
İNSANIN harekete geçmesi, farklı bireylerle iletişim kurması ve gelecekte davranış değişikliğinin olabilmesi için bireyin fiillerinin tetiklenmesi gerekir. Kişinin fiillere girmesi yüce bir gerçektir ve buna sahip olan bir kimsenin olması gerekir. Bu ikili dengeyi kuranlar işe yarar bir şeyler yapabilirler.
Kendini tarafsız olarak gözleyebilen her insan kendisinde olanları bizzat hisseder. Bu his ölçeğinin ana mihenk taşı tecrübedir. Herkes bilir ki, tecrübe kolay veya bilgi yoluyla elde edilebilecek kestirme bir varlık değil, bir aşamanın tamamlanması neticesine hâsıl olan veridir.
Büyük yazar, düşünür ve fikir adamlarının bir şeyleri diğerlerinden farklı olarak ortaya koydukları konusunda insanlık hemfikirdir. Bu tarz bir kimsenin bir şeyi iyi yaptığı nokta, o kişinin kalabalıklardan farkını da ortaya koyar.
Farklılık, birey sayısı kadar çok olsa yeridir. Zira her insan özeldir. Bu çerçeveden bakıldığında insanı özel kılan donanımların ortaya konulması gerekir. Her insan özel olmasının yanında ciddî sorumlulukları da beraberinde getirir. Bir insanın özel olması onu toplum içinde de özel yapmaz. Bireyin “özel” olduğunu ortaya koyması gerekir.
İnsanların toplum içinde sıradan veya özel olarak ikiye ayrılması çok akıllıca bir iş değildir. Ancak “keskin bir hat ile akıl yürütebilenler” ve “akıl yürütemeyenler” şeklinde ikiye ayırmak doğrudur. Zira toplum içinde ve tarihî geçmişe geri dönüp bakıldığında akıl yürütebilenlerin yani düşünebilenlerin oldukları görülür. Bu iş zor olduğundan, sayıları da toplumun geneline göre azdır.
Akıl yürütemeyen insanlar bu durumun kendi aleyhinde olacağını fıtrî olarak anlar ve korku içine girer. Korkunun ecele faydası olmadığında akıl yürütmemeyi benimsemiş olanlar, hayat süren leşler şekline de bürünebilirler. Bu kadar tehlikeye sahip bu durum, isyan bayraklarını çeker. Akıl yürütememek; kesmek, iptal etmek ve olumsuz şeylere zemin hazırladığından, korku bu plândan sonra “vesvese” şekline bürünür.
Düşünmek zor iş olduğundan, bunu başaranların sayısı da azdır. Toplum içinde bir elin parmaklarını geçmeyecek sayıda düşünürlerin olmasının nedeni budur. Zoru başarmak kolay olmadığından, insan daha az emekle çok emek peşinde koşmayı tercih eder. Bu koşuş, insanı maddî imkânlar açısından fayda sağlamanın ötesine geçirmez. Bu pencereden maddî kazançlar birer oyuncak hükmüne düşer. Aynı maddî imkânlar düşünme ve akıl yürütme ölçeğinde olsa büyük fırsatlara ve yeni denizlere yelken açar. Bunun en basit göstergesinin açık bir söz ve kalbe atılan mânâ şeklinde anlaşılması doğrudur.
Bilindiği üzere iç ve dış on adet duyu yoluyla bir cismi algılayan insanın kalbinde bir etki oluşur. Etkinin acı ve tatlı yanları kalple irtibatlı çalışır. İnsanın kalbinde oluşan acı yönler isyana, tatlı yönler ise itaat yoluna girer.
Acı yönler vesvese ile uyumlu olur ve doğruları keserek kötülüğe gider. Tatlı yönlerin insanları iyiliğe götüreceği açıktır. Acı yönler akıl yürütmemekle, tatlı yönler ise akıl yürütmekle ilgilidir. Acı yönlerin gerçekleri kesmekle ilgili olmasının aksine tatlı yönler insanı gerçekte sabit kılar.
Duygu anlamına gelen bu minvâldeki kavramlar havâtır, devâî ve vârid gibi kelimelerle ifade edilir. Aralarında farklılık olan bu kelimelerin duygulara en kestirme karşılığı “havâtır” olarak görülebilir.
Aklın yolu
Akıl yürütme ön plânda görünüyor. Ancak akıl ile kalbin iletişimde olduğu düşünüldüğünde, bu bağlantıların açık edilmesi gerekir. Akıl yürütmenin maddî merkezi beyindir. Beyin, en nihayetinde maddî ve canlı hücre iyon gibi çerçevede olup, sürekli diri ve canlı olan bir organdır. Çalışma şartlarını kalp ile iletişimi iyon hareketlerinden elektrik dalgaları, kan basıncı, hormonlar ve nabız dalgaları şeklinde düşünmek doğrudur. Kalpteki sinir hücreleri doğrudan beyinle bu yollarla iletişim hâlindedir. Bu nedenle insanın sağlamlığı noktasında bazen beyin, bazen de kalp merkez alınagelmiştir.
Beynin çalışması daha çok maddî veriler üzerinden yürürken maddî kalbin çalışması da elektrik ve kan eksenli düşünülebilir. Ancak manevî kalp ve maddî kalp daha çok iç ve dış duyular üzerinden veri toplar. Bu yönüyle kalp dış ve iç dünya ile doğrudan iletişim hâlindedir. Beyin bir adım arkasından gelir. Kalbe iyi bakmak gerekir; çünkü duyuların kaynağı bu merkezdir.
Duygular insanların yaşlarına göre değişiklik arz eder. Okul öncesinde tamamen duyguların etkisinde olan çocuk, ortaöğretim döneminde duyguların yanında somut bir dünya ile karşılaşır. Ergenlik döneminde somut bir evren inşâsı, genç erişkin döneminde akıl ve mantığı soyut işlemlerle birleştirdiği akıl yürütme evresine ulaşır. Bundan sonra kişi akıl yürütme eksenli bilişsel ve fizyolojik davranış aşamasında hayatına devam eder.
İnsan kalbi anlık ve sürekli gibi çok geniş yelpazede açık söz, yeni doğan filizler, duygu ve düşüncelere kaynaklık ve beşiklik eder. İnsanlar önce bununla muhatap olurlar. Buraya gelenler nur ve kir gibi iki yoldan dolar. Aslında bunun kontrolü kolay olmakla birlikte, erişkin bireylerde aklın yanında fizyolojik etkiler de belirleyici olduğundan kişi gerçekle yüzleşmek zorundadır.
En temelde korku, öfke, beklenti, şaşkınlık, tiksinme, kibir, üzüntü, sevinç, utanç ve güven gibi duyular temel kabul edilse de bunların sayıları bir hayli fazladır. Bunlar arasında teslimiyet, aşk, optimizm, agresiflik, küçümseme, pişmanlık, kınama ve görkem gibi hisler vardır. Bunlar ikiye ayrıldığında ise nar ve nur gibi iki kalıba sığarlar. Duyguların ne kadar çeşitli olduğu çok önemli değildir. Bunların kişiyi ne kadar yönlendirdiği mühimdir. Mühim olan iş de bu noktada insanın akıl yürütmesine ve doğru akılla doğru karar vermesine engel olmaması esasıdır. Bu aşamada gerçekte sabit kalmak için karar verme mekanizmasının rolü önemlidir.
Doğru karar vermek için gerçekte sabit kalmanın gerekliliği, geçmişe ait doğrularda belirgin olunmasıdır. Bu duyguların en tehlikelisi kibirdir. Zira kibir, kişinin kendisini diğer kişilerden üstün görüp başkalarını küçük görerek yaratılışa bir başkaldırıdır. Kabulü ise mümkün değildir.
Duygu anlamına gelen bu minvâldeki kavramlar havâtır, devâî ve vârid gibi kelimelerle ifade edilir. Aralarında farklılık olan bu kelimelerin duygulara en kestirme karşılığı “havâtır” olarak görülebilir. Çünkü havâtır, devâî ve vârid gibi kelimeler arasında akıl yürütme eylemini başlatan unsur havâtırdır. O zaman öncelikle duygular (havâtır) iki ana grupta toplandığında gidilen yola bakmak gerekir. Birinci yol “Rahmânî havâtır” olarak görülür. Bu grupsa rabbanî ve melekî olarak iki durumu içerisinde barındırır. Bu birinci duygu/havâtır yolu zihnî mekanizmayı harekete geçirir. İkinci yol ise şeytânî havâtır yoludur. Burada ise şeytânî ve nefsânî duygular yer alır. Bu durumda insan, düşünmesini engelleyici rolü olan çukurda bulunur.
Duygular kalpte inkişaf edip beyne ulaştığında bazıları kötü, bazıları ise iyi koltuğa otururlar. Kötü koltuk olarak nitelendirilen duygular insan düşüncesini engelleyip akıl yürütmeyi durdururlar. Diğerlerinde ise zihnî mekanizmayı harekete geçiren melekî havâtır rol oynar.
Şeytânî havâtır yolu düşünmeyi engelleyici olduğundan, fizyolojik yola girip sadece burada akıl yürütmeden ilerler. Bu nedenle akıl yürütme bu yolda kapalıdır. Geriye kalan akıl, fizyolojinin yanında doğrudan yer almaz. Bu nedenle akıl, iptal edilmesi tercih edilen bir durumdur. Aklın iletişimde olduğu duygu yolu Eahmânî havâtır olarak görülen rabbanî ve melekî duygu yoludur. Bu yol bilginin oluşmasında ve insanın akıl yürütmesi sırasında eyleme girişmesinde rol alır. Doğrudan bütün havâtırlar aklı kullanmayı sağlamaz. Bu nedenle Rahmânî havâtırlar zihnî mekanizmayı harekete geçirirler.
Harekete geçirilen zihnî mekanizma, fiillerin meydana gelmesinde başlangıç noktasını teşkil eder. Azim ve iradenin Rahmânî havâtırların zuhurundan sonra gelir. İnsanların ruh hâlinde biyokimyasal ve çevresel tesirlerle etkileşmesinden doğan değişimler süreci duyguları tetikler. Duyguların bu tetikleme ile en başından itibaren doğruya kanalize olması gerekir. Bu nedenle ruh hâli iyi olan kişinin duyguları da Rahmânî olup günlük hayatta akıl yürütmede merkezî rol oynar. Duyguların akıl yürütmede bu derece etkili olması ruh hâlinden kaynaklandığı için, ruh hâlinin, dolayısıyla da ruh bakımının doğru yapılması gerekir. Ruh bakımını etkileyen şeylerin başında düzenli ve doğru bir hayat önemli rol oynar; az yemek, az konuşmak, Allah (cc) inancı, sabır ve olumlu düşünme gibi etkenler bunlardandır. Özellikle yenilip içilen şeyler buna etki eder. Bu nedenle bedene giren sıvı ve katı gıdaların sınırlarını aşmamak gerekir. Tıka basa yemek, insanda hiç iyi duyguların açığa çıkmasını sağlamaz.
Bu konuda en geniş duygular ölçeğini Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin yaptığı görülür. İbnü’l-Arabî’ye göre duygu/hâvatır, “Allah’tan (cc) gelen akıl, nefis, arş ve kürsî mertebelerine uğrayıp buralardan çeşitli renkler aldıktan sonra yeryüzüne inen ve insanların kalplerinde tecelli eden bir emr-i ilâhîdir”. Buna göre insanın bir kendisi, bir de kendi haricindeki her şeyin bunda katkısı olduğu görülür. Yapılması gereken, doğru ve hak yolda ilerleyip orada duyguları kanalize etmektir. Bunun en kestirme yolu, olayları güzel düşünecek derecede algılamak ve güzel akıl yürütmenin sürdürülebilir yolunun kalıcı olmasıdır. Bu nedenle kişi, beden kafesinin kölesi değil, çeşitli renkler aldıktan sonra yeryüzüne inen ve insanların kalplerinde tecelli eden duyguların devamlılığının sağlanmasıyla gerçek akıl yürütmeyi başarmış makbul birey olmalıdır. Bunun en önemli yolu da bedenin kölesi değil, bedeni Rahmânî duyguların emrine vermektir.
Rahmânî duyguların devamlılığını sağlayan kişi, toplum içerisinde diğerlerinden ayrışır. Kibir bu Rahmânî duyguların en büyük düşmanıdır. Kibir ve ucb kelimesi, literatüre “ahlâk” terimi şeklinde girmiştir. Kibirli olan kişinin ahlâk çerçevesinde kalmayacağı açıktır.
Bir kişinin aldanması, geçici değerlere kalıcı özellik vermesindendir. Bu nedenle kibir, ucb ve gurur, aldanmanın en büyük delilleridir. Çok tehlikelidir ve mutlaka ahlâk sınırları içine giren düzeyde kalması gerekir. Çünkü gelip geçici şeyler ilâh olamayacağı gibi, geçici şeylere kalıcı özellik katmak da İlâh’a başkaldırmaktır. Diğer bir deyişle, geçici dünya malına kalıcı gibi değer verip onunla kibirlenmek ve gurur duymak, şirke giden en tehlikeli bir yoldur.