Kalb-i fersude

Sanat, din ve felsefede üzerinde çokça durulan sevgi, ailede eğitimle başlar. Kişiyi iyiye götüren, doğruya ve güzele meylettiren en hakikî mabet, tuğlaları sevgiyle örülmüş bir evdir.

İNSAN ne anlamalıydı sevmekten? Daha iki satır tutuşturmaktan mustarip is kokusuna düşen, yüreği yakmadan dumanında tüten insan, ne anlamalıydı yollara serilmekten? Gri bulutlara aşikâr; içerlerinden merhamet sökülmüş, düşünme melekesi yitirilmiş, suni ve yapay bir distopyaya maruz bırakılan prangalı yolcular… Maharet sayılıyor bu şehirlerde kurşuni renklerin avcıları.

Mermer soğuğundan nem kapıyor oysa çocuklar. Hayatın bir köşesine iliştirilmiş, bakışları silik, ruhsuz, korkusuz… Herkes kaybettiğini aramakla meşgul ancak şuursuz. Istırap lokmalarını bir bir yutarken metropol duraklarında, en çok sevgisizlik yırtıyor boğazını insanın. Kan ağlatan bir yalnızlık, salaş kollarda absürt bir çanta. Ve günahın en kesif izleri gülmeyen yüzlerde kara bir tahta. Sevgisizlik, bir tokat gibi hayat okulunun silsilesinde sınıfta bırakıyor. Öznesiz cümleler kucaklıyor göğü. Bir bir devriliyor kıyamet gözler önünde. Cinayet, intihar, ihtiras, istismar ve dahi sevgiden yoksun daha ne varsa… Reyting depolamak şöyle bir yana dursun, bal şerbeti sandığı kâselerden bilmeden zehri yudumlayan insan, hicranzede. Yastık altında kalmış âb-ı Kevser, düşlere ışık tutamaz buzdan evler. Bir yıldız şerh etmeli sevgi dolu gözlerden, tatlı bir söz inşâ etmeli. Hiç değilse, arşın altında gölgelenen yedi sınıf insandan biri olmayı amaç edinmeli. Birbirlerini Allah için sevip buluşmaları da, ayrılmaları da Allah için olan iki insandan biri olabilmeli.

Pejmürde bir evin kırık pencerelerinde kuşların hayâli, perdesinden süzülen bir sükût-u ahval, duvarda asılı bir çaresizlik… Kalpte yiten ne varsa hepsi fersude. Sevmeden yapılan her iş beyhude. Harabeye dönen kaskatı ruhların dört bir yanı surlarla çevrili. Hangi sözcüklerde saklıysa sevmek, “Elma!” demeden çıkmalı. Bir işaret beklemeden şefkatle sarmalı. Egoizm, para, hırs ve laçkalık putlarını sağlam balyozlarla yıkmalı. İbadet sevgisini, mümin bilincini, ilim ve irfan gayretini sımsıkı kuşanmalı.

Bir yanı uçmak isterken insanın, diğer yanını neden yaya bırakır ki? Bir çağ tuzağı mı? Kutsal Kitabımızda yemin atfedilen asrın suçu olmamalı bu. Zira “ayak uydurma” safsatası ne zamandan geliyor, ne mekândan. Varsa bir hastalık ya batıldan ya da nefsimizden. Temel dinamiklerimizi, ahlâkî erdemlerimizi ve ailemizi hedef alan yazılı, görsel veyahut sözel her ne var ise hepsine “Dur!” diyecek imanî bir sevgi ile donanmanın vakti gelmedi mi?

Anadolu’da ekim zamanı buğday serpilirken toprağa, nasırlaşmış ellerden atalık tohumlar fırlatılırken tarlaya, sevgiyle mırıldanırmış bilge kadınlar derler: “Kurda, kuşa, aşa…” İki doğaya, bir bize… Çünkü vermekle çoğalmayı, sevmekle var olmayı bilirmiş insan. Sevmek mevsimi açarmış on iki ay. Itır çiçeği kokarmış yağmurlar. Sonbaharın rüzgârı, kışın beyaz gerdanlığı, ilkbaharın yeşeren ağaçları, yazın ışıl ışıl denizi ve üzerinde dans eden kuşları, kış uykusundan doğaya uyanan hayvanları sevgiyle selâmlarmış her yeni gün. Sevmek şefkatle, vermek sabırla örülen bir gönül ocağı imiş.

“Sevmek” ve “vermek”, mânâ itibariyle farklı gibi görünse de esasen bölünmez bir bütündür. Su gibi, kuruyan çöllerin pınarı olur, çatlayan sinelerin membaı olur. Rahmânî bir oluşum içerisinde nasibe mutmain ve mutluluğa kâin olur. Susuzluğunu sevmekle ve vermekle gideren insan, kendine yeni değerler katar. Kendini bilen, Allah’ın emir ve yasaklarını şiar edinen insan, doğru bir yol üzere yaşar. Aile ortamında, okul hayatında, iş yerinde, sosyal çevresinde ve daha birçok bulunduğu ortamda birbirini dinleyen, birlikte gülen, küçük hediyelerden ve sürprizlerden kaçınmayan, nazik, özverili ve en önemlisi de duygularını ifade edebilen insan, hakikî sevginin bir şifa olduğunu anlar. Yoksa sevmeden sevilmeyi beklemek, boş bir kazana kepçe daldırmak gibidir. Ruhu da, kalbi de aç bırakır, açıkta bırakır.

Tokmağı yoktur bazı kapıların. Vazgeçmeden severek beklemenin ve sabretmenin güzelliği ise çoktur. Kuşların göğsünden taşan çığlığa gark olmak gibidir bir gönlün kapı arkasında kalmak. Yaralı kelimelerin kekremsi tadı dudaklarda, yüreği işgal eden bir gecenin korkusu çıkmazlarda… Gitmeye direnen ayaklar yalın; ötesinde yollar kavisli, yollar yokuş… Sicim sicim gözyaşıyla yankı bulur belki bu vuruş. Her hâliyle sevmek, tahammülü erdem bilmek, hakikatli bir duruş.

Sabahın erken vaktinde doğan uhrevî ses, ömrümüzün orta yerinde asude bir nefes. Fecrin güzelliğinden geliyor biraz da sevmek. Gün gibi, güneş gibi aydınlatıyor zifiri hissiyatları. Sevmekle iyileşiyor onulmaz yaralar. Sevmekle büyüyor iyilik tohumları. Sevmekle şaşmıyor kıblegâh. Allah’ı ve Peygamberlerini sevmekle başlıyor ahde vefa.

Gerçek mümin, Allah’ın güzelliğini kavrayan, lütfunu bilen ve nimetlerine şükreden kimsedir. Bu idrakteki kul Rabbini sever, insanı sever, yarattıklarını sever. Kalbini Allah’la zikreder. Davranışlarında O’nun rızasını ve memnuniyetini kazanmayı hedefler. Sevgisi zihinde belirir, kalpte yeşerir. Güzelliği suretine, sîretine, edep ve adâbına tezahür eder.

Sanat, din ve felsefede üzerinde çokça durulan sevgi, ailede eğitimle başlar. Kişiyi iyiye götüren, doğruya ve güzele meylettiren en hakikî mabet, tuğlaları sevgiyle örülmüş bir evdir.