
“O'nun varlığının ve kudretinin delillerinden biri de gökleri
ve yeri yaratması, lisanlarınızın ve
renklerinizin farklı olmasıdır. Elbette
bunda bilen ve anlayan kimseler için ibretler vardır.” (Rûm, 22)
“Dil” denen mucize
Rabbimiz insanı
yeryüzünde bir halife olarak yaratmak istediğini beyan edince, meleklerin işin
hikmetini öğrenmek amacıyla soru sormaları sahnesi Kur’ân’da anlatılmaktadır.
“Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” İlâhî ikazının ardından Hazreti Âdem’e
bütün isimlerin öğretildiği belirtilip meleklere bazı eşyaların isim ve
hakikati sorulduğunda, “Biz ancak Senin bildirdiğini biliriz” cevabı alınmış ve
bunun üzerine Âdem’e (as) secde etmeleri istenmişti.
İşte ilk
insanın yaratılması ile başlayan konuşma süreci, dahası dil, bugüne kadar
insanoğlunun diğer canlılardan ayrılan en önemli özelliği olmuştur. İnsanoğlu dil
sayesinde sosyal bir varlık hâlinde yaşamış, kültürler ve medeniyetler vücuda
getirmiştir.
Hucurat Sûresi’nde
bu durum, “Bizler sizi birbirinizle daha iyi anlaşasınız diye kabile kabile
yarattık” buyurularak izah edilmiş. Burada her topluma bir dil verildiği, bu
dil sayesinde bir millet vücuda geldiği de anlaşılmaktadır. Yine Rûm Sûresi’nde
de lisanların ve derilerin farklı olması, Allah’ın varlık ve kudretinin
delillerinden biri olarak görülmüştür.
O dil ki,
Rabbin mesajlarını kula, kulun münacatını Rabbine ileten kutlu bir vasıtadır. O
dil ki, muarefenin, derdini anlatmanın, medeniyetler inşâ etmenin en büyük
aracıdır. O dil ki, sevginin kalpten kalbe akışının en mahrem gizemidir. Kısacası
dil, kâinat şifresinin mucizevî anahtarıdır.
Dilin açmadığı
hiçbir kapı yoktur. Merhamet kapısı onunla açılır, cennet kapısı onunla açılır,
iyilikler, güzellikler onunla açılır. Maalesef her türlü kötülüğün kapısı da yine
dil ile açılır. Günahın, isyanın, şirkin, iftiranın ve sonuçta cehennemin…
Dinin anahtarı dil
Dil ve din,
kültürü oluşturan iki temel unsurdur. İnsanı insan yapan, insanlar topluluğunu
millet yapan da dil ve dindir. Dünyaya başıboş ve beyhude gönderilmeyen insanın
yaratılış gayesi, kendini yaratan Rabbine kulluktur. İnsan, Rabbine kul oldukça
insan olacaktır. Zira Rabbi, onu en güzel biçimde yarattı. Ama kulluk şuurunu
idrak etmeyenleri “esfel-i safilîn”e indirdi.
Hz. Peygamber’e
sahabeler bir gün sormuşlar: “Din nedir ya Rasûlallah?” Efendimiz, cevaben “Din
nasihattir” buyurmuşlar. Nasihat ne ile olur? Elbette dil (lisan) ile… İşte dil
ve din, birbirlerine et ve tırnak gibi yapışmış durumda. Dil olmadan dini
yaşamak imkânsızdır. Kitabımızın ilk emri “Oku” şeklindedir. Okumak, yine lisan
ile mümkündür. Dil, dinin de anahtarıdır.
Yavuz Bülent’in
şu tespitleri ne kadar da manidardır: “Yanlış dil anlayışı değiştirilmedikçe
ilerlememiz, kalkınmamız mümkün değildir. Uydurma kelimelerle veya kısır bir
dille dini anlatmak mümkün olmadığı gibi, o kısır kelimelerden meydana gelen
bir dilde edebiyat yapmak da, ilim yapmak da, felsefe yapmak da, şiir yazmak da
mümkün olmaz.”
Bilal Ünsal,
konu ile ilgili bir makalesinde Kıbrıs’ta yaşanan şu ibretamiz olayı anlatır:
“Kıbrıs
İngilizlerin eline geçince, önce dinî eğitim veren müesseseler kapatılır ve din
adamlarının yetiştirilmesi engellenir. Mevcut din ve ilim adamları devlette
yüksek maaşla başka bir görev, İngiltere’ye götürme gibi değişik vesilelerle görevlerinden
uzaklaştırılırlar. Fakat bu arada Müslümanların Cuma namazına gitmeleri kanunla
mecbur tutulur. Artık zamanla gerçek anlamda din adamı sıkıntısı baş göstermiştir.
Bu boşlukta, dinî konulardan bir parça haberdar olan, daha güzel Kur’ân
okuyabilen fakat donanımsız ve yetersiz bazı insanlar din adamı olarak görevlendirilir.
Bu arada da disiplinli
İngiliz eğitim sistemi ile halkın eğitim seviyesi yükseltilmiş, dünyayı ve
gelişmeleri din adamlarından daha iyi bilen halk, kanun gereği Cuma namazı için
her hafta camiye gittikçe dinin yavanlığı ve geri kalmışlığı gibi düşüncelerle
camiden dönmüşler. Çünkü halkın nazarında din adamları cahil insanlar ve
onların temsil ettiği düşüncelerin de çok doğru şeyler olmayabileceği fikri
oluşturulmaya çalışılmış. Bu düşünce her hafta daha da gelişmiş. Sonunda, ‘Bu
çağda bununla bir yere gidilmez, din çağın gerisinde kalmıştır; dolayısı ile
ileriye gitmek için bu işleri terk etmek lâzım’ düşüncesi, ortaya kasıtlı
olarak çıkarılmıştır.”
Burada Yavuz
Bülent Bakiler’in bir konferansında dinlediğim bir olayı aktarmak istiyorum.
Diyanet İşleri Başkanı Tayyar Altıkulaç, 80’li yıllarda Avustralya’yı ziyaret
eder. Kıbrıslı bir Türk olan İbrahim Dallal, Altıkulaç Hoca’yı ziyarete gider.
Yanında da birkaç genç vardır. “Efendim” der, “Bu yanımdaki gençler, 1900’lerde
buraya İstanbul’dan gelen Hüseyin Ârâ Efendi’nin torunları! Aile şu an 400
kişiye yaklaşan bir mevcuda sahip. Maalesef bu çocuklar tek kelime Türkçe
bilmiyorlar ve hepsi de gayr-i Müslim! Lütfen buraya Türkçe öğretecek hocalar
gönderin. Nesillerimiz bu akıbete sürüklenmesin. Dilini unutan, dinini de
unutuyor”.
“Kâmus
nâmustur” diye meşhur bir söz vardır. Bu söze göre dil, ait olduğu milletin
nâmusudur. Bizde olduğu gibi bu dil, eğer dinin nesilden nesle aktarılma dili
ise, bu dili korumak, dini korumakla eşdeğer öneme haizdir.
İçtimaî düzenin anahtarı dil
“Dil, ‘içtimaî’
bir müessesedir. Dil, millete aittir; fertlerin ve zümrelerin dili olmaz. Dil
millîdir, şahsî olan üslûptur” der Seyyid Ahmed Arvasî. İçtimaî olmak, bir
kültür kurmak, medeniyet inşâ etmek hep dil ile mümkündür. Güçlü bir toplum
olmanın en büyük şifresi, toplumdaki bireylerin birbirilerini tanıması ve
anlamasındadır. Ortak bir paydada buluşmak, ancak etkin ve güçlü bir dil ile
mümkündür.
Dilin kodları ile oynamak, tasfiyecilik, dilde devrim gibi gereksiz müdahaleler, dilde, dolayısı ile toplum yapısında bir kaos çıkarmaktan, anarşiye yol açmaktan başka bir şeye yaramamıştır.
Özellikle ülkemizde
bir dönem uygulanmak istenen ve bunun özlemini duyan, milletine, değerlerine
yabancı birtakım çevreler hâlâ mevcuttur. İslâmiyet’e karşı menfi tavır takınan
bu çevrelerin asıl hedefi, dinî bazı terimleri, Arapça ve Farsça kelimeleri
tasfiye ederek kendilerinin uydurdukları bir dili topluma dayatmaktır. Sonuçta
kişilerin konuştukları ve yazdıkları birtakım kelimeler, onların sağcı veya
solcu gibi kamplara ayrılmasından başka bir işe yaramadığı gibi, bu çevreler
Fransızcadan, İngilizceden dilimize sokulan kelimelerden rahatsız olmadılar nedense!
Herhangi bir şehrin sokaklarında, çarşılarında asılı yabancı kelimelerden
oluşan dükkân isimlerinden çağdaşlık adına hoşnut da oldular.
Prof. Dr.
Cevdet Erdöl, bu değişimin sonuçlarını şu şekilde izah etmiştir: “Ne vakit ki,
devletin dili ve halkın dili ‘yabancı kültürlerin tesiriyle zenginleşmek’ adı
altında kültürel ama kapsamlı ve sistemli bir saldırıya maruz kalmış, işte o
vakit devlet ile millet, farklı dillerden konuşmuş ve farklı tellerden
coşturulmuştur.”
Nurettin Topçu,
"Anadolu’da dokuz yüzyıl gelişen Türkçemizi elli yılda kısır ve cılız bir kabile
dili hâline koyan suikastın, hem millet kalbine batırılmış bir hançer, hem de
edebiyat kapısına vurulmuş kilit olduğunu görmeyenler, Türk milletini sevmemiş
olanlardır" demektedir.
Yavuz Bülent’in
şu tespitleri ne kadar da haklıdır: “Türkiye'de bir karış toprak, bir tutam ot,
bir salkım üzüm veya ‘Yüzüme neden öyle baktın?’, ‘Bana niye yol vermiyorsun?’
sorusu yüzünden cinayetler işlenir, insanlar 20 yıl, 25 yıl hapishanelerde
çürürler. Sebep, dildeki paslanmadır. Yûnus Emre ne kadar doğru söylemiş: ‘Söz
ola kese savaşı/ Söz ola bitire başı/ Söz ola ağulu aşı/ Bal ile yağ ede bir
söz…’”
Söz söylemesini
bilmeyenler, büyük felâketlere sebep olurlar. Kelime dünyaları zayıf olanların
şiir yazmaları da, şiiri anlamaları da mümkün değildir.
İstiklâlin anahtarı dil
Yavuz Bülent
Bakiler, “‘Dil mi, istiklâl mi?’ diye sorduğunuzda gözümü kapatarak ‘Dil!’
derim. Çünkü istiklâlini kaybeden milletler, dillerini, kendi kültürlerini
kaybetmedikleri takdirde muayyen bir zaman sonra tekrar millet olma özelliğini
gösterirler. Dil, istiklâlden de çok mühimdir” der.
Anadilini
kaybeden toplumlar, maalesef sömürge toplumlardır. Bugün birçok örneğini
gördüğümüz bu durum içler acısıdır. Amerikalı Zenci, Fransız Zenci gibi bir
isimlendirmeyle bu durum, insanlara sıradan bir şeymiş gibi öğretilmektedir.
Geçmişte, sömürü ülkelerinde resmî dil, o ülkenin anadili değil, hâkim devletin
dili idi. Bu örnekler bize, dilin aynı zamanda istikbâlin de anahtarı olduğu anlatmaya
yeter de artar bile.
İstikbâlin anahtarı dil
Konfüçyüs’ün,
"Bir ülkenin yönetimini ele alsaydım, yapacağım ilk iş, hiç kuşkusuz
dilini gözden geçirmek olurdu. Çünkü dil kusurlu ise, sözcükler düşünceyi iyi
ifade edemez. Düşünce iyi ifade edilemezse, görevler ve hizmetler gereği gibi
yapılamaz. Görev ve hizmetin gerektiği şekilde yapılamadığı yerlerde âdet,
kural ve kültür bozulur. Âdet, kural ve kültür bozulursa adalet yanlış yollara
sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin
nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki, hiçbir şey dil kadar önemli
değildir!" der. Bu sözden de anlıyoruz ki dil, bir milletin istikbâlinin
anahtarıdır.
Komünist İhtilâli’nden
önce Asya Türkleri ile Anadolu Türkleri arasında müşterek bir yazı diline doğru
gidiliyordu. Ruslar, Kazan’daki üniversitede Türk lehçeleri ve ilâhiyat üzerine
çalışan Ortodoks papazı Prof. Nikolay İlminskiy’in geliştirdiği projeyi
uygulayarak muhtelif Türk şiveleri arasındaki küçük farkları abartarak Özbekçe,
Kazakça, Kırgızca, Azerice diye dil ilmine aykırı beş on dil icat ettiler. İlminskiy’e
göre, Rusya idaresinde yaşayan ve Rus olmayan milletleri Ruslaştırmanın tek
yolu vardı. O da bunlara Rus dili ve Hıristiyanlığın öğretilmesiydi. Bu proje
sayesinde uzun yıllar hâkimiyetlerini sürdürdüler. Bugün belki Demirperde
yıkıldı ama hâlâ onların ortaya koyduğu bu dil ve alfabe fitnesi etkisini
göstermektedir.
Kültürel mirasın anahtarı dil
Mehmet Kaplan,
"Kültür, bir topluluğu, bir cemiyeti, bir milleti millet yapan ve onu
diğer milletlerden farklı kılan hayat tezahürlerinin tümüdür" der. Kültür,
bir milletin şahdamarıdır ve “kültür” denilince bir milletin konuşmuş olduğu
dil, mensup olduğu inanç ve o milletin gelenek görenekleri, güzel sanatları
anlaşılır.
Balzac diyor
ki, "Millet, edebiyatı olan topluluktur". Edebiyatın temel malzemesi
dildir. Dil olmazsa din de olmaz, millet de.
Dil, en etkili
kültür aktarıcısıdır. Sözlü ve yazılı kültür ürünleri dil aracılığı ile
nesilden nesle aktarılmıştır. Zira milletler, kültürel miraslarını “nesiller”
ile devam ettirirler. Şayet bu “nesiller” arasında dil birliği yok ise, bu
aktarım maalesef imkânsızlaşacaktır. Oysa nesiller birbirleri ile din, dil ve
vatan birliği olarak, tıpkı bir tespih gibi sımsıkı bağlı olmalıdırlar. İdeolojik bağnazlıklar bu bağın oluşmasında
en büyük engeldir. Toplumları değiştirmeye çalışanlar, ilk önce dilden
başlarlar. Bizim ülkemizde de maalesef bunların acı tecrübeleri yaşanmıştır.
Sözde Kemalistlerin kaçı Nutuk’un orijinal metnini okuyup anlayabiliyor, bunu
bir sormak lâzım.
Medeniyet inşâsının anahtarı dil
Prof. Dr.
Cevdet Erdöl, bir yazısında şu tespitlerde bulunur: “Dil, bir toplumun
aynasıdır. Bu nedenle dil, toplumun medeniyetini yansıtır. Dil yapısının
güçlülüğü ve zenginliği, devletin ve milletin medeniyet algısının ve
seviyesinin de güçlülüğüne delâlet eder.”
Nihat Sami
Banarlı’nın ifade ettiği gibi, “Bizim dilimiz bir imparatorluk dilidir; her
milletin dili, imparatorluk dili olamaz, çünkü her millet imparatorluk kuramaz”.
İşte neredeyse bin yıllık bir beraberliğin sonucu, iletişimde bulunduğumuz Araplardan
birtakım Arapça kelimeler, Farslardan birtakım Farsça kelimeler almışız. Onları
kendi dilimize, kendi edebiyatımıza uygun hâle getirmiş ve kullanmışız. Artık
bu kelimeler Türkçeleşmiştir. Bunları tasfiye etmek, bir ağacı budamak adına
kökten balta ile doğramaya benzer.
Yavuz Bülent’in aktardığı şu tespitler ne
kadar da yerindedir: “Batı’da sekiz yıllık eğitimden geçen çocukların ders
kitaplarını Batılı ilim adamları, yetmiş bir bin kelimeyle yazıyorlar. Türkiye’de ise
altı yedi bin kelime civarında...”
Bakiler bu
vahameti şu şekilde açıklıyor: “Bir nesil düşününüz ki, Batı’da yetmiş bir bin
kelimeyle okuyor, düşünüyor, yazıyor ve bir nesil düşününüz ki, Türkiye’de altı
yedi bin kelimenin yüzde onuyla düşünüyor ve konuşuyor. ‘Gittim, geldim,
baktım, gördüm, yattım, kalktım, ağladım, güldüm’ şeklindeki kelimelerle
konuşmak Türkçe değil. Siz bu çocukların eline meselâ Cumhuriyet devrimizin
önemli yazarlarından biri olan Peyami Safa’nın, Necip Fazıl’ın, Cemil Meriç’in,
Falih Rıfkı Atay’ın kitaplarını koyduğunuz zaman, çocuklar bu kitapları okuyup
anlayabiliyorlar mı? Hayır, anlayamıyorlar! O zaman ne mânâ ifade eder onların
sadece okuryazar duruma gelmeleri? Biz o bakımdan dünyada en az okuyan
milletlerin başında geliyoruz.”
Oysa Yusuf
Kaplan’ın da dediği gibi, “Düşünce, dilin kanatlarında yükselir”. Dillerini
yitiren toplumlar, kanadı kırık birer kuş gibidir, uçamazlar. Düşerler. Bir kez
düşünce de artık hem düşünemez, hem de düş görme yetilerini yitirirler.
Medeniyetler, kurucu fikir, sanat ve ahlâk kaynaklarından doya doya içildiği
zaman hayat fışkırır.