Kahve

Kral Louis ile görüşen De Cliue, bu şekilde bitkiden küçücük bir parça bile alamaz. Bunun üzerine duvara tırmanıp gece yarısı bir baskın düzenleyerek seraya girer ve bitkiden bir parça alıp fark edilmeden kaçar. De Cliue, elinde kahve bitkisiyle Karayipler’e doğru zorlu bir yolculuğa çıkar...

“BUGÜN hava güzel/ Bugün içim içime sığmıyor/ Annemden mektup aldım/ Memlekette gibiyim/ Allah’a çok şükür karnım tok/ Elimi uzatsam kahve fincanı dudaklarımdadır/ Kuşlar kaçmıyor benden/ Bir güvercin kanadında okşuyorum/ Göklerin maviliğini/ Serçelerin cıvıltısıyla siniyor içime/ Ağaçların yeşilliği…”

Cahit Sıtkı’nınki ne güzel bir şükretme biçimi! Göğün mavisinden kahvenin karasına, zengin renklerle bezenmiş hayata farklı açılardan bakmayı deniyoruz bu yazı dizisinde. Böylelikle yeni bir renk oluşturamasak bile, en azından belki algı boyutunda, var olan renkleri daha çarpıcı, daha anlamlı hâle getirebiliriz.

Sonuca bağlı olmayan güçlü bir bağlam varsa, sonuç önemsiz bir ayrıntıdır. Bağlam üzerinde çalışmak, varış noktasına gelindiğinde içi boşalan anlamı kurtarma çabasıdır. Bu yüzden “kahve”, sadece suda eriyen, tadı güzel, hoş kokulu bir içecek değildir. Yine aynı sebepten herkes sevmez kahveyi.

Nesneleri hikâyeler içinde anlamlandırırız. Bu hikâye bazen kendi hikâyemiz olur, bazen bir şekilde içinde kendimizden bir şeyler bulduğumuz bir başkasının hikâyesi. Ne olursa olsun, bir hikâyeye yüklediğimiz ana fikir, hikâyedeki nesneleri konumlandırmada ve anlamlandırmada belirleyicidir.

Karanlıktan korkan birinin gündüzü güzel göstermesine hürmeten geceyi sevmesi nasıl mümkünse, öyle mümkündür nesneleri de kişisel formdan evrensel boyuta taşımak. Bunun yanında, “Nasıl bakarsan, öyle görürsün” demek de bir çeşit kişiselleştirmedir aslında. Aslolan, yeryüzünü yaratan Rabbin adıyla okumak ve bu sayede eşyanın ismini Öğretene şükrün tecellisi bir bakış açısı edinmektir.

Hayata dışarıdan baktığımızı mı düşündürdü bu söylediklerim? Hayatın iç içeliğine hiç de ters değil oysa bu. Aslında hayata dışarıdan bakarken de, içeriden bakarken de kendi yansımamızın gölgesinde değerlendiriyoruz her şeyi. Gölgemizi yok edemeyiz belki ama saydamlaştırabiliriz. Böylece bizden korkup kaçan güzellikler de dâhil, her şeyi kendimizle sınırlandırmadan, daha net ve kapsamlı görebiliriz.

Bu uzun bir yolun yazı dizisi. Bu, yolda kendi usûlünce gitmek isteyen, bunu yaparken yolu ve yoldakileri iyi tanımak gerektiğini düşünen herkesin hikâyesi. Bu hem yola, hem yoldakilere yazılmış bir hikâye. Bu bizim hikâyemiz. Hikâye içinde bir hikâyeyle, kahvenin hikâyesiyle yolculuğumuz başlıyor.

Kahvenin hikâyesi

“Kahve” adının nereden geldiği hakkında çeşitli rivayetler var. Kahve, kelime olarak Arapça "kahva"dan gelir. Ama kahvenin o zamanlardaki adı, halen Habeşistan’da bilindiği adıyla “bunc” idi. Araplarda bugün bildiğimiz kahve henüz tanınmıyorken, Arapça bir sözcük olan “kahva”, “şarap” demekti. Kahve bugünkü anlamını, 14’üncü yüzyılda kazanmaya başlamıştır. Kahvenin 1000’li yıllarda İran’da çok nadir de olsa bilindiği, ünlü hekim İbni Sinâ’nın kahve içtiği söyleniyor.

Rivayete göre Habeşistan’da “Kaldi” isminde bir çoban, bir ağacın meyvelerini yedikten sonra keçilerin daha canlı ve hareketli olduğunu fark eder. Ardından eve getirdikleri çekirdekleri karısı su ile fermente ederek bir içecek ortaya çıkarır. Bunun, yapılan ilk kahve olduğu söylenir.

Arap dünyasında en itibar edilen rivayete göre ise, kahveyi kaynatıp içen ilk kişi, bir sufi şeyhi olan Şâzilî’dir. Sonrasında sufi keşişlerin dua ettikleri uzun gecelerde uyanık kalmak için kahve içtikleri bilinmektedir. Kahve daha sonra Yemen’e gitmiş ve manastırlarda kullanılmıştır. Ardından Yemen’de kahve yetiştirilmeye başlanmıştır.

En bilinen kahve türlerinden “Mocha”, adını Moka Limanı’ndan alır. Bir gün, aynı zamanda bir keşiş olan Şeyh Şâzilî, Mekke yerine, Yemen’in Moka Limanı’na varır. O zamanda Moka’da yaygın bir hastalık vardır. Moka Valisi Khair Beg, Şeyh Şâzilî’den hasta olan kızı ve diğer hastalar için dua etmesini ister. Duaya rağmen kızı iyileşmeyince, Khair Beg, Şâzilî’yi dağa sürgüne gönderir. Hastalık tekrarlayınca insanlar Şâzilî’ye gitmeye başlar. Şâzilî, çadırına gelenlere kahve ikram eder. Böylece insanlar kahve aracılığıyla iyileşir.

Kahvenin uzun yıllar Arap coğrafyasında kaldığı bilinmektedir. 500’lü yıllarda bugün bilinen şekliyle içilmeye başlayan kahve, 1511’de, Mekke’de ilk kahvehanenin kurulmasından itibaren bir sosyalleşme aracı hâline gelmeye başlar. Ancak o dönem kahve yetişmeyen bir bölgede bırakın kahvehane açmayı, kahve çekirdeği bulmak dahi mümkün değildir. Kahveyi mevcut olduğu topraklardan dışarıya çıkarmanın tek yolu, onu çalmaktır.

17’nci yüzyılda Hindu bir din adamı olan Baba Budan, Mekke’ye Hacca gittiği sırada, dinî deneyimi zenginleştirdiği düşünülen ve diğer din adamları tarafından da çok beğenilen kahveyle tanışır. Baba Budan’ın kıyafetinin içine saklayarak kaçırdığı altı çekirdek, dünyada kahve serüveninin seyrini değiştirecektir.

Baba Budan, kendisine kurulan pusuda hayatını kaybeder ama kahve çekirdeklerini Hindistan’a ulaştırmayı başarır. Baba Budan, bir Hindu azizi olmasının yanı sıra kahveyi özgür kılan kişi olarak bilinir.

Kahve Hindistan’dan sonra Avrupa’ya da ulaşır ve orada da çok beğenilir. Dönemin Avrupa’sında kahve ticareti, bir hata yapıp kahve fidanını Fransa Kralı 14’ncü Louis’e hediye etmelerine dek Felemenklerin tekelindedir. Verimsiz çekirdekler Avrupa’da fazlasıyla bulunur, ancak canlı bitki çok değerlidir. Çünkü bulmak çok zordur. Elindeki bitkinin kıymetini iyi bilen ve kimseyle paylaşmak istemeyen Kral Louis, kahve fidanını, ona özel yaptırdığı serada saklamaya başlar. Ancak Fransız deniz subayı Gabriel Mathieu de Clieu’nun bu kıymetli fidanda gözü vardır. De Clieu, kahve bitkisini ele geçirmek ve kahve ticaretinde Felemenklere kafa tutmak ister. Hesaplarına göre, bitkiden bir parça alıp Fransız kolonisi Martinque’e getirebilirse amacına ulaşacaktır.

Bunun için ilk önce Kral Louis ile görüşen De Cliue, bu şekilde bitkiden küçücük bir parça bile alamaz. Bunun üzerine duvara tırmanıp gece yarısı bir baskın düzenleyerek seraya girer ve bitkiden bir parça alıp fark edilmeden kaçar. De Cliue, elinde kahve bitkisiyle Karayipler’e doğru zorlu bir yolculuğa çıkar. Kahve bitkisinde gözü olan bir yolcuya, gemiye yapılan korsan gemi saldırısına, şiddetli fırtınaya, tükenmekte olan erzak ve su deposuna rağmen De Cliue, kendi ölümü pahasına suyunu paylaştığı bitkisiyle birlikte Martinque’ye ulaşmayı başarır.

Bu olayın sonrasındaki 50 yıl içinde Martinque’de, sayısı 18 milyona ulaşan kahve bitkisi yetişir. O dönemde Brezilya da kahve ticareti yapmak istemektedir ama Brezilya’da hiç kahve bitkisi yoktur. Bitkiyi ele geçirmek için bir yarbay görevlendirilir. Sınır anlaşmazlığını giderme şeklindeki resmî göreviyle Fransa’ya gönderilen yarbayın asıl amacı, kahve bitkisini ülkesine getirmektir. Ama yüksek kaleler ardında özenle korunan kahve tarlalarına ulaşmak kolay değildir. Yakışıklılığıyla bilinen yarbay, Kral’ın karısının gönlünü çalarak kahve bitkisini elde etmeyi başarır. Bu olay yaşanmasa, Brezilya belki de hiçbir zaman dünyanın en büyük kahve üreticisi olamayacaktı.

Türk kahvesinin hikâyesi

Türk kahvesinin serüveni 1517 yılında, Yemen Valisi Özdemir Paşa’nın kendi özel yapımı kahvesini İstanbul’a getirmesiyle başlar. Yeni bir yöntem kullanılarak hazırlanan kahve, “Türk kahvesi” adıyla güğüm ve cezvelerde pişirilmeye başlanır. İlk olarak Tahtakale’de açılan, daha sonra tüm şehre yayılan kahvehaneler açılmadan önce kahve, saray efradına has bir içecektir. Kahvehanelerin açılmasından sonra hızla yayılan kahve, zaman içinde herkesin ulaşabileceği bir lezzet hâline gelir.

Türk kahvesinin lezzeti ve ünü önce Avrupa’ya, oradan da tüm dünyaya yayılmıştır. Türk kahvesi, 2013 yılında UNESCO’nun “Somut Olmayan Miras” listesindeki yerini almıştır.


“Kahve” deyince…

Sıcak bir sohbetin en yakın arkadaşı kahvenin hikâyesinden sonra, bir de kahvenin bizde yarattığı etkilere değinelim istiyoruz. Elbette Allah’ın yarattığı her şey gibi sağlığa faydaları çok kahvenin, ama bunlardan ziyade “kahve” deyince zihnimizde neler canlanıyor, kahve bizde hangi duyguları ortaya çıkarıyor, daha çok bunlar üzerinde duralım istiyoruz.

Yazının başında bahsettiğim şekliyle “eşyayı bir bağlam içerisinde değerlendirmeyi”, kişisel düzlemde yapabileceğimiz gibi kültürel bir şekilde “âdet” adı verilen formlarda da günlük hayatta görmemiz mümkün.

Bir arkadaşım, sevgilisinden ayrıldığından beri kahve içemediğini söylemişti. Gerçekten de kızın kahve görünce bile gözleri doluyordu. Sebebini sorduğumda bana şu cevabı verdi: “Ne zaman kahve içsem, aklıma sevgilimle, ellerimizde kahve fincanlarıyla, kahveden açılan konuyu varoluş problemlerine kadar götürdüğümüz derin sohbeti, o güzel günü hatırlıyorum…”

Bu durum ne kadar can yakıcı olursa olsun, aslında çok kıymetli duygulara sahip. Eşyayı bağlam üzere değerlendirmek, onlara duygu katmak bir çeşit sanat değil midir sizce de?

Bunun yanında, “tuzlu kahve” âdeti de kahveyi kültürel bağlamda ele almaya bir örnektir. Tuzlu kahve demişken, bunun da bir hikâyesi var elbette…

Eskiden tanışıp konuşarak evliliğe karar verilmesi, günümüzdeki gibi normal karşılanan bir durum değildi. Evlilikler genellikle “görücü usûlü” olurdu. Tuzlu kahvenin hikâyesi böyle evliliklere dayanıyor.

Kız isteme merasimlerinde âdet üzere damada gelinin elinden tuzlu kahve içirilir. Artık “Âdettendir” denilerek, biraz da eğlencesine yapılan tuzlu kahve, önceden bir iletişim yöntemi olarak kullanılıyormuş. Eskiden her aklına geleni söyleyene “deli” derlermiş. Günümüzdeki gibi itibar görmezmiş her lâfı çekinmeden söyleyenler. Farklı yöntemler kullanılarak ifade edilirmiş düşünceler. Tuzlu kahve de bu ifade yollarından biriymiş.

Eğer istenmeye gelinen kız kahveye tuzu çok atarsa, bu, “Seni istemiyorum” demek olurmuş. Eğer orta derece tuz atarsa, bu, “Olabilir fakat kararsızım” demekmiş. Eğer az atarsa, bu da “Ben de istiyorum” demek anlamına gelirmiş. Yani kısaca tuz atmak, kız tarafının kibarca ve kırmadan erkek tarafına cevap verme şekliymiş. Tuzlu kahve âdeti günümüzde her ne kadar ilk yapılış gerekçesinden çok uzak bir şekilde sürdürülse de bugün kız tarafının “Kızımız kıymetli” mesajını oğlan tarafına iletme yollarından biri olarak görülüyor.

Kadın olmanın hâlâ çok zor olduğu bir toplum yapısı içinde bir küçük “tuzlu kahve” mesajı belki yeterli değil, ama bu âdet en azından gönüllere biraz olsun su serpiyor olsa gerek.

Bunların yanında kahveye anlam katan ortamlardır da aynı zamanda. Fizikî koşulları mükemmel olmak zorunda değil ama kahvenin sıcaklığını gönül sıcaklığına yaklaştıran mekân ve sunum şekilleri de kahvenin damakta bıraktığı tat üzerinde oldukça etkili oluyor. Aynı kahveyi sevilen bir dostun elinden içmek bile, o kahveyi daha lezzetli hâle getirebiliyor. Ne de olsa “bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı vardır”.

Bu sözün de bir hikâyesi var elbette…

İstanbul’un yemiş iskelesinde kahve yapan ve satan Üsküdarlı bilge bir zat varmış. Her telden insan, kahvecinin sohbetini dinlemeye, iki çift nasihatini almaya, derdini paylaşmaya gelirmiş. Günlerden bir gün, bu kahvehaneye bir yeniçeri gelmiş. Kahveciye, herkese kendinden kahve ikram etmesini fakat içeride yalnız başına oturan Rum gemi kaptanına vermemesini söylemiş. Kahveci de herkese yeniçerinin kahvesini ikram ettikten sonra, iki kahve yapıp Rum kaptanın yanına oturmuş. Yeniçeri hiddetle, “‘Ona vermeyeceksin’ demedim mi?”  demiş. Kahveci, “Bu senin değil, benim ikramım” diyerek cevap vermiş. Rum kaptana dönen kahveci, kaptanla hem sohbet etmiş, hem de kahve içmiş.

Aradan 40 yıl kadar geçmiş. Sisam Adası’nda büyükçe bir isyan çıkmış. Rumlar isyan etmiş. Bizim kahvehaneci de bir şekilde Rumların eline geçmiş. O zamanlar, Rumlar ellerine geçirdikleri esirleri pazarda satıyorlarmış. Kahveciyi de yaşlı bir adam satın almış ve ıssız bir yere götürmüş. Adamın kendini öldüreceğini sanan kahveci korkuyla yaşlı adama bakarken, adam kendisine 40 yıl önce bir kahve ikram ettiğini ve o kahvenin hatırını unutmadığını söyleyerek kahveciyi serbest bırakmış. İşte anlatılana göre bu söz, buradan gelmektedir!

Bir fincan kahveden nerelere geldik, öyle değil mi? Tıpkı Bob Dylan gibi: “Bir fincandaki kahve gibidir hayat/ Bazen tatlı, bazen değildir/ Önemli olan, kahvenin tadı değil zaten/ Onu kiminle içtiğinizdir.”

 

Kaynakça

 

Gündelik Hayatımızın Tarihi/Kudret Emiroğlu/İş Bankası Kültür Yayınları

Kahvenin Dünden Bugüne Hikâyesi/Hürriyet Gazetesi Giacomo Celi Röportajı için bkz. http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/gurme/kahvenin-dunden-bugune-hikayesi-40049014

“Gündelik Şeylerin Destansı Hikâyesi” belgeseli için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=4FqVlfBwUTk

“Çekirdekten Fincana Kahvenin Hikayesi” belgeseli için bkz.

https://www.youtube.com/watch?v=9K23ZHCHaIk

İl Kahvehaneler/Erhan Afyoncu bkz. https://www.sabah.com.tr/yazarlar/erhan-afyoncu/2017/05/07/ilk-kahvehaneler

Kahve ve kahve kültürü ile ilgili pek çok bilgi için bkz. https://www.kahve-lekesi.com/

Yemen’den İstanbul’a Kahvenin Hikayesi(video)/ Dünya Bizim Sitesi Muhabiri Ayşe Gülgün Sonuşen haberi için bkz. http://www.dunyabizim.com/dunyada-kultur/19826/yemenden-istanbula-kahvenin-hikyesi-video

Bir Fincan Türk Kahvesinin 500 Yıl Hatırı Var/ http://www.star.com.tr/pazar/bir-fincan-turk-kahvesinin-500-yil-hatiri-var-haber-1226453/

Tuzlu Kahve Hikayesi için bkz. https://kahvekeyfii.com/2015/08/07/kiz-istemede-kahveye-neden-tuz-atilir/

Bir Fincan Kahve Daha, Ben Gitmeden/ Barış Özcan / http://barisozcan.com/bir-fincan-kahve-daha-ben-gitmeden/

One More Cup Off Coffee/Bob Dylan/ https://www.youtube.com/watch?v=CB1Yq4zVC70