşnaklar, bu sefer de savunmasız
halkı korumak için yardım istemişlerdi. Bu isteğin ardından Brçko’da üç bin
Boşnak boğazlanarak nehre atıldı. Ardından Kosaraz’da toplu katliam yapıldı.
Onun ardından Prijedor’da, Foca’da ve otuz farklı yerde katliamlar gerçekleşti.
Bütün
dünyanın gözleri önünde, Avrupa’nın ortasında ve 20’nci yüzyılın sonlarında 200
bin Boşnak katledildi! Bunun apaçık bir soykırım olduğunu kim inkâr edebilir?
Bosna’da
yapılan zulüm sadece öldürmekle sınırlı kalmadı. Kadınlara ve kız çocuklarına
yapılanlar hiçbir insanın vicdanının dayanabileceği türden şeyler değildi. Ülkenin
dört bir yanında tecavüz kampları kurulmuştu. Soykırımın yanında âdeta bir ırk
asimilasyonu yapmayı hedefliyorlardı. Her şey affedilse bile kadınlarımıza ve
kızlarımıza yapılanları affetmek ne Müslümanlık onurumuzun, ne de insanlık
gururumuzun kabul edebileceği bir şey değildir.
Ve
bütün bu tarihlerin, acıların, katliamların sonuncusu, tabiri caiz ise son
ölümcül darbesi, Temmuz 1995’te yaşanan Srebrenitsa Katliamı oldu.
Srebrenitsa,
BM’nin güvenli bölge ilân ettiği şehirdi. Bu yüzden çevresindeki birçok şehir
ve köyden fazlasıyla göç almıştı. Öyle ki, insanlar sokaklarda yatıyorlardı. Şehrin
nüfusu katbekat artmıştı. Binlerce insan silahsız bir şekilde, BM’ye güvenerek
canının emniyette olduğuna inanıyordu. Fakat 1995 Temmuz’unda Radko Mladiç
komutasındaki Sırp orduları şehre girdi. Binlerce Boşnak kaçmaya çalıştı.
Bazıları Potoçari’deki başka bir kampa sığındı, bazıları ise ormana doğru
ilerleyerek Tuzla yönüne kaçmaya çalıştı. Şehir dakikalar içerisinde yakılıp
yıkıldı. Şehirden kaçamayan sivillerin yanı sıra Mladic, Potoçari’deki kampa
gidip oraya sığınanların kendisine teslim edilmesini istedi.
BM’nin
güvenli bölge ilân ettiği şehirde uğradıkları işgal sonucu çaresizce başka bir
BM kampına sığınan savunmasız ve silahsız binlerce masum insan, Mladic’e hiçbir
çaba gösterilmeden teslim edildi. Sırplar, bir insanın başka bir insana asla
reva görmeyeceği kaderi binlerce Boşnak’a yaşattılar. Altı günde, bütün
dünyanın gözleri önünde, tamı tamına 8 bin 372 insanı canice katlettiler. Tek
tek kurşunlamaktan yorulduklarında büyük çukurlar kazdırıp serbest vuruşla
öldürmeye devam ettiler. Asla bıkmadan, gözlerinin yaşına bakmadan, kendilerinin
deyimiyle “böcek öldürür gibi” öldürdüler binlerce insanı.
Öldürdükleri
Boşnakları önce toplu mezarlara gömdüler. Sonrasında olur da uydudan görünür
endişesiyle mezarları gelişigüzel şekilde parçalara böldüler. Savaşta bile
ölüye saygı vardır; fakat Sırplar, Boşnakların ölülerini bile rahat
bırakmadılar.
Bütün
bu yaşananlar yüzyıllar öncesinde olup bitmiş olaylar gibi geliyor kulağa, ama
değil. Yaklaşık otuz sene öncesinde, sözde medenî insanların yurdu olan
Avrupa’nın ortasında, insan hakları nidalarının atıldığı bir çağda gerçekleşti.
O gün öldürülen insanların çocukları ve aileleri bugün hâlâ yaşıyor. Bosna, o
yıkımın bedelini bugün hâlâ ödüyor.
Her
sene 11 Temmuz günü Srebrenitsa’da, şehit edilen insanların bütün beden
kemikleri bulunabilirse, öldürüldükleri akü fabrikasının tam karşısındaki
şehitliğe defnediliyorlar. Otuz sene, insan hayatı için çok şey ifade edebilir;
fakat bir devlet hayatı için çok kısa bir zaman diliminin karşılığıdır.
Bosna
için söylenecek çok söz, unutturulmayacak çok acı var. Bunu unutturmamak sadece
Boşnakların sorumluluğunda değil üstelik. Onların hedefi, Türkleri tamamen
Asya’ya sürmek. “Türk” diyorum, çünkü karşımızdakiler çıkarları uğruna bizleri
farklı devletlere ayırmasaydı Arap da Türk’tü, Boşnak da. Aliya’nın dediği gibi,
“Türk’ün evlâdı, biz Boşnak’ız ama Türk’üz de. Sen de kalbimde taşıdığım acıyı
taşıdığın kadar Boşnak’sın”.
Bugün bu satırları yazarken de, birkaç sene önce Srebrenitsa’da karların üstünde ağlarkenki gibi, Aliya’nın mektubunu her okuduğumda, ben de kalbimdeki acı kadar Boşnak’ım. Bu yaşananları unutmamamız ve Müslümana yaraşır şekilde kalbimizi ve aklımızı diri tutmamız temennisiyle…