Kâinat şifresinin mucizevî anahtarı: Dil

“Dil, ‘içtimaî’ bir müessesedir. Dil, millete aittir; fertlerin ve zümrelerin dili olmaz. Dil millîdir, şahsî olan üslûptur” der Seyyid Ahmed Arvasî. İçtimaî olmak, bir kültür kurmak, medeniyet inşâ etmek hep dil ile mümkündür. Güçlü bir toplum olmanın en büyük şifresi, toplumdaki bireylerin birbirilerini tanıması ve anlamasındadır. Ortak bir paydada buluşmak, ancak etkin ve güçlü bir dil ile mümkündür.

“O'nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de gökleri ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır.” (Rûm, 22)

“Dil” denen mucize

Rabbimiz insanı yeryüzünde bir halife olarak yaratmak istediğini beyan edince, meleklerin işin hikmetini öğrenmek amacıyla soru sormaları sahnesi Kur’ân’da anlatılmaktadır. “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” İlâhî ikazının ardından Hazreti Âdem’e bütün isimlerin öğretildiği belirtilip meleklere bazı eşyaların isim ve hakikati sorulduğunda, “Biz ancak Senin bildirdiğini biliriz” cevabı alınmış ve bunun üzerine Âdem’e (as) secde etmeleri istenmişti.

İşte ilk insanın yaratılması ile başlayan konuşma süreci, dahası dil, bugüne kadar insanoğlunun diğer canlılardan ayrılan en önemli özelliği olmuştur. İnsanoğlu dil sayesinde sosyal bir varlık hâlinde yaşamış, kültürler ve medeniyetler vücuda getirmiştir.

Hucurat Sûresi’nde bu durum, “Bizler sizi birbirinizle daha iyi anlaşasınız diye kabile kabile yarattık” buyurularak izah edilmiş. Burada her topluma bir dil verildiği, bu dil sayesinde bir millet vücuda geldiği de anlaşılmaktadır. Yine Rûm Sûresi’nde de lisanların ve derilerin farklı olması, Allah’ın varlık ve kudretinin delillerinden biri olarak görülmüştür.

O dil ki, Rabbin mesajlarını kula, kulun münacatını Rabbine ileten kutlu bir vasıtadır. O dil ki, muarefenin, derdini anlatmanın, medeniyetler inşâ etmenin en büyük aracıdır. O dil ki, sevginin kalpten kalbe akışının en mahrem gizemidir. Kısacası dil, kâinat şifresinin mucizevî anahtarıdır.

Dilin açmadığı hiçbir kapı yoktur. Merhamet kapısı onunla açılır, cennet kapısı onunla açılır, iyilikler, güzellikler onunla açılır. Maalesef her türlü kötülüğün kapısı da yine dil ile açılır. Günahın, isyanın, şirkin, iftiranın ve sonuçta cehennemin…

Dinin anahtarı dil

Dil ve din, kültürü oluşturan iki temel unsurdur. İnsanı insan yapan, insanlar topluluğunu millet yapan da dil ve dindir. Dünyaya başıboş ve beyhude gönderilmeyen insanın yaratılış gayesi, kendini yaratan Rabbine kulluktur. İnsan, Rabbine kul oldukça insan olacaktır. Zira Rabbi, onu en güzel biçimde yarattı. Ama kulluk şuurunu idrak etmeyenleri “esfel-i safilîn”e indirdi.

Hz. Peygamber’e sahabeler bir gün sormuşlar: “Din nedir ya Rasûlallah?” Efendimiz, cevaben “Din nasihattir” buyurmuşlar. Nasihat ne ile olur? Elbette dil (lisan) ile… İşte dil ve din, birbirlerine et ve tırnak gibi yapışmış durumda. Dil olmadan dini yaşamak imkânsızdır. Kitabımızın ilk emri “Oku” şeklindedir. Okumak, yine lisan ile mümkündür. Dil, dinin de anahtarıdır.

Yavuz Bülent’in şu tespitleri ne kadar da manidardır: “Yanlış dil anlayışı değiştirilmedikçe ilerlememiz, kalkınmamız mümkün değildir. Uydurma kelimelerle veya kısır bir dille dini anlatmak mümkün olmadığı gibi, o kısır kelimelerden meydana gelen bir dilde edebiyat yapmak da, ilim yapmak da, felsefe yapmak da, şiir yazmak da mümkün olmaz.”

Bilal Ünsal, konu ile ilgili bir makalesinde Kıbrıs’ta yaşanan şu ibretamiz olayı anlatır:

“Kıbrıs İngilizlerin eline geçince, önce dinî eğitim veren müesseseler kapatılır ve din adamlarının yetiştirilmesi engellenir. Mevcut din ve ilim adamları devlette yüksek maaşla başka bir görev, İngiltere’ye götürme gibi değişik vesilelerle görevlerinden uzaklaştırılırlar. Fakat bu arada Müslümanların Cuma namazına gitmeleri kanunla mecbur tutulur. Artık zamanla gerçek anlamda din adamı sıkıntısı baş göstermiştir. Bu boşlukta, dinî konulardan bir parça haberdar olan, daha güzel Kur’ân okuyabilen fakat donanımsız ve yetersiz bazı insanlar din adamı olarak görevlendirilir.

Bu arada da disiplinli İngiliz eğitim sistemi ile halkın eğitim seviyesi yükseltilmiş, dünyayı ve gelişmeleri din adamlarından daha iyi bilen halk, kanun gereği Cuma namazı için her hafta camiye gittikçe dinin yavanlığı ve geri kalmışlığı gibi düşüncelerle camiden dönmüşler. Çünkü halkın nazarında din adamları cahil insanlar ve onların temsil ettiği düşüncelerin de çok doğru şeyler olmayabileceği fikri oluşturulmaya çalışılmış. Bu düşünce her hafta daha da gelişmiş. Sonunda, ‘Bu çağda bununla bir yere gidilmez, din çağın gerisinde kalmıştır; dolayısı ile ileriye gitmek için bu işleri terk etmek lâzım’ düşüncesi, ortaya kasıtlı olarak çıkarılmıştır.”

Burada Yavuz Bülent Bakiler’in bir konferansında dinlediğim bir olayı aktarmak istiyorum. Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, 80’li yıllarda Avustralya’yı ziyaret eder. Kıbrıslı bir Türk olan İbrahim Dallal, Altıkulaç Hoca’yı ziyarete gider. Yanında da birkaç genç vardır. “Efendim” der, “Bu yanımdaki gençler, 1900’lerde buraya İstanbul’dan gelen Hüseyin Ârâ Efendi’nin torunları! Aile şu an 400 kişiye yaklaşan bir mevcuda sahip. Maalesef bu çocuklar tek kelime Türkçe bilmiyorlar ve hepsi de gayr-i Müslim! Lütfen buraya Türkçe öğretecek hocalar gönderin. Nesillerimiz bu akıbete sürüklenmesin. Dilini unutan, dinini de unutuyor”.

“Kâmus nâmustur” diye meşhur bir söz vardır. Bu söze göre dil, ait olduğu milletin nâmusudur. Bizde olduğu gibi bu dil, eğer dinin nesilden nesle aktarılma dili ise, bu dili korumak, dini korumakla eşdeğer öneme haizdir.

İçtimaî düzenin anahtarı dil

“Dil, ‘içtimaî’ bir müessesedir. Dil, millete aittir; fertlerin ve zümrelerin dili olmaz. Dil millîdir, şahsî olan üslûptur” der Seyyid Ahmed Arvasî. İçtimaî olmak, bir kültür kurmak, medeniyet inşâ etmek hep dil ile mümkündür. Güçlü bir toplum olmanın en büyük şifresi, toplumdaki bireylerin birbirilerini tanıması ve anlamasındadır. Ortak bir paydada buluşmak, ancak etkin ve güçlü bir dil ile mümkündür.

Dilin kodları ile oynamak, tasfiyecilik, dilde devrim gibi gereksiz müdahaleler, dilde, dolayısı ile toplum yapısında bir kaos çıkarmaktan, anarşiye yol açmaktan başka bir şeye yaramamıştır.

Özellikle ülkemizde bir dönem uygulanmak istenen ve bunun özlemini duyan, milletine, değerlerine yabancı birtakım çevreler hâlâ mevcuttur. İslâmiyet’e karşı menfi tavır takınan bu çevrelerin asıl hedefi, dinî bazı terimleri, Arapça ve Farsça kelimeleri tasfiye ederek kendilerinin uydurdukları bir dili topluma dayatmaktır. Sonuçta kişilerin konuştukları ve yazdıkları birtakım kelimeler, onların sağcı veya solcu gibi kamplara ayrılmasından başka bir işe yaramadığı gibi, bu çevreler Fransızcadan, İngilizceden dilimize sokulan kelimelerden rahatsız olmadılar nedense! Herhangi bir şehrin sokaklarında, çarşılarında asılı yabancı kelimelerden oluşan dükkân isimlerinden çağdaşlık adına hoşnut da oldular.

Prof. Dr. Cevdet Erdöl, bu değişimin sonuçlarını şu şekilde izah etmiştir: “Ne vakit ki, devletin dili ve halkın dili ‘yabancı kültürlerin tesiriyle zenginleşmek’ adı altında kültürel ama kapsamlı ve sistemli bir saldırıya maruz kalmış, işte o vakit devlet ile millet, farklı dillerden konuşmuş ve farklı tellerden coşturulmuştur.”

Nurettin Topçu, "Anadolu’da dokuz yüzyıl gelişen Türkçemizi elli yılda kısır ve cılız bir kabile dili hâline koyan suikastın, hem millet kalbine batırılmış bir hançer, hem de edebiyat kapısına vurulmuş kilit olduğunu görmeyenler, Türk milletini sevmemiş olanlardır" demektedir.

Yavuz Bülent’in şu tespitleri ne kadar da haklıdır: “Türkiye'de bir karış toprak, bir tutam ot, bir salkım üzüm veya ‘Yüzüme neden öyle baktın?’, ‘Bana niye yol vermiyorsun?’ sorusu yüzünden cinayetler işlenir, insanlar 20 yıl, 25 yıl hapishanelerde çürürler. Sebep, dildeki paslanmadır. Yûnus Emre ne kadar doğru söylemiş: ‘Söz ola kese savaşı/ Söz ola bitire başı/ Söz ola ağulu aşı/ Bal ile yağ ede bir söz…’”

Söz söylemesini bilmeyenler, büyük felâketlere sebep olurlar. Kelime dünyaları zayıf olanların şiir yazmaları da, şiiri anlamaları da mümkün değildir.

İstiklâlin anahtarı dil

Yavuz Bülent Bakiler, “‘Dil mi, istiklâl mi?’ diye sorduğunuzda gözümü kapatarak ‘Dil!’ derim. Çünkü istiklâlini kaybeden milletler, dillerini, kendi kültürlerini kaybetmedikleri takdirde muayyen bir zaman sonra tekrar millet olma özelliğini gösterirler. Dil, istiklâlden de çok mühimdir” der.

Anadilini kaybeden toplumlar, maalesef sömürge toplumlardır. Bugün birçok örneğini gördüğümüz bu durum içler acısıdır. Amerikalı Zenci, Fransız Zenci gibi bir isimlendirmeyle bu durum, insanlara sıradan bir şeymiş gibi öğretilmektedir. Geçmişte, sömürü ülkelerinde resmî dil, o ülkenin anadili değil, hâkim devletin dili idi. Bu örnekler bize, dilin aynı zamanda istikbâlin de anahtarı olduğu anlatmaya yeter de artar bile.

İstikbâlin anahtarı dil

Konfüçyüs’ün, "Bir ülkenin yönetimini ele alsaydım, yapacağım ilk iş, hiç kuşkusuz dilini gözden geçirmek olurdu. Çünkü dil kusurlu ise, sözcükler düşünceyi iyi ifade edemez. Düşünce iyi ifade edilemezse, görevler ve hizmetler gereği gibi yapılamaz. Görev ve hizmetin gerektiği şekilde yapılamadığı yerlerde âdet, kural ve kültür bozulur. Âdet, kural ve kültür bozulursa adalet yanlış yollara sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli değildir!" der. Bu sözden de anlıyoruz ki dil, bir milletin istikbâlinin anahtarıdır.

Komünist İhtilâli’nden önce Asya Türkleri ile Anadolu Türkleri arasında müşterek bir yazı diline doğru gidiliyordu. Ruslar, Kazan’daki üniversitede Türk lehçeleri ve ilâhiyat üzerine çalışan Ortodoks papazı Prof. Nikolay İlminskiy’in geliştirdiği projeyi uygulayarak muhtelif Türk şiveleri arasındaki küçük farkları abartarak Özbekçe, Kazakça, Kırgızca, Azerice diye dil ilmine aykırı beş on dil icat ettiler. İlminskiy’e göre, Rusya idaresinde yaşayan ve Rus olmayan milletleri Ruslaştırmanın tek yolu vardı. O da bunlara Rus dili ve Hıristiyanlığın öğretilmesiydi. Bu proje sayesinde uzun yıllar hâkimiyetlerini sürdürdüler. Bugün belki Demirperde yıkıldı ama hâlâ onların ortaya koyduğu bu dil ve alfabe fitnesi etkisini göstermektedir. 

Kültürel mirasın anahtarı dil

Mehmet Kaplan, "Kültür, bir topluluğu, bir cemiyeti, bir milleti millet yapan ve onu diğer milletlerden farklı kılan hayat tezahürlerinin tümüdür" der. Kültür, bir milletin şahdamarıdır ve “kültür” denilince bir milletin konuşmuş olduğu dil, mensup olduğu inanç ve o milletin gelenek görenekleri, güzel sanatları anlaşılır.

Balzac diyor ki, "Millet, edebiyatı olan topluluktur". Edebiyatın temel malzemesi dildir. Dil olmazsa din de olmaz, millet de.

Dil, en etkili kültür aktarıcısıdır. Sözlü ve yazılı kültür ürünleri dil aracılığı ile nesilden nesle aktarılmıştır. Zira milletler, kültürel miraslarını “nesiller” ile devam ettirirler. Şayet bu “nesiller” arasında dil birliği yok ise, bu aktarım maalesef imkânsızlaşacaktır. Oysa nesiller birbirleri ile din, dil ve vatan birliği olarak, tıpkı bir tespih gibi sımsıkı bağlı olmalıdırlar.  İdeolojik bağnazlıklar bu bağın oluşmasında en büyük engeldir. Toplumları değiştirmeye çalışanlar, ilk önce dilden başlarlar. Bizim ülkemizde de maalesef bunların acı tecrübeleri yaşanmıştır. Sözde Kemalistlerin kaçı Nutuk’un orijinal metnini okuyup anlayabiliyor, bunu bir sormak lâzım.

Medeniyet inşâsının anahtarı dil

Prof. Dr. Cevdet Erdöl, bir yazısında şu tespitlerde bulunur: “Dil, bir toplumun aynasıdır. Bu nedenle dil, toplumun medeniyetini yansıtır. Dil yapısının güçlülüğü ve zenginliği, devletin ve milletin medeniyet algısının ve seviyesinin de güçlülüğüne delâlet eder.”

Nihat Sami Banarlı’nın ifade ettiği gibi, “Bizim dilimiz bir imparatorluk dilidir; her milletin dili, imparatorluk dili olamaz, çünkü her millet imparatorluk kuramaz”. İşte neredeyse bin yıllık bir beraberliğin sonucu, iletişimde bulunduğumuz Araplardan birtakım Arapça kelimeler, Farslardan birtakım Farsça kelimeler almışız. Onları kendi dilimize, kendi edebiyatımıza uygun hâle getirmiş ve kullanmışız. Artık bu kelimeler Türkçeleşmiştir. Bunları tasfiye etmek, bir ağacı budamak adına kökten balta ile doğramaya benzer.

Yavuz Bülent’in aktardığı şu tespitler ne kadar da yerindedir: “Batı’da sekiz yıllık eğitimden geçen çocukların ders kitaplarını Batılı ilim adamları, yetmiş bir bin kelimeyle yazıyorlar. Türkiye’de ise altı yedi bin kelime civarında...”

Bakiler bu vahameti şu şekilde açıklıyor: “Bir nesil düşününüz ki, Batı’da yetmiş bir bin kelimeyle okuyor, düşünüyor, yazıyor ve bir nesil düşününüz ki, Türkiye’de altı yedi bin kelimenin yüzde onuyla düşünüyor ve konuşuyor. ‘Gittim, geldim, baktım, gördüm, yattım, kalktım, ağladım, güldüm’ şeklindeki kelimelerle konuşmak Türkçe değil. Siz bu çocukların eline meselâ Cumhuriyet devrimizin önemli yazarlarından biri olan Peyami Safa’nın, Necip Fazıl’ın, Cemil Meriç’in, Falih Rıfkı Atay’ın kitaplarını koyduğunuz zaman, çocuklar bu kitapları okuyup anlayabiliyorlar mı? Hayır, anlayamıyorlar! O zaman ne mânâ ifade eder onların sadece okuryazar duruma gelmeleri? Biz o bakımdan dünyada en az okuyan milletlerin başında geliyoruz.”

Oysa Yusuf Kaplan’ın da dediği gibi, “Düşünce, dilin kanatlarında yükselir”. Dillerini yitiren toplumlar, kanadı kırık birer kuş gibidir, uçamazlar. Düşerler. Bir kez düşünce de artık hem düşünemez, hem de düş görme yetilerini yitirirler. Medeniyetler, kurucu fikir, sanat ve ahlâk kaynaklarından doya doya içildiği zaman hayat fışkırır.