“BUGÜN hava güzel/ Bugün içim içime sığmıyor/ Annemden
mektup aldım/ Memlekette gibiyim/ Allah’a çok şükür karnım tok/ Elimi uzatsam
kahve fincanı dudaklarımdadır/ Kuşlar kaçmıyor benden/ Bir güvercin kanadında
okşuyorum/ Göklerin maviliğini/ Serçelerin cıvıltısıyla siniyor içime/ Ağaçların
yeşilliği…”
Cahit
Sıtkı’nınki ne güzel bir şükretme biçimi! Göğün mavisinden kahvenin karasına,
zengin renklerle bezenmiş hayata farklı açılardan bakmayı deniyoruz bu yazı
dizisinde. Böylelikle yeni bir renk oluşturamasak bile, en azından belki algı
boyutunda, var olan renkleri daha çarpıcı, daha anlamlı hâle getirebiliriz.
Sonuca
bağlı olmayan güçlü bir bağlam varsa, sonuç önemsiz bir ayrıntıdır. Bağlam
üzerinde çalışmak, varış noktasına gelindiğinde içi boşalan anlamı kurtarma
çabasıdır. Bu yüzden “kahve”, sadece suda eriyen, tadı güzel, hoş kokulu bir
içecek değildir. Yine aynı sebepten herkes sevmez kahveyi.
Nesneleri
hikâyeler içinde anlamlandırırız. Bu hikâye bazen kendi hikâyemiz olur, bazen
bir şekilde içinde kendimizden bir şeyler bulduğumuz bir başkasının hikâyesi. Ne
olursa olsun, bir hikâyeye yüklediğimiz ana fikir, hikâyedeki nesneleri
konumlandırmada ve anlamlandırmada belirleyicidir.
Karanlıktan
korkan birinin gündüzü güzel göstermesine hürmeten geceyi sevmesi nasıl
mümkünse, öyle mümkündür nesneleri de kişisel formdan evrensel boyuta taşımak. Bunun
yanında, “Nasıl bakarsan, öyle görürsün” demek de bir çeşit kişiselleştirmedir
aslında. Aslolan, yeryüzünü yaratan Rabbin adıyla okumak ve bu sayede eşyanın
ismini Öğretene şükrün tecellisi bir bakış açısı edinmektir.
Hayata
dışarıdan baktığımızı mı düşündürdü bu söylediklerim? Hayatın iç içeliğine hiç
de ters değil oysa bu. Aslında hayata dışarıdan bakarken de, içeriden bakarken
de kendi yansımamızın gölgesinde değerlendiriyoruz her şeyi. Gölgemizi yok
edemeyiz belki ama saydamlaştırabiliriz. Böylece bizden korkup kaçan
güzellikler de dâhil, her şeyi kendimizle sınırlandırmadan, daha net ve
kapsamlı görebiliriz.
Bu
uzun bir yolun yazı dizisi. Bu, yolda kendi usûlünce gitmek isteyen, bunu
yaparken yolu ve yoldakileri iyi tanımak gerektiğini düşünen herkesin hikâyesi.
Bu hem yola, hem yoldakilere yazılmış bir hikâye. Bu bizim hikâyemiz. Hikâye
içinde bir hikâyeyle, kahvenin hikâyesiyle yolculuğumuz başlıyor.
Kahvenin
hikâyesi
“Kahve”
adının nereden geldiği hakkında çeşitli rivayetler var. Kahve, kelime olarak
Arapça "kahva"dan gelir. Ama kahvenin o zamanlardaki adı, halen
Habeşistan’da bilindiği adıyla “bunc” idi. Araplarda bugün bildiğimiz kahve
henüz tanınmıyorken, Arapça bir sözcük olan “kahva”, “şarap” demekti. Kahve bugünkü
anlamını, 14’üncü yüzyılda kazanmaya başlamıştır. Kahvenin 1000’li yıllarda
İran’da çok nadir de olsa bilindiği, ünlü hekim İbni Sinâ’nın kahve içtiği
söyleniyor.
Rivayete
göre Habeşistan’da “Kaldi” isminde bir çoban, bir ağacın meyvelerini yedikten
sonra keçilerin daha canlı ve hareketli olduğunu fark eder. Ardından eve getirdikleri
çekirdekleri karısı su ile fermente ederek bir içecek ortaya çıkarır. Bunun,
yapılan ilk kahve olduğu söylenir.
Arap
dünyasında en itibar edilen rivayete göre ise, kahveyi kaynatıp içen ilk kişi,
bir sufi şeyhi olan Şâzilî’dir. Sonrasında sufi keşişlerin dua ettikleri uzun gecelerde
uyanık kalmak için kahve içtikleri bilinmektedir. Kahve daha sonra Yemen’e
gitmiş ve manastırlarda kullanılmıştır. Ardından Yemen’de kahve yetiştirilmeye
başlanmıştır.
En
bilinen kahve türlerinden “Mocha”, adını Moka Limanı’ndan alır. Bir gün, aynı
zamanda bir keşiş olan Şeyh Şâzilî, Mekke yerine, Yemen’in Moka Limanı’na
varır. O zamanda Moka’da yaygın bir hastalık vardır. Moka Valisi Khair Beg,
Şeyh Şâzilî’den hasta olan kızı ve diğer hastalar için dua etmesini ister.
Duaya rağmen kızı iyileşmeyince, Khair Beg, Şâzilî’yi dağa sürgüne gönderir.
Hastalık tekrarlayınca insanlar Şâzilî’ye gitmeye başlar. Şâzilî, çadırına
gelenlere kahve ikram eder. Böylece insanlar kahve aracılığıyla iyileşir.
Kahvenin
uzun yıllar Arap coğrafyasında kaldığı bilinmektedir. 500’lü yıllarda bugün
bilinen şekliyle içilmeye başlayan kahve, 1511’de, Mekke’de ilk kahvehanenin
kurulmasından itibaren bir sosyalleşme aracı hâline gelmeye başlar. Ancak o
dönem kahve yetişmeyen bir bölgede bırakın kahvehane açmayı, kahve çekirdeği
bulmak dahi mümkün değildir. Kahveyi mevcut olduğu topraklardan dışarıya
çıkarmanın tek yolu, onu çalmaktır.
17’nci
yüzyılda Hindu bir din adamı olan Baba Budan, Mekke’ye Hacca gittiği sırada,
dinî deneyimi zenginleştirdiği düşünülen ve diğer din adamları tarafından da
çok beğenilen kahveyle tanışır. Baba Budan’ın kıyafetinin içine saklayarak
kaçırdığı altı çekirdek, dünyada kahve serüveninin seyrini değiştirecektir.
Baba
Budan, kendisine kurulan pusuda hayatını kaybeder ama kahve çekirdeklerini
Hindistan’a ulaştırmayı başarır. Baba Budan, bir Hindu azizi olmasının yanı sıra
kahveyi özgür kılan kişi olarak bilinir.
Kahve
Hindistan’dan sonra Avrupa’ya da ulaşır ve orada da çok beğenilir. Dönemin
Avrupa’sında kahve ticareti, bir hata yapıp kahve fidanını Fransa Kralı 14’ncü Louis’e
hediye etmelerine dek Felemenklerin tekelindedir. Verimsiz çekirdekler Avrupa’da
fazlasıyla bulunur, ancak canlı bitki çok değerlidir. Çünkü bulmak çok zordur.
Elindeki bitkinin kıymetini iyi bilen ve kimseyle paylaşmak istemeyen Kral
Louis, kahve fidanını, ona özel yaptırdığı serada saklamaya başlar. Ancak
Fransız deniz subayı Gabriel Mathieu de Clieu’nun bu kıymetli fidanda gözü
vardır. De Clieu, kahve bitkisini ele geçirmek ve kahve ticaretinde Felemenklere
kafa tutmak ister. Hesaplarına göre, bitkiden bir parça alıp Fransız kolonisi
Martinque’e getirebilirse amacına ulaşacaktır.
Bunun
için ilk önce Kral Louis ile görüşen De Cliue, bu şekilde bitkiden küçücük bir
parça bile alamaz. Bunun üzerine duvara tırmanıp gece yarısı bir baskın
düzenleyerek seraya girer ve bitkiden bir parça alıp fark edilmeden kaçar. De Cliue,
elinde kahve bitkisiyle Karayipler’e doğru zorlu bir yolculuğa çıkar. Kahve
bitkisinde gözü olan bir yolcuya, gemiye yapılan korsan gemi saldırısına,
şiddetli fırtınaya, tükenmekte olan erzak ve su deposuna rağmen De Cliue, kendi
ölümü pahasına suyunu paylaştığı bitkisiyle birlikte Martinque’ye ulaşmayı
başarır.
Bu
olayın sonrasındaki 50 yıl içinde Martinque’de, sayısı 18 milyona ulaşan kahve
bitkisi yetişir. O dönemde Brezilya da kahve ticareti yapmak istemektedir ama
Brezilya’da hiç kahve bitkisi yoktur. Bitkiyi ele geçirmek için bir yarbay
görevlendirilir. Sınır anlaşmazlığını giderme şeklindeki resmî göreviyle
Fransa’ya gönderilen yarbayın asıl amacı, kahve bitkisini ülkesine getirmektir.
Ama yüksek kaleler ardında özenle korunan kahve tarlalarına ulaşmak kolay
değildir. Yakışıklılığıyla bilinen yarbay, Kral’ın karısının gönlünü çalarak
kahve bitkisini elde etmeyi başarır. Bu olay yaşanmasa, Brezilya belki de
hiçbir zaman dünyanın en büyük kahve üreticisi olamayacaktı.
Türk
kahvesinin hikâyesi
Türk
kahvesinin serüveni 1517 yılında, Yemen Valisi Özdemir Paşa’nın kendi özel
yapımı kahvesini İstanbul’a getirmesiyle başlar. Yeni bir yöntem kullanılarak
hazırlanan kahve, “Türk kahvesi” adıyla güğüm ve cezvelerde pişirilmeye
başlanır. İlk olarak Tahtakale’de açılan, daha sonra tüm şehre yayılan
kahvehaneler açılmadan önce kahve, saray efradına has bir içecektir. Kahvehanelerin
açılmasından sonra hızla yayılan kahve, zaman içinde herkesin ulaşabileceği bir
lezzet hâline gelir.
Türk kahvesinin lezzeti ve ünü önce Avrupa’ya, oradan da tüm dünyaya yayılmıştır. Türk kahvesi, 2013 yılında UNESCO’nun “Somut Olmayan Miras” listesindeki yerini almıştır.
“Kahve”
deyince…
Sıcak
bir sohbetin en yakın arkadaşı kahvenin hikâyesinden sonra, bir de kahvenin bizde
yarattığı etkilere değinelim istiyoruz. Elbette Allah’ın yarattığı her şey gibi
sağlığa faydaları çok kahvenin, ama bunlardan ziyade “kahve” deyince zihnimizde
neler canlanıyor, kahve bizde hangi duyguları ortaya çıkarıyor, daha çok bunlar
üzerinde duralım istiyoruz.
Yazının
başında bahsettiğim şekliyle “eşyayı bir bağlam içerisinde değerlendirmeyi”,
kişisel düzlemde yapabileceğimiz gibi kültürel bir şekilde “âdet” adı verilen
formlarda da günlük hayatta görmemiz mümkün.
Bir
arkadaşım, sevgilisinden ayrıldığından beri kahve içemediğini söylemişti.
Gerçekten de kızın kahve görünce bile gözleri doluyordu. Sebebini sorduğumda
bana şu cevabı verdi: “Ne zaman kahve içsem, aklıma sevgilimle, ellerimizde
kahve fincanlarıyla, kahveden açılan konuyu varoluş problemlerine kadar
götürdüğümüz derin sohbeti, o güzel günü hatırlıyorum…”
Bu
durum ne kadar can yakıcı olursa olsun, aslında çok kıymetli duygulara sahip.
Eşyayı bağlam üzere değerlendirmek, onlara duygu katmak bir çeşit sanat değil
midir sizce de?
Bunun
yanında, “tuzlu kahve” âdeti de kahveyi kültürel bağlamda ele almaya bir
örnektir. Tuzlu kahve demişken, bunun da bir hikâyesi var elbette…
Eskiden
tanışıp konuşarak evliliğe karar verilmesi, günümüzdeki gibi normal karşılanan
bir durum değildi. Evlilikler genellikle “görücü usûlü” olurdu. Tuzlu kahvenin hikâyesi
böyle evliliklere dayanıyor.
Kız
isteme merasimlerinde âdet üzere damada gelinin elinden tuzlu kahve içirilir.
Artık “Âdettendir” denilerek, biraz da eğlencesine yapılan tuzlu kahve, önceden
bir iletişim yöntemi olarak kullanılıyormuş. Eskiden her aklına geleni
söyleyene “deli” derlermiş. Günümüzdeki gibi itibar görmezmiş her lâfı
çekinmeden söyleyenler. Farklı yöntemler kullanılarak ifade edilirmiş
düşünceler. Tuzlu kahve de bu ifade yollarından biriymiş.
Eğer
istenmeye gelinen kız kahveye tuzu çok atarsa, bu, “Seni istemiyorum” demek
olurmuş. Eğer orta derece tuz atarsa, bu, “Olabilir fakat kararsızım” demekmiş.
Eğer az atarsa, bu da “Ben de istiyorum” demek anlamına gelirmiş. Yani kısaca
tuz atmak, kız tarafının kibarca ve kırmadan erkek tarafına cevap verme
şekliymiş. Tuzlu kahve âdeti günümüzde her ne kadar ilk yapılış gerekçesinden
çok uzak bir şekilde sürdürülse de bugün kız tarafının “Kızımız kıymetli”
mesajını oğlan tarafına iletme yollarından biri olarak görülüyor.
Kadın
olmanın hâlâ çok zor olduğu bir toplum yapısı içinde bir küçük “tuzlu kahve”
mesajı belki yeterli değil, ama bu âdet en azından gönüllere biraz olsun su
serpiyor olsa gerek.
Bunların
yanında kahveye anlam katan ortamlardır da aynı zamanda. Fizikî koşulları
mükemmel olmak zorunda değil ama kahvenin sıcaklığını gönül sıcaklığına
yaklaştıran mekân ve sunum şekilleri de kahvenin damakta bıraktığı tat üzerinde
oldukça etkili oluyor. Aynı kahveyi sevilen bir dostun elinden içmek bile, o
kahveyi daha lezzetli hâle getirebiliyor. Ne de olsa “bir fincan kahvenin kırk
yıl hatırı vardır”.
Bu
sözün de bir hikâyesi var elbette…
İstanbul’un
yemiş iskelesinde kahve yapan ve satan Üsküdarlı bilge bir zat varmış. Her
telden insan, kahvecinin sohbetini dinlemeye, iki çift nasihatini almaya,
derdini paylaşmaya gelirmiş. Günlerden bir gün, bu kahvehaneye bir yeniçeri
gelmiş. Kahveciye, herkese kendinden kahve ikram etmesini fakat içeride yalnız
başına oturan Rum gemi kaptanına vermemesini söylemiş. Kahveci de herkese
yeniçerinin kahvesini ikram ettikten sonra, iki kahve yapıp Rum kaptanın yanına
oturmuş. Yeniçeri hiddetle, “‘Ona vermeyeceksin’ demedim mi?” demiş. Kahveci, “Bu senin değil, benim
ikramım” diyerek cevap vermiş. Rum kaptana dönen kahveci, kaptanla hem sohbet
etmiş, hem de kahve içmiş.
Aradan
40 yıl kadar geçmiş. Sisam Adası’nda büyükçe bir isyan çıkmış. Rumlar isyan
etmiş. Bizim kahvehaneci de bir şekilde Rumların eline geçmiş. O zamanlar,
Rumlar ellerine geçirdikleri esirleri pazarda satıyorlarmış. Kahveciyi de yaşlı
bir adam satın almış ve ıssız bir yere götürmüş. Adamın kendini öldüreceğini
sanan kahveci korkuyla yaşlı adama bakarken, adam kendisine 40 yıl önce bir
kahve ikram ettiğini ve o kahvenin hatırını unutmadığını söyleyerek kahveciyi
serbest bırakmış. İşte anlatılana göre bu söz, buradan gelmektedir!
Bir
fincan kahveden nerelere geldik, öyle değil mi? Tıpkı Bob Dylan gibi: “Bir
fincandaki kahve gibidir hayat/ Bazen tatlı, bazen değildir/ Önemli olan,
kahvenin tadı değil zaten/ Onu kiminle içtiğinizdir.”
Kaynakça
Gündelik Hayatımızın Tarihi/Kudret
Emiroğlu/İş Bankası Kültür Yayınları
Kahvenin Dünden Bugüne Hikâyesi/Hürriyet
Gazetesi Giacomo Celi Röportajı için bkz. http://www.hurriyet.com.tr/kelebek/gurme/kahvenin-dunden-bugune-hikayesi-40049014
“Gündelik Şeylerin Destansı Hikâyesi”
belgeseli için bkz. https://www.youtube.com/watch?v=4FqVlfBwUTk
“Çekirdekten Fincana Kahvenin Hikayesi”
belgeseli için bkz.
https://www.youtube.com/watch?v=9K23ZHCHaIk
İl Kahvehaneler/Erhan Afyoncu bkz. https://www.sabah.com.tr/yazarlar/erhan-afyoncu/2017/05/07/ilk-kahvehaneler
Kahve ve kahve kültürü ile ilgili pek çok
bilgi için bkz. https://www.kahve-lekesi.com/
Yemen’den İstanbul’a Kahvenin
Hikayesi(video)/ Dünya Bizim Sitesi Muhabiri Ayşe Gülgün Sonuşen haberi için
bkz. http://www.dunyabizim.com/dunyada-kultur/19826/yemenden-istanbula-kahvenin-hikyesi-video
Bir Fincan Türk Kahvesinin 500 Yıl Hatırı
Var/ http://www.star.com.tr/pazar/bir-fincan-turk-kahvesinin-500-yil-hatiri-var-haber-1226453/
Tuzlu Kahve Hikayesi için bkz. https://kahvekeyfii.com/2015/08/07/kiz-istemede-kahveye-neden-tuz-atilir/
Bir Fincan Kahve Daha, Ben Gitmeden/ Barış
Özcan / http://barisozcan.com/bir-fincan-kahve-daha-ben-gitmeden/
One More Cup Off Coffee/Bob Dylan/ https://www.youtube.com/watch?v=CB1Yq4zVC70