Edebiyat ve teoloji ilişkisi
EDEBİYAT, tarihsel, sosyal ve kültürel olandan hareketle, dille gerçekleştirilen güzel sanat etkinliklerine ve eserlerine verilen genel ad olarak tanımlanır. Burada asıl olan edebî metindir. Çünkü edebiyatla ilgili her türlü etkinliğin merkezinde edebî metin bulunmaktadır.[1]
Edebiyatın en önemli özelliği, insan için yazılmış olmasıdır.[2] Edebiyat, bireysel ve toplumsal düzlemde insan ve insana ilişkin deneyimi en iyi dile getiren bir iletişim alanı ve aracıdır. Yazarın içinde bulunduğu toplumun tarihî, kültürel ve siyâsî koşullarından etkilenmemesi düşünülemez. Tarihsel süreçte insanla birlikte ortaya çıkan din, kültürel bir olgu olarak geçmişten günümüze hep var olmuştur. İnsanlar geçmişten gelen kültürel unsurlarını geleceğe taşımak adına yazılı ve sözlü edebiyatta önemli eserler ortaya koymuşlardır. Ortaya konan bu eserlerde dinî unsurlara da yer vermişlerdir. Edebiyat ve teoloji birbirinden kopuk ve bağımsız alanlar değildir. Kültürel unsurlar olarak karşımıza çıkan bu alanlar, insanın olduğu yerde daima var olmuştur. [3]
Tarihsel süreç içinde edebiyat ve din arasında çok güçlü bir etkileşimin olduğu açıktır. Bu etkileşim sonucunda din, birçok önemli edebî metnin yaratılmasında ve toplumsal hafızaya kaydedilerek kuşaktan kuşağa aktarılmasında önemli bir işleve sahiptir. Dolayısıyla ister sözlü isterse yazılı olsun hem elitlere hem de halka ait edebiyatın, dinle ilişkisinin göze çarpan özelliklerinden biri, “dinî düşünce ve etkinlikleri koruma ve ilerletme işlevi” görmesidir.[4]
Teoloji, tanrıbilim yani ilahiyat ilmine verilen isimdir. [5] Din ve edebiyat alanı disiplinler arası olmakla birlikte özel bir konu olarak kabul edilemeyecek kadar belirsiz ve çeşitlidir.[6] Edebiyat ve teoloji arasındaki ilişki her zaman yapıcı ve tamamlayıcı olmayıp zaman zaman çatışma unsuru olarak değerlendirilmiştir.[7]
Teoloji ve roman ilişkisi
Edebî türler içinde romanlarda da dinî unsurlar sıkça yer alır. Roman teolojisi ile okuyucu romanı sadece eğlenceli bulduğu için değil aynı zamanda aşkın olan gerçeklik ile buluşma ya da kutsala giden bir yol olarak deneyimleyebilir.[8]
İslâm düşünce tarihinde teolojik/ felsefî roman geleneğinin öncüsü olarak İbn Sînâ (ö. 1037) kabul edilmektedir. İbn Sînâ, yazmış olduğu Hayy b. Yakzân adlı eseriyle o güne kadar kullanılagelen bir tarzın ötesine geçmiş ve düşüncelerin hikâye/roman formatında da ifade edilebileceğini ilk defa bu eserinde göstermiştir. Bu eserden başka Risâletü’t-tayr ve Salâmân ve Absâl isminde iki eseri daha vardır. İbn Sînâ teolojik/ felsefî romanlarında metaforik, dinî ve özellikle mistik bir dil kullanmaya gayret etmiştir.
İslâm düşüncesinde teolojik/ felsefî roman dendiğinde herkesin aklına gelen önemli bir isim de hiç şüphesiz İbn Tufeyl’dir (Ö. 1185). Gerek İslâm dünyasında gerekse Batı’da üzerinde en çok araştırma yapılan düşünürler arasında İbn Tufeyl ve onun bu alandaki eseri Hayy b. Yakzân vardır. Birçok düşünür için ilham kaynağı olan bu eser, bu alanda daha sonra yazılanlara birinci derecede referans olmuştur. Özellikle Batı dünyasında Daniel Defoe’nun (1659-1731) “Robinson Crusoe” adlı eseri, büyük oranda İbn Tufeyl’in Hayy b. Yakzân’ından esinlenerek kaleme alınmıştır.[9]
İslâm düşüncesinde teolojik/ felsefî roman geleneğinin izlerini, Osmanlı’nın son döneminde de görmekteyiz. Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi’nin A‘mâk-ı hayâl adlı eseri de bunlardan biridir. Eser, Osmanlı toplumunda yeni yeni görülmeye başlayan materyalizm akımına karşı kaleme alınmıştır. Kitabın başından sonuna kadar, ruh ve kâinatın sırrı, yaratılışın gayesi gösterilmekte; maddeci görüşün sığlığı ve insanı saadete ulaştırmadaki yetersizliği üzerinde durularak masal hikâye karışımı içinde olaylar alegorik bir üslupla anlatılmaktadır. Eser, her ne kadar hikâye/ roman tarzında yazılmış olsa da kullanılan dil ilim dilidir.[10]
Türkiye’de İslâmcılık akımı ve İslâmî edebiyat
Başlangıçta siyâsî bir ideoloji olarak inkişaf eden İslâmcılık sadece siyasal bir düşünceden ibaret olmayıp İslâm dininden referansla toplum, sanat, edebiyat gibi alanlarda da varlık gösteren bir harekettir. [11] İslâm’ı bir bütün halinde hayatın her alanında yeniden canlandırmak fikriyle yola çıkan İslâmcılık, akılcı bir metotla İslâm dünyasını, Batı’nın ahlâkî ve manevî tahribatından kurtararak medenileştirmeyi, birleştirmeyi ve kalkındırmayı hedeflemektedir.[12]
Gencer’e göre İslâmcılık, Batı dünyasının İslâm ülkelerine ve değerlerine karşı gösterdiği reaksiyonla ortaya çıkmış, gelişmiş ve bu yönde siyasal, toplumsal ve sanatsal üretim sergilemiş bir ideolojidir.[13]
Aktay ise “İslâmcılık, İslâm’ın kendisi değil, Müslümanların İslâm’ı dava olarak benimsemesi sürecidir. Bu da bir yorum dolayımıyla olduğundan İslâmcılık vahiy mutlaklığına sahip değil, belli bir tarihsel dönemin Müslümanlarının yorumu olarak beşerî bir sonuçtur” der.[14] (Aktay, 2013: 817).
Her ne kadar bazı araştırmacılar İslâmcılık akımını Namık Kemal, Ali Suavi, Ziya Paşa gibi isimler ile başlatsa da bu hareketin edebî alanda, yayıncılık merkezinde ilk müdafileri Sırat-ı Müstakim ve Sebilürreşad dergileriyle Eşref Edip ve Mehmet Akif olmuştur.[15]Sonraki yıllarda bu halkaya Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve İsmet Özel gibi isimler eklenerek bugünlere gelinmiştir.
Cumhuriyet Dönemi’yle meydana gelen devrimler, hilafetin ilgası, tekke ve zaviyeler ile medreselerin kapatılması, Türkçe ezan gibi uygulamalar toplumun dinden uzaklaştığı, manevî değerlerin yok olduğu gibi görüşlerle birleşince İslâmcılık ve İslâmî edebiyat düşüncesi, manevî ve ahlâkî değerleri, dinin toplumda kaybettiği önemi yeniden kazandırmaya yönelik bir ideolojiye dönüşmüştür.[16]
60’lı yıllarda sol kesimin edebiyata araçsal olarak yaklaşması ve onu ideolojik amaçlarına yönelik olarak kullanması, İslâmî kesim tarafından da aynı şekilde ideolojik bir edebî hareketin başlatılmasına sebep olmuş ve bu şekilde bir “karşı edebiyat” doğmuştur.[17]Buna göre 1960 yılı sonrasında İslâmcılığın bir edebî form olarak ortaya çıktığı ve bir karşı tepki olarak gelişim gösterdiği söylenebilir.[18]
Türk edebiyatında 1960’lı yıllardan itibaren bir edebî anlayış olarak belirginleşen, “İslâmî Edebiyat”, “İslâmcı Edebiyat”, “İslâmcı Akım”, “Müslüman Edebiyatı” veya “Gelenekçi Edebiyat” şeklinde tanımlanan; tasavvuf ve klasik İslâm kültürü öğelerinin ilham verdiği bir duyarlılıkla ve modern tekniklerle ortaya konan edebî eserler bulunmaktadır.[19]
İslâmî edebiyat kavramı, 1964 yılında Necip Fazıl’ın yeniden çıkarmaya başladığı Büyük Doğu dergisinde yazdığı İslâmî edebiyat konulu teorik yazıların yayımlanmasıyla başlar.[20]
İslâmî veya İslâmcı edebiyat, şiir, roman veya sanat kavramlarının tanımlanması, sınırlarının belirgin şekilde çizilmemiş olması farklı yaklaşımları, kavramı daha geniş bir şekilde ele almayı da beraberinde getirmiştir.[21] Buna göre 1960 yılı sonrasında İslâmcılığın bir edebî form olarak ortaya çıktığı ve bir karşı tepki olarak gelişim gösterdiği söylenebilir. Bu noktada Akçay şunları ifade etmektedir:
“50’li yıllardan başlayan köy edebiyatçılığı, ideolojik romanların yayınlanmasıyla İslâmî kesime ve bu hassasiyeti sahiplenen tiplere yöneltilen olumsuz suçlamalar, komikleştirmeler 70’li yılların başlarında tepki almaya başladı. İslâmcı yazarlar köy romanlarının tipik unsurlarını içinde barındırarak halkın bu olumsuz diye lanse edilen imamlara, Müslüman kişilere karşı olan teveccühünü geri vermeye çalışarak bir anlamda ‘karşı edebiyat’ oluşturma gayretine girdiler.”[22]
Necdet Subaşı’na göre Cumhuriyet rejiminin başlamasından 1960’lı yıllara kadar İslâmî neşriyat yasak veya sakıncalıdır.[23] Bu durum ilk önce Demokrat Parti’nin yönetime gelmesi ve daha sonra 1961 Anayasası’nın getirdiği kısmi özgürlükler ortamında olumlu manada değişmiştir.[24]
İslâmî roman mı, hidayet romanı mı?
Bilal Kemikli, bir edebî eserin İslâmî sayılabilmesi için sunulduğu form fark etmeksizin konu olarak dinî duygu ve düşünceyi, dinî kurum ve ritüelleri, dinî tecrübe ve tasavvurları incelemesi gerektiğini belirtir.[25]
İslâmcı kesimin 1960-1980 yılları arasında bir misyon hâline getirdiği tebliğ yoluyla İslâmîleştirme politikalarının en iyi gözlenebildiği yer, bu kesimin kitlelere seslenmek için başat araç olarak kullandığı romanlardır.[26]
İslâmî romanlar olarak vasıflandırdığımız romanlar, aslında politik veya tezli romanlardır. Bu tür romanların temel amacı, insanları inançlı bireyler olarak yetiştirmek, erdemli olmaya sevk etmek, iyi ile kötüyü karşılaştırarak iyiyi yüceltmek, okuyuculara doğru yolu göstermek, İslâm dininin emir ve yasaklarını roman kurgusu içine serpiştirmek, yazın hayatında inançlı tip ve karakterler oluşturmak vb. olarak sıralanabilir. İslâmî romanların nasıl adlandırılacağı mevzuu tartışmalı bir meseledir ve bu romanlar, henüz literatürde kendisine tam olarak yer edinememiştir. [27]
Romanlarda karakterlerin doğru yolu bulup İslâmî kurallara uyarak hayatlarına devam etmeleri, hidayete ermeleri olarak kabul edilmiştir. Bu nedenle, bu ve benzeri romanlar hidayet romanları kategorisi içinde değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Hidayet romanı kavramının kullanımına ilişkin başlangıç noktasına ulaşmak mümkün değildir. İslâmî edebiyatla ilgili aşağıda bahsedilen yazılarda, hidayet romanı tabirinin kullanımı denilen, tabir edilen, tanımlanan kelimeleri ile ifade edilmiş, ilave bir bilgi verilmemiştir. “Hidayet romanı” ya da “İslâmcı roman”ın ülkemizdeki din olgusunun toplumdaki yeri ve görünürlüğü ile yakın ilgisi olduğu kabul edilebilir. Aslında dinin toplum hayatındaki yerinin öne çıkması ve yönetimlerin bu yöndeki eğilimleri, edebiyat ve romana da yansımıştır.[28]
İslâm dininin özünde var olan tebliğ geleneği sebebiyle İslâmî edebiyata özelde de hidayet romanlarına öğretici ve savunmacı bir misyon yüklenmiştir.[29] Buna göre İslâm mutlaka yayılmalı, tebliğ edilmeli insanlara ulaşırken de edebiyatın hangi türü daha fonksiyonelse o kullanılmalı anlayışı hakimdir. Dolayısıyla bu yolla İslâmcı ideoloji inançsızlıkla ve ahlâkî yozlaşmayla mücadeleyi edebî zeminde gerçekleştirmektedir. Hidayet romanlarını çok genel manada “Müslümanın ötekini ehlileştirmesi” şeklinde tezli öyküler olarak okumak da mümkün görünmektedir. Bu misyonla hareket eden İslâmî edebiyat yazarlarından biri olarak Hekimoğlu İsmail, hidayet romanlarına dair ilk örneği “Minyeli Abdullah” adlı eseriyle 1967 yılında vermiştir.
Hidayet, TDK sözlüğünde “Doğru yol, hak olan Müslümanlık yolu”[30] şeklinde tanımlanabilir. Kavram, insanların doğru yolu bulması, inancını pekiştirmesi ve bazen de din değiştirerek Müslüman olması manalarına gelir. Tanımlardan yola çıktığımızda hidayet romanlarının doğru yola sevk eden ve Müslümanlığa ulaştıran romanlarla sınırlı olması gerekir. Hâlbuki kavram, literatürde İslâm diniyle ilgili olan, İslâm inancıyla ilgili unsurların baskın olduğu tüm romanları kapsar bir şekilde kullanılmıştır. Örneğin Raif Cilasun’un “Beklenen Sabah” romanında herhangi bir hidayete erme/ erdirme söz konusu değildir. Romanda iyi ile kötü tipler karşılaştırılmış ve iyiler yüceltilmiştir. Bu roman için hidayet romanı ifadesini kullanmak pek yerinde olmayacaktır.[31]
Bu tür romanların ortaya çıktığı 1970’ler ile mevcut dönem arasındaki toplumsal değişimler ve yazarların edebiyata ve romana bakışında değişim yaşanması, aradaki süreye bakıldığında kaçınılmazdır. Zeynep Tuba Kesimli’nin hazırladığı “Artık hidayet romanı yazılmayacak mı?” soruşturması da benzer görüşlerin ifade edilmesini sağlar: Devir değişti… 90’ların romanlarında özeleştiri yapabilen, gerçek hayatla yüzleşen, yüklendiği yük kendisine ağır gelen Müslüman kahramanlar da ortaya çıkmaya başladı. Anlaşılan hayatta bir şeyler değişiyor, o da romana yansıyordu. Edebî eserleri, neşet ettiği toplumun yapısından düşünemeyeceğimiz ise aşikâr.[32]
Âdem Gürbüz’e göre bu tür romanlara daha kapsayıcı bir kavram olan İslâmî roman denmesi daha doğrudur. Gürbüz bu konuda şunları söylemektedir:
“İslâmî roman kavramı, kapsam geçerliliği bakımından daha genelgeçer bir kavram olarak kabul edilebilir. ‘İslâmî’ sözcüğü, ‘İslâm diniyle ilgili olan, İslâm’a uygun olan’[33]manalarına gelen bir sözcüktür. Bu bağlamda İslâmî roman ifadesi, İslâm diniyle ilgili olan, İslâmî duyarlılığı ön planda tutan, İslâm inancını yaşamaya/ yaşatmaya/ yaymaya çalışan tüm romanları kapsayan bir ifade olarak kullanılabilir. Kavram, hidayet romanları ifadesinde olduğu gibi sadece Müslümanlaşan veya inancında dönüşüm geçiren tiplerin işlendiği romanları değil; İslâm inancının, felsefesinin, öğretisinin ön planda olduğu bütün romanları bünyesinde barındıran bir özelliğe sahiptir. Konuyla ilgili dinî roman, yeşil roman, İslâmcı roman, davet romanı, tebliğ romanı vb. ifadeler de kullanılabilir; fakat kapsam geçerliliği en doğru olan kavram bize göre ‘İslâmî roman’ ifadesidir.”[34]
İlk İslâmî romanlar, o güne kadar romandan uzak duran muhafazakâr kesime romanı sevdirdiği gibi başka İslâmî romanların yazılmasına da önayak olur.[35] Bu ilk romanlardan sonra Hüseyin Karatay, Ahmet Lütfü Kazancı, Raif Cilasun, İbrahim Ulvi Yavuz, Mustafa Miyasoğlu, Mehmet Niyazi Özdemir, Rasim Özdenören, Sevim Asımgil, Emine Şenlikoğlu, Mehmet Zeren, İsmail Yılmaz, Ali Erkan Kavaklı, Halit Ertuğrul, Üstün İnanç, Yavuz Bahadıroğlu, Şerife Katırcı Turhal, Hüseyin Gedik, Mecbure İnal, Muzaffer Günay, Sadettin Kaplan, Sadık Yalsızuçanlar, İsmail Fatih Ceylan, Hurşit İlbeyi, Mehmet Efe, Halime Toros, Ahmet Kekeç, Yıldız Ramazanoğlu, Sibel Eraslan, Durali Yılmaz, Nurullah Genç, Sadık Tekin, Sabiha Ateş Alpat, Nuriye Çeleğen, Ümit Aktaş, Cihan Aktaş, Fatma Karabıyık Barbarasoğlu, Hüseyin Kartal, Ahmet Pakalın, Ahmet Tezcan, Ekmel Ali Okur, Mine Dev, Ahmet Turgut, Sinan Yağmur, Gülşen Gazel, Sema Çam, Bilal Yararlı, Duran Çetin ve Halit Yıldırım gibi isimler de İslâmî duyarlılıkla romanlar yazmışlardır.
Kalbim Kudüs’te Kaldı
“Kalbim Kudüs’te Kaldı” romanı Ahmet Turgut tarafından yazılan ve ilk baskısı 2017 yılında Kapı Yayınları’ndan çıkan bir roman[36]. Roman, Birinci Dünya Savaşı yıllarında geçerken savaşın Kudüs cephesinde görevlendirilen tabip subay Faruk Hikmet ile yaşadığı hayal kırıklıklarından dolayı hem Basel’deki ailesini hem de çok sevdiği Viyana’yı terk ederek Kudüs’e gelen İsviçreli Yahudi bir baba ile Hıristiyan bir annenin çocuğu Hıristiyan Rachel Weizmann’ın farklı inançlar içerisinde yaşadıkları içsel yolculukları konu edinmektedir.[37]
Roman, bilindik roman kurgusunun ötesinde sıra dışı bir yapıya sahip. Bir bölümde roman kahramanlarından Rachel’in serencamı anlatılırken peşinden gelen diğer bölümde ise diğer kahraman Faruk Hikmet’in serencamı dönüşümlü olarak anlatıyor.
Romanda ana mekân olarak seçilen Kudüs, roman boyunca kişilerin bakış açılarından yansıtılmış ve Kudüs’e gitmeyen bir okuyucunun dahi muhayyilesinde çeşitli perspektiflerden tahayyül edebileceği bir mekân algısı oluşturulmak suretiyle farklı Kudüs şehirleri ortaya serilmiştir. Yazar kendisi ile yapılan bir röportajda, Kudüs’ü birbirinden ayrı şehirler olarak ele almasının sebebini “Hıristiyanlık, Musevilik ve İslâmiyet Kudüs’e pek çok anlamlar yüklüyor. Her üç geleneğin de Kudüs uğruna mücadelesi var” (Yeni Şafak Kitap Eki, 2017) cümlesi ile açıklamıştır. Nitekim romanı, farklı dinlere mensup kişilerin nazarından bakarak şekillendiren yazar, bu vesile ile hem dinî inançların mekâna nasıl sirayet ettiğini hem de kişilerin birbirlerine olan bakış açılarının ne derecede değiştiğini gerçeklerden uzaklaşmadan göstermiştir.[38]
Bu yolculuklar neticesinde birbirilerini bularak aynı din üzere yekvücut olmaları, daha çok kendi defterlerine tuttukları notlardan oluşan bölümler aracılığıyla okuyucuya sunulmaktadır. Otuz dört bölümden oluşan roman, az sayıdaki kişilere ek olarak canlı bir varlık gibi katkı sunan Kudüs şehrini ele alırken aynı zamanda coğrafyanın hem siyâsî hem de dinler tarihine âdeta mercek tutmaktadır. … Rachel, iyi bir dindar olarak yetiştirilmiş, Hz. Meryem ile kendisi arasında bir bağ olduğu hissi ile hayatını sürdürmüştür. Ailesinin istemediği bir evlilik yapması, bebeğini kaybetmesi, eşinin onu aldatması gibi mutsuzluk verici olaylar karşısında bir süre kendisini toparlamakta zorlanan Rachel, yaşadıklarını hazmedebilmek, kendisi gibi acıya gark olmuş Hz. Meryem’i yâd etmek ve onu daha çok hissedebilmek için Kudüs’e gitmeye karar vermiştir. Kudüs, onun için yolculuğun son noktası gibi görünse de aslında yolculuğun başıdır. Nitekim yolculuk boyunca müşahit oldukları karşısında zaman zaman toplum tarafından dayatılan söylemler ile gördükleri, kendi inancı ile İslâm dini arasında kalan Rachel, şehrin tarihini öğrendikçe hayrete düşecek ve hayreti bir süre sonra hayranlığa doğru evrilecektir. Yolculuğun nihayetinde ise manevî huzura kavuşarak toplumsal bellekten kurtulup şahsına münhasır yeni bir kimlik inşâ etmiş olacaktır.[39]
Rachel, Kudüs’te gördükleri, duydukları ve bu zamana kadar kendisine öğretilen inançlarını sorgular. Zira bu üç metot ile benliğine nüfuz eden bilgiler çelişkiler yumağı hâlindedir. Kendisine öğretilenlerin aksine Türkler, Meryem Anne’yi Hıristiyanların ve Müslümanların müşterek değeri kabul ediyorlar ve bu kabullerini mihrabın mimarisine ve süslemelerine yansıtmaktan da yüksünmemişlerdi.
Rachel cephesinden bakıldığında onun bu yaşına kadar edindiği Yahudilik ve Hıristiyanlık bilgilerini burada gördüğü İslâmî uygulamalarla mukayese etmesi açısından sanki Kudüs üzerinden karşılaştırmalı bir dinler tarihi okur gibi oluyorsunuz. Rachel aynı zamanda dört İncil arasındaki benzerlikler ve çelişkileri de sorgulayarak okurun ufkunu açmakta.
Rachel ilk başta mekân düzleminde her üç dinin görüşlerinin birbiriyle hemen heme örtüştüğünü şu cümlelerle ifade ediyor.
“İlk kez Beyt-i makdis hudutları dâhilindeydi. Burası Kadim Kudüs’ün kalbi olan yaklaşık yüz kırk dört dönümlük mukaddes araziydi. Yahudi, Hıristiyan ve Müslüman kabullere göre hemen hemen aynı sınırlara sahipti. Nitekim her üç dinin müntesiplerince muhterem biliniyordu. Müslümanlar ‘Mescid-i Aksa’ veya ‘Harem-i Şerif’ derken, Yahudiler ‘Tapınak Tepesi’ demeyi tercih ediyorlardı. Her üç dinin müntesipleri de Kutsal Mabet manasında ‘Beyt-i Makdis’ tabirini de kullanabiliyorlardı.”[40]
Mekân üzerinden yapılan bu dinler arası anlayış mukayeseleri ilerleyen sayfalarda da devam ediyor.
“Müslümanların ayırt etmeksizin tüm Nebileri sevip hürmet ettiklerini biliyordu. Buna rağmen onların adına camilerin içerisinde mihrap yapılmasını iddialı bulmuştu. Nitekim tavan süslemelerinde de Âdem, Nuh, İbrahim ve diğer pek çok peygamberin isimleri yazılıydı. Bu iki mihrabın karşısında Yahya Mihrabı yer alıyordu. Nihayet Zekeriyya Mihrabı’nı da görmüştü. Cami yetkilisinden diğer üç mihraba nazaran Zekeriyya Mihrabı’nın Müslüman kadınlarca daha çok rağbet gördüğünü öğrenince şaşkınlığı bir kat daha artacaktı. Kadınlar neden ille de burayı ziyaret ediyorlardı? Demek ki Müslümanlar da Zekeriyya Peygamber’i Meryem Anne’nin hâmisi ve yardımcısı olarak tanıyorlar ve sadece Nebilerin değil, Meryem Anne’nin de hatırasına hürmet gösteriyorlardı.”[41]
Sorular ve bu sorulara aranan cevaplar yazarın engin bilgisini okura sıkmadan ve roman sanatının kendisine tanıdığı imkânlar içerisinde aktarıyor. Romanın diğer kahramanı Faruk Hikmet ise arkadaşı Arif Çelebi’nin etkisiyle kendi iç dünyasında inançları ve tasavvufi ögeleri sorgulayarak kendisine çıkar bir yol araması da okuru bu konularda düşünmeye ve tartışmaya davet ediyor.
Roman genel anlamda bir hidayet romanın ötesinde ama İslâmî bir roman dairesinde ancak daha önce pek de işlenmemiş bir boşluğu doldurmayı amaçlamış.
Bahîrâ
“Bahîrâ” romanı Halit Yıldırım’ın 2021 yılında Yafes Yayınları aracılığıyla okurla buluşturduğu 224 sayfa hacmindeki eseri.[42] Bahîrâ, o günün ticaret hayatından, sağlık biliminden, inanç sisteminden ve değerlerinden bilgiler veriyor. Bununla birlikte Yahudiliğe ve Yahudilere, Kâbe’nin o günkü konumuna, kabilelere; en mühimi de Tevrat, İncil ve Hint metinleri gibi kaynaklarda Peygamberimiz (sav)’in gelişine dair bilgilendirmede bulunan detaylar üzerinde duruyor. Bu açıdan “Bahîrâ” romanı da okurunu mukayeseli bir dinler tarihi okumaya davet ediyor.
Bahîrâ romanı, yazarın Fil Suresi tefsiri okumaları üzerine yazılmış bir romandır. Yazara göre “Elem yecal keydehüm fi tadlil/ Onların gizli planlarını boşa çıkarmadı mı? (Fil: 2)” ayeti neredeyse tüm tefsirlerde ağız birliği edilmişçesine “Ebrehe’nin Kâbe’yi yıkma girişime boşa çıkarıldı” şeklinde anlaşılmış. Buna sadece Razi tefsirinde şu şekilde farklı tefsir edilmiştir:
“Bil ki, el-keydu bir başkasına, gizlice zarar vermek istemektir. Buna göre şayet, ‘Peki, bu şey ayan beyan ortada iken, Cenâb-ı Hak bu İşi niçin ‘keyd – tuzak’ diye isimlendirmiştir? Zira karşı taraf, Kâ’be’yi yıkacağını açıkça söylüyordu...’ denilirse, biz deriz ki: Evet, o bunu açıkça söylüyordu, ama onun kalbinde, açığa vurduğundan daha şiddetli bir kötülük bulunmaktaydı. Zira o, Araplara olan kıskançlığını içinde saklıyor, Kâ’be sebebiyle, Araplar için hâsıl olan o şerefi Araplardan ve onların beldesinden alıp, kendisine ve beldesine yöneltmek istiyordu.” [43]
Yazar, Razi’nin de dikkat çektiği “onun kalbinde, açığa vurduğundan daha şiddetli bir kötülük bulunmaktaydı” ifadesinin peşinde araştırmalarına devam ettiğinde Ahmet Cemil Akıncı’nın “Kâbe’ye Doğru” serisinde Hz. Muhammed ve Fil olayını anlatırken Ebrehe’nin amacının Mekke’de bir katliam yaparak Hz. Peygamber’i daha dünyaya gelmeden önce atalarını öldürmek suretiyle onun doğmasını engellemek olduğuna dair açıklamalara rastlar. Bu izahlar üzerine Bahîrâ romanı kurgulanır.
Yazar, Mehmet Pektaş ile yaptığı bir söyleşide roman hakkında şu bilgileri veriyor:
“Bahîrâ, Hz. Peygamber’i daha çocuk yaşta görüp onun ileride bir peygamber olacağını teşhis eden rahip. Hakkında fazla bir bilgi yok. Ben tüm siyer kaynaklarını tarayıp bulduğum bilgileri kurgulayarak bir roman hâline getirdim. Hem Bahîrâ olayını anlattım hem de bu olay etrafında yaşanılan diğer tarihî hadiseleri, bunların arka planlarını anlattım. Aslında hep şüpheyle bakılan bu olay ile ilgili İngilizce kaynaklara bile ulaştım. Şurası bir gerçekti ki Yahudiler ve Hıristiyanlar hatta Hinduların bile kutsal metinlerinde Hz. Peygamber’in gelişi ile ilgili bilgiler vardı. Ben bu bilgileri de bu romanda açıkladım.”
Bahîrâ romanında ciddi bir Hıristiyanlık ve Yahudilik eleştirisi vardır. Romanın “Müjdeci Metinler” bölümünde bu durum El Haris’in ağzından en çarpıcı bir şekilde anlatılır. El Haris, geleceğin Bahîrâ’sı olacak Cercis’in ismini güvenlik amacıyla Salih olarak değiştirir. Salih’i belli bir olgunluğa geldikten sonra eğitmeye başlar. İlk önce Tevrat üzerinden bilgiler vererek onu gelecek olan son peygamber hakkında bilgilendirir.
“Bak evlat! Sana defalarca anlattığım gibi Yahudi hahamlar, Tevrat’ta işlerine gelmeyen hükümleri değiştirmek için bazı kelimelerin harflerinin yerlerini değiştirerek onları farklı anlamalarda yorumlamaya kalkıştılar. Hatta bazı kelimeleri tamamen değiştirdiler, eklediler, çıkardılar. Bu yüzden ahir zaman nebisi ile ilgili yerleri de anlaşılmaz hâle soktular.
Mesela Eski Ahit Haggay 2’de 6-7. cümlelerde şu ifadeler geçer: ‘Bir kere daha, vakit azdır ve Ben göklerle yeri, denizle karayı sarsacağım… Ve bütün milletleri sarsacağım ve bütün milletlerin Himada’sı gelecek ve bu mabedi şanla, şerefle dolduracağım.’
Şimdi dikkat et. Metninde geçen ‘Himada’ kelimesinin kök harfleri ‘Ha, Mim ve Dal’. Bu harfler Arapçada Ahmed ismiyle aynı kökten geliyor. Aslında bu kelimenin anlamı ‘övülmüş’ demek. Bu kelimede aynı anlama geliyor.” (Yıldırım, Bahîrâ; 2021, s: 142)
Haris devam eden satırlarda yine Tevrat üzerinden şu bilgileri verir.
“Şimdi sana okuyacağım Tevrat’ın İşaya (Yeşaya) 42’de geçen şu metni iyice öğren. Bak onun vasıfları nasıl sıralanıyor:
‘İşte kendisine destek olduğum, gönlümün kendisinden razı olduğu seçtiğim kulum. Ruhumu onun üzerine koydum. Milletler için adaleti meydana çıkaracaktır. (1)
Bağırıp çağırmayacak. Sokakta sesini yükseltmeyecek. (2)
Ezilmiş kamışı kırmayacak ve tüten fitili söndürmeyecek. Adaleti sadakatle ulaştıracak. (3)
Yeryüzünde adaleti sağlayana dek cesaretini yitirmeyecek ve kıyı halkları O’nun kanunlarını bekler. (4)
…
Çöl ve onun şehirleri, Kedar’ın oturduğu köyler seslerini yükseltsinler. Selada oturanlar terennüm etsinler, dağların doruklarından bağırsınlar.’ (11)
Buradaki tüm ayetler onu işaret ediyor. Bunları zamanla anlayacaksın. Mesela son cümlede ‘Kedar’ ismi geçiyor. Bu kişi İbrahim Peygamberin oğlu olan İsmail’in oğludur. Biz de onun İsmail soyundan geleceğini biliyoruz.” (Yıldırım, Bahîrâ; 2021, s: 144)
El Haris, Hz. Peygamberin Mekke’den çıkacağını yine Tevrat üzerinden şu şekilde açıklar.
“Tesniye Bölümü, 33. Bab, 2. cümlede denir ki:
‘Rab, Sina’dan geldi ve onlara Sâir’den doğdu; Paran dağlarında parladı ve mukaddeslerin on binleri içinden geldi. Onlar için sağında ateşli ferman vardı.’
Dikkat edersen burada ‘Sina’dan gelme’ ile Mûsa Peygamber kast edilmişken ‘Sâir’den doğma’ ile İsa Peygambere atıf vardır. ‘Paran dağlarında parlama’ sözüyle de Mekke’de ortaya çıkacak son peygamber kast edilmişti. Çünkü Paran kelimesinin Arapça okunuşu Faran’dır ve Faran da Mekke’nin eski bir adıdır.
Yine bu hususta Tekvin bölümündeki, İsmail Peygamberin Paran çölünde oturduğunu anlatan cümlelerle de Paran’dan kast edilenin Mekke olduğu anlaşılır.” (Yıldırım, Bahîrâ; 2021, s:145)
İncil’de Hz. Peygamberin gelişi ile ilgili kısımları da Haris öğrencisi Salih’e şöyle anlatır.
“Salih, merakla sordu:
‘Bizim kitaplarımızda böyle bir müjde yok mu peki?’
‘Olmaz mı? Her ne kadar İznik Konsilinde Pavlus’un görüşlerini destekleyen kitapların haricindekiler yakılsa da bu metinlerde bile gözlerinden kaçan müjdeler var.
Mesela, Yuhanna, 14. Bâb, 15-16. cümlelerde şöyle der: ‘İsa dedi; Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutun. Ben de Rab’den dileyeceğim ve O size başka bir Faraklit verecektir; ta ki, daima sizinle beraber olsun.’
Yine Yuhanna, 14. Bâb, 29. cümlede ise, ‘İsa dedi; Faraklit geldiği zaman iman edesiniz diye, gelmeden önce size şimdi söyledim’ der.
Yuhanna, 15. Bâb, 26. cümlede de, ‘İsa dedi: Rab’den size göndereceğim Faraklit geldiği zaman, O benim hakkımda tanıklık edecektir...’ der.
Yine Yuhanna, 16. Bâb, 13. cümle de şöyle: ‘İsa dedi: ...Ama Faraklit gelince sizi tüm gerçeğe yöneltecektir. Çünkü kendiliğinden konuşmayacaktır. Ne işitirse onu söyleyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir.’
El Haris anlattıkça Salih’in hayreti daha da artıyordu. El Haris devam etti:
‘Şimdi diyeceksin ki burada Ahmet veya Muhammed geçmiyor, Faraklit geçiyor.’
Salih:
‘Efendim, haklısınız, ilk başta aklıma geldi ama muhtemel ki Faraklit odur.’
El Haris, Salih’in zekâsına hayran olmuştu. Gülümseyerek devam etti.
‘Aferin sana. İşte bu Faraklit kelimesinin aslı Süryanicede Münhamenna, Yunancada Piriklitos, Arapça karşılığı ise Ahmed’dir. Zaten İncil tefsirlerinde Faraklit kelimesi, hak ve batılı birbirinden ayıracak hakperest zat olarak açıklanmıştır.
Ama İncil’i başka dillere tercüme edenler veya tefsir edenler Faraklit yerine Tesellici ve Hakikat Ruhu gibi kelimeleri kullanarak bu gerçeği örtbas etmeye çalışırlar. Yunanca da Paraklitos ve Periklitos diye birbirine yakın iki kelime vardır. Birileri bu kelimeyi Paraklitos diye yazarak manayı ‘Niyaz Olunmuş’ şekline sokuyor. Oysa kelime yazım ve harf olarak çok benzer olan Periklitos olması hâlinde anlam ‘övülmeye layık’ ve ‘çok methedilen’ anlamına geliyor ki bu da bize tam olarak ‘Ahmed’ isminin anlamını verir.” (Yıldırım, Bahîrâ; 2021, s: 146-148)
El Haris ilerleyen bölümlerde Pavlus hakkında da çarpıcı eleştirilerde bulunur:
“Hazret-i Îsâ’nın semâya yükselmesinden seksen sene sonraya kadar İncil ehli, tevhid inancına sahipti. Ta ki Yahûdîler onlara zulmeden kadar. Özellikle Pavlus ismindeki Yahudi bir komutan, birçok İsevi’yi öldürdü. Pavlus, İsevileri tutuklamak amacıyla Şam’a giderken ‘yolda İsa’yı gördüm ve beni uyardı’ diye bir şey uydurdu ve sözde o da bir İsevi oldu. Hâlbuki Kabbalist bir Yahudi’ydi. İsa’nın ‘engerekler soyu’ dediği, fanatik bir Yahudi mezhebi olan Ferisi’lere mensuptu. Bağlı olduğu tarikatın çoğu üyesi gibi o da Hz. İsa’ya nefretle bakmıştı. Bu nedenle de Hz. İsa’nın vefatının ardından Nasranî cemaatine karşı başlatılan baskı politikasına en ön safta katıldı. Bazı Hıristiyanların ceza infazını onaylamış, hatta ilk Hıristiyanlardan olan Stefan’ın taşlanarak öldürülmesini zevkle seyretmişti.” (Yıldırım, Bahîrâ; 2021, s: 149)
Romanın kahramanlarından bilge El Haris, İncil’deki çelişkilere de değinmiştir:
“Oysa Rahip Irenaeus’un ‘Sapkınlara Cevaplar’ adlı risalesinde İskenderiyeli tarihçi Basilides, yazdığı yazılara dayanarak Hz. İsa’nın çarmıha gerildiğini ısrarla reddetmiştir. Çarmıha gerilen kişinin gerçekte Hz. İsa olmadığını, onun yerine Kireneli Simon’un İsa’ya olan benzerliği nedeniyle Yahudi ve Romalıların onu İsa zannederek haça gerildiğini söyler.
Aslında bu iddiayı doğrulayan bir delil de Romalıların çarmıha gereceği kişiye kendi çarmıhını taşıtmalarıdır. Kireneli Simon da Yuhanna dışında kalan mevcut üç İncil’e göre, Romalı askerlerin Hz. İsa’yı çarmıha götürürken haçı taşıttıkları kişiydi. Oysa bu gerçeği örtbas etmek için İsa çok zayıf ve güçsüzdü o yüzden çarmıhı askerler taşıdı denmiştir. Basilides’e göre, Kireneli Simon çarmıha gerilirken Hz. İsa da bu olayı görmüş ve oradan uzaklaşmış, daha sonra da göğe canlı olarak yükselerek Tanrı’nın katına çıkmıştır. Bu iddiayı başka rahipler ve tarikatlar da savundu. Hatta bazıları da Hz. İsa yerine çarmıha gerilen kişinin, bir kese altın karşılığında onun yerini Yahudilere ihbar eden münafık Yahuda İskaryot olduğunu söyleyenler de var. Ama bunların hepsi de aforoz edildi.
Basilides bu bilgileri İsa’nın havarilerinden Simon Petrus’un tercümanlığını yapan Glaucias’dan almıştı. O da bu sırrı havari Petrus’dan öğrenmişti. Basilides, Glaucias’tan öğrendiği bilgilerle, İncillerin yanlışlarını kendisine göre düzelterek yeni bir ‘İncil’ bile yazmıştı. Akıbeti nedir bilmiyoruz.” (Yıldırım, Bahîrâ; 2021, s: 151)
Romanın ilerleyen bölümlerinde El Haris, “Hint Vedaları”nda Hz. Peygamber hakkındaki müjdelerden bahseder:
“Hinduların bütün büyük kitapları, gelecek olan son peygamber Muhammed’den de bahsediyor. Hem de onun pek çok vasfı, hayatı, Hz. İbrahim, Kâbe, Bekke ve Arap yarımadasına ilâveten, onun ismi de Mahamed, Mamah ve Ahmed şeklinde zikrediliyor. Mahamed ismi Puranalar’da Mamah, Atharva Veda’nın bir bölümü olan Kuntap Sukt’ta ve Ahmad, Sama Veda’da yer almaktadır.
Mesela Puranalar'da bir bölümde şöyle geçer:
‘Bir malekha (yabancı dil konuşup yabancı bir ülkeye ait olan), bir ruhanî rehber, ashabıyla beraber zuhur edecek. Onun adı Mahamed olacak. Raja Bhoja (hükümdar), Panchgavya ve Ganj nehirlerinin suyunda yıkadığı (yani bütün günahlarından arındırdığı), melek fıtratlı bu Mahadev Arab’ına en samimi sadakat nişânesi hediyelerini arzetti ve derin bir saygı göstererek şöyle dedi: Senin önünde hürmetle eğilirim. Ey Sen, insanlığın övünç kaynağı, Arabistan’da ikâmet eden; Sen, şeytanı mahvedecek muazzam bir kuvvet topladın ve Sen kendin, kötü düşmanlarından (putperestlerden) korunmaktasın. Ey Sen, en büyük Rab olan en yüce Tanrı’nın tecellisi, ben Senin bir kölenim; beni de ayaklarına kapanmış biri olarak kabul et.’
Vedalar’ın Mantra bölümünde şu ifadeler geçer: O ‘Narasansah’ (övülen)dir. Barış prensidir. Düşmanlarının arasında bile emniyettedir.
O, deveye binen Rişi’dir. Arabası göklere ulaşır.” (Yıldırım, Bahîrâ; 2021, s: 156-157)
El Haris, Hint metinlerinden yola çıkarak gelecek son peygamberin annesinin adının Âmine ve babasının adının da Abdullah olacağına dair şu çıkarımlarda bulunur:
“Yine Puranalar, Vişnu Puran 24. Bölümde ise: ‘Ve Tanrı’nın son tenasühü, bir cenkçi muharib şeklinde tezahür edecektir. Bu muharib Somblo Dip (Kum’lu Ada) da, arif ve namlı bir aileden dünyaya gelecek. Babasının adı Vişnuyasa (Sanskritçede Allah’ın kulu demek. Arapçası Abdullah) anasının adı Somti (Sanskritçede emin olunan kişi ki Arapçada Âmine) olacaktır.’
Görüyor musunuz? Onun babasının ve anasını adı bile bu eski metinlerde yazıyor.” (Yıldırım, Bahîrâ; 2021, s: 157)
El Haris, ilerleyen satırlarda gelecek son peygamberin Kureyş kabilesine mensup olacağını da yine Hint metinlerinden şu şekilde açıklar:
‘Bakın çocuklar, Kuntap 8’de geçen şu ifadeler daha ilginç: ‘Herkesi görüp gözeten zat, tahta çıkar çıkmaz dünyaya barış ve güven hediye etti. Kuru ülkesinin halkı onun beytinin inşası sırasındaki arabuluculuğunu anlatıp duruyorlar.’
İbranicede bir evi koruyana ‘Kuru’, korunan eve de ‘Kore’ denir. Burada Kâbe’ye işaret edilip onu inşa edenlere de ‘Kuru ülkesi’ yani ‘Koreish’ ki bu kelimenin Arapça söylenişi Kureyş’tir. Şimdi anladınız mı evlatlarım? Bu zat Kureyş Kabilesi’nden olacak.” (Yıldırım, Bahîrâ; 2021, s: 158)
Sonuç
Edebiyat, bir iletişim aracı olan dilin imkânlarını kullanarak insanoğlunun hayat serencamını geçmişten günümüze ve günümüzden geleceğe taşıyan bir disiplindir. Edebiyat, insan için vardır ve insanı duygu ve düşünce dünyasından inançlarına kadar mercek altına alır. Bu bağlamda din bilimi yani teoloji ile de yakın irtibat içindedir. Dünya edebiyatında olduğu gibi bizim edebiyatımızda da dinin edebiyatımızda tartışmasız yeri, önemi ve etkisi vardır. Bu etkiyi ve yeri edebiyatın tüm şubelerinde görmek mümkündür.
Edebiyatın diğer disiplinler ile ilgisi akademik anlamda incelenmekte ve bu meyanda yeni araştırma ve inceleme alanları ortaya çıkmaktadır. Edebiyat Sosyolojisi, Edebiyat Tarihi, Edebiyat Psikolojisi gibi alanlar buna örnektir. Artık Edebiyat Teolojisi de yeni ve bakir bir alan olarak incelenmeyi, araştırılmayı beklemektedir. Her ne kadar günümüzde bu alanda makaleler yazılsa da bu işi daha kapsamlı bir şekilde ele almak ve kavramsal bir çerçeveye oturtmak gerekir.
Yazımızda örneklendirdiğimiz Ahmet Turgut’un “Kalbim Kudüs’te Kaldı” ve Halit Yıldırım’ın “Bahîrâ” isimli romanları edebiyat-teoloji ilişkisinin en güzel örneklerinden birisidir. Günümüzde yaygın seküler anlayış, edebî türlerdeki sınırları kaldırırken birilerinin bu meselelerin romanda işlenemeyeceğini iddia etmesi, inandırıcılıktan ve hakkaniyetten çok uzaktır. Bugün edebî türler arasında neredeyse en popüler olan tür, romandır. Roman da kendi yapısı gereği bu tür konuların işlenmesine müsaittir. Özellikle yeni neslin seküler bir anlayışla yetiştirildiği gerçeği de göz önünde tutulursa onların ilgisini çekmek adına roman elimizdeki en güzel bir argümandır.
[1] Şerif Aktaş, “Edebî Metin ve Özellikleri”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, 15/39 (2010), 188.
[2] Nermi Uygur, İnsan Açısından Edebiyat, 4. Basım, (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları 2016), 13
[3] İlbey Dölek, Kutsal ile Edebiyatın Buluşması: Roman Teolojisi, Tevilat 5/2 (2024)
[4] Zafer Demir, “Sosyolojik Açıdan Edebiyat ve Din”, Nosyon: Uluslararası Toplum ve Kültür Çalışmaları Dergisi, 1, 13/30 (2018), 15.
[5] İlbey Dölek, (2024), agm.
[6] Wesley A. Kort. “What, After All, Is ‘Religion And Literature’?” Religion & Literature 41/2 (2009), 106.
[7] İlbey Dölek, Kutsal ile Edebiyatın Buluşması: Roman Teolojisi, Tevilat 5/2 (2024)
[8] İlbey Dölek, (2024) agm.
[9] Ali Kürşat Turgut, İslâm Düşüncesinde Teolojik/ Felsefî Roman Geleneği, Kelam Araştırmaları, 9:1 (2011)
[10] Ali Kürşat Turgut, agm.
[11] Süheyla ŞENTÜRK, Popüler Kültürün Bir Yansıması Olarak Hidayet Romanlarında Din Algısı: Hekimoğlu İsmail Örneği, İstanbul, 2023
[12] Kemaleddin Taş ve Betül Göksüçukur, "Osmanlı Dönemi Batıcılık, İslamcılık, Türkçülük Fikir Akımları ve Din", Dini Araştırmalar, Temmuz - Aralık 2019, Cilt: 22, Sayı: 56, ss. 463-488
[13] Bedri GENCER, “Şeriatçılıktan Medeniyetçiliğe İslâmcılık: Bir İslâmcılık Tipolojisine Doğru”, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum Tebliğleri. (Ed. İsmail Kara ve Asım Öz). İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, (s.69), 2013
[14] Yasin AKTAY, “İslâmcı Siyasetin Yeni Hâlleri ve Söylemleri”, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Sempozyum Tebliğleri. (Ed. İsmail Kara-Asım Öz). İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları, (ss. 817). 2013
[15] Süheyla ŞENTÜRK, Popüler Kültürün Bir Yansıması Olarak Hidayet Romanlarında Din Algısı: Hekimoğlu İsmail Örneği, İstanbul, 2023
[16] Fikri AYDEMİR, İslami Türk Edebiyatı, Hidayet Romanı Ve Ahmed Günbay Yıldız, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 12/1 s.105-120, 2023
[17] Bilal Demir, “İslami Edebiyat Meselesi: 1960-2000 Yılları Arasında Süreli Yayınlarda Gelişen Bir Edebi Tartışmanın İzlerini Aramak”, Uluslararası Anadolu Sosyal Bilimler Dergisi, c.6, No.3, ss.963-979. 2022,
[18] Süheyla ŞENTÜRK, Popüler Kültürün Bir Yansıması Olarak Hidayet Romanlarında Din Algısı: Hekimoğlu İsmail Örneği, İstanbul, 2023
[19] Bilal Demir, agm., s.965
[20] Mustafa Miyasoğlu, Sanat ve Edebiyat Konuşmaları, Ankara: Akçağ Yayınları. s.50, 1999
[21] Fikri Aydemir, İslami Türk Edebiyatı, Hidayet Romanı ve Ahmed Günbay Yıldız, Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim Dergisi Sayı: 12/1 s.105-120, 2023
[22] Ahmet Sait Akçay, Bellekteki Huriler İslamcı Popülist Kültüre Eleştirel Bakış, 2.Basım, İstanbul: Metamorfoz Yayıncılık, 2012, s. 23, 24.
[23] Necdet Subaşı, “1960 Öncesi İslâmî Neşriyat: Sindirilme, Tahayyül ve Tefekkür”. Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: İslamcılık. (Ed. Yasin Aktay). İstanbul: İletişim Yayınları. 5 (6): 217-231, 2018
[24] Bilal Demir, “İslami Edebiyat Meselesi, s. 968
[25] Bilal Kemikli, “Türk-İslam Edebiyatının Tanımı ve Mahiyetine Dair Bazı Mülahazalar”, I. İslami Türk Edebiyatı Sempozyumu Kitabı, sh.22, 2012
[26] Nesrin Aydın Satar, İslami Modern Türk Edebiyatı'nda Kadın Eli, s. 22, Bursa ‐ 2014
[27] Dr. Âdem Gürbüz, Türk Edebiyatında İslami Romanlar, Sonçağ Akademi Yayınları, Ankara, 2019
[28] Fikri Aydemir, agm.
[29] Akçay, s.21
[30] TDK, 2011: 1098
[31] Dr. Adem Gürbüz, age.
[32] Zeynep Tuba Kesimli, Artık hidayet romanı yazılmayacak mı? Gerçek Hayat, 579, s. 34, 2011
[33] TDK, 2011: 1209
[34] Dr. Adem Gürbüz, age.
[35] Dr. Adem Gürbüz, age.
[36] Ahmet Turgut, Kalbim Kudüs’te Kaldı, Kapı Yayınları, İstanbul, 2017
[37] Sakarya: 2023, 279
[38] Sakarya: 2023, 279
[39] Yasemin Ulutürk Sakarya, Roman Kişilerinin Gözünden Kudüs’e Bakmak: Kalbim Kudüs’te Kaldı, Dil ve Edebiyat Araştırmaları (DEA), Bahar, 2023; (27) 273-290
[40] Ahmet Turgut, Kalbim Kudüs’te Kaldı, Kapı Yayınları, Sh: 96, İstanbul: 2017
[41] Turgut 2017:99
[42] İlkay Coşkun, “Bahîrâ” Halit Yıldırım Romanı Hakkında, Gökmavi Dergisi, Sayı 21, Eylül 2021



