Kahramanmaraş depremlerinin ardından

Deprem olduktan sonraki maliyetleri önlemek için önceden harcanan her 1 lira, deprem sonrasında harcanacak 7 lirayı kurtarmaktadır. Hazırlıksız yakalanılan depremler hem can, hem de mal kaybı açısından ülkemizi büyük zararlara uğratmaktadır.

ÜLKEMİZ maalesef yine büyük bir deprem yaşadı. Bilindiği gibi ülkemiz toprakları büyük çoğunlukla deprem riski altında bulunmakta olup şehirleşme ve yapılaşmamızda bu gerçek şimdiye kadar maalesef pek öncelenmemiştir. Konu ancak bir deprem yaşadığımızda veya yaşanan büyük depremlerin yıldönümlerinde gündeme gelmekte ve bir müddet sonra tekrar unutulup gündemden düşmektedir.

En son 6 Şubat 2023 tarihinde, Kahramanmaraş Pazarcık’ta meydana gelen 7,7 ve Elbistan’da meydana gelen 7,6 büyüklüğündeki depremlerle ihmâl ettiğimiz deprem konusu gündemimize yeniden bomba gibi düştü.

“Türkiye’de yaşanan en büyük ikinci ve üçüncü depremler” olarak kayda geçen bu depremler 11 ilimizde, yaklaşık 100 bin kilometrekarelik bir alanda 13 buçuk milyon vatandaşımızı doğrudan etkilemiştir. 14 Şubat 2023 tarihli Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı tespitlerine göre 190 binin üzerinde konut ve işyeri yıkılmış veya ağır hasar almış, 40 binin üzerinde de can kaybı yaşanmıştır.

Deprem, netice itibariyle coğrafyamızın bir gerçeğidir. AFAD’ın yayınladığı yeni deprem tehlike haritasına göre, ülke topraklarının yüzde 18’i birinci derece deprem bölgesinde bulunmakta ve nüfusun yüzde 27’si de bu bölgede yaşamaktadır. 20’nci yüzyılda ülkemizde büyük depremler olarak 1939 Erzincan, 1941 Van-Erciş, 1946 Varto, 1967 Adapazarı, 1971 Bingöl, 1976 Denizli, 1992 Erzincan, 1995 Dinar, 1998 Ceyhan ve 1999 Marmara ve Düzce, 21’inci yüzyıl başlangıcında da 2003 Bingöl, 2011 Van, 2020 Elazığ ve 2021 İzmir depremleri yaşanmıştır. Son 99 yıl içinde kayıtlara geçen ve hasara neden olan 146 deprem olmuş ve bu depremlerde 66 bine yakın kişi hayatını kaybetmiştir.

Evet, bu depremler maalesef bu coğrafyada yaşadığımız son depremler olmayacaklar. Depremlerin olup olmayacağı, yerleri ve büyüklükleri ile ilgili olarak bizim yapabileceğimiz bir şey yok ama depremin etkisini ve yıkıcı sonuçlarını en aza indirebilmek bizim elimizdedir.

Her deprem sonrası konuşulanlar yine konuşulacaktır ancak bu sefer esas yapılması gerekenler de yapılır inşallah. Zira Türkiye’de deprem konusunda öncelik, yeni çalışmalar yapmak, yeni şeyler araştırıp bulmak değildir. Öncelik, şimdiye kadar araştırıp bulunmuş, yazılıp çizilmiş, konuşulup raporlanmış çalışmaların gereğinin yapılması, ülkenin enerjisinin ve kaynaklarının da bu doğrultuda kullanılmasıdır. Onun için, bu vesile ile bir kez daha deprem öncesinde ve sonrasında yapılacaklarla ilgili tespitlerimizi, bundan sonraki çalışmalara altlık oluşturması amacıyla tarihe not düşürmek istedik.

Deprem, hayatın olağan akışını 30 saniye ilâ 1 dakika kadar kesen, insanın çaresizliğini ve aczini kendisine hatırlatan ve gerektiği gibi tedbirini almamış, yapılarını tekniğine ve gereğine uygun yapmamışsa bedelini gerek mal, gerekse can kaybı ile çok büyük ödeten bir afet değil, aslında bir tabiat olayıdır. Depremi afet yapan aslında bizleriz. Depremin değil, binaların öldürdüğünü örnekleri ile yaşayarak da görmekteyiz.

Deprem hareketinin aslında insanlık ve tabiat için faydaları bulunmaktadır. Örneğin ülkemizdeki bor madeni gibi organik olmayan madenlerin neredeyse tamamı fay hatları nedeniyle oluşmaktadır. Bunun yanı sıra doğal maden sularımız ile kaynak suları ve ılıcalarımız da yine fay hatları nedeniyle oluşmaktadır. Yine fay hatları boyunca verimli topraklar oluşmaktadır. Bu tabiat olayını afete çeviren, maalesef bizim bilimsellikten ve teknikten uzak, “Bize bir şey olmaz” yaklaşımı ile inşâ ettiğimiz yapılarımız ve şehirlerimizdir. Yoksa her gün hâlihazırda ülkemizde onlarca, dünyada yüzlerce deprem olmaktadır. Çoğu yaşam alanlarımızın dışında gerçekleşen bu depremler bizi hiç endişelendirmemekte, çoğundan haberimiz bile olmamaktadır. Benzer şekilde, yapılarını teknik şartlara uygun şekilde yapan ülkelerde, deprem yaşam alanlarında olsa dahi onlar da bizim kadar endişelenmiyorlar. Ama biz yapılarımıza güvenemediğimiz için haklı olarak yaşam alanlarımızın yakınlarında olan depremlerden endişeleniyoruz. Dolayısıyla kendi kabahat, kusur ve ihmâlimizi depreme atmayalım.

Burada depremle ilgili olarak bizi endişeye sevk eden durum, depremin sonucunda yıkım ve ölüm olmasıdır. Yoksa binalarımız sadece sallanıp dursa, deprem hoşumuza bile gider belki. Ama pratikte durum böyle olmayınca, biz de haklı olarak depremden korkuyoruz.

Aralık 1939 Erzincan Depremi’nde 33 bin kişi, 1999 Adapazarı Depremi’nde de 45 saniye içinde resmî rakamlara göre 18 bin kişiyi kaybettik. Yıllarca ülkemizde tartışılan, başımızın belâsı olan terör nedeniyle ülkemizde 35 yılda yaklaşık 40 bin kişi ölmüş; Adapazarı’nda sadece 45 saniyede 18 bin kişi öldü. En son Kahramanmaraş Depremlerinde de hâlihazırda ölüm sayısı 40 bini geçti. Beklenen Marmara depremi için yapılan projeksiyonlarda İstanbul için en iyimser tahminlerde 40 ilâ 50 bin kayıptan bahsediliyor.

Bu tabiat olayını afete çeviren, maalesef bizim bilimsellikten ve teknikten uzak, “Bize bir şey olmaz” yaklaşımı ile inşâ ettiğimiz yapılarımız ve şehirlerimizdir.

Yıkımın nedenleri

Depremden korkmamıza neden olan yıkım ve ölüm olayını etkileyen başlıca faktörleri, akademik ve teorik olarak değil de pratik yapım teknikleri açısından sayacak olursak bunlar; depremin niteliği, zemin şartları, proje, malzeme, işçilik ve bütün bunları koordine edecek yapım bilgisi ve denetim mekanizmasıdır.

Bunlardan birincisi, depremin niteliğidir. Yeri, merkezi, derinliği, fayın kırılma şekli, kırık boyu, depremin süresi, açığa çıkan enerji gibi verilere karşı yapabileceğimiz, onları etkileyebileceğimiz ve kontrol edebileceğimiz bir şey yok. Sadece şehirlerimizi ve yapılarımızı bu riski taşıyan yerlerde veya yakınlarında kurmayabiliriz. Burada iş devlete ve belediyelere düşmektedir. Gerekli bölge etütleri yapılarak, riskli bölgeler tespit edilerek buralarda yapılaşma koşulları belirlenmelidir.

İkincisi, yapının yapılacağı zemin koşulları. Teorik olarak hemen hemen her türlü zeminde, gerekli zemin iyileştirmeleri ve temel mühendisliği çalışmaları ile yapı yapılabilir ama bir de bunun ekonomik yönü söz konusu olduğu için yapılaşmaya uygun zeminler tercih edilmelidir. Proje öncesinde yapılacak zemin etütleri bu açıdan önem arz etmektedir.

Üçüncüsü, yapacağımız yapının projesi. Yapının projesi, işin uzmanları tarafından, ilgili yönetmelik ve şartnamelere uygun olarak, gerektiği gibi yapılmış olmalıdır. Son deprem yönetmeliği bu açıdan yapılarımız için yeterli güvenlik şartlarını ihtiva etmektedir. Ancak burada özellikle yüksek katlı veya özellikli binaların projelendirilmesi konusunda hem projenin yapımı, hem de denetlenmesi aşamasında meslektaşlarımızın yetkinliklerinin sınıflandırılması konusu değerlendirilmelidir.

Dördüncüsü, malzeme. Özellikle taşıyıcı sistemle ilgili olarak söz konusu olan beton ve donatı malzemesinin niteliği ve şartnamelere uygunluğu önemlidir. Son yıllarda hazır beton ve çelik sanayisinin gelişmesi ve bu konudaki testlerin yapılması ile inşaatlarda kullanılan malzemelerde belli bir standart yakalanmıştır.

Beşinci önemli faktör ise işçilik. Siz istediğiniz kadar iyi bir projeyi iyi malzemelerle inşâ etmeye kalkın, taşıyıcı sistemin projesine uygun olarak aplike edilmesi, betonun dökümü ve sonrasındaki bakımı, donatının projesine uygun olarak hazırlanıp yerleştirilmesi gibi işçiliklerde yapılacak hatalar, binanızı riskli hâle getirebilecektir. Burada da işçilerin meslek içi eğitime tâbi tutularak sertifikalandırılması, işçilikteki kalite standardını arttıracaktır.

Altıncı olarak da bütün bu faktörleri hakkıyla değerlendirip koordine ve kontrol edecek olan profesyonel bir yapım bilgisine ihtiyaç vardır. Bunun içinse müteahhitlik şartları belirlenerek her isteyenin inşaat yapabilmesinin önüne geçilmeli, sermaye sahibi yatırımcı ile uzman yapımcı bir şekilde ayrıştırılmalıdır. En son çıkan “Yapı Müteahhitlerinin Sınıflandırılması ve Kayıtlarının Tutulması Hakkında Yönetmelik” ile bu konuda bir düzenlemeye gidilmiştir. Bu yönetmelikte öncelikle ve özellikle son yıllarda artan “kentsel yenileme” çalışmaları neticesinde bu alanda faaliyet gösteren, piyasada “yap-satçı” olarak bilinen “müteahhitlerin” kontrol ve denetim altına alınmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Ancak bu yönetmelikte bazı düzenlemelere ihtiyaç duyulmaktadır.

“Yap-sat” tarzı yapım işlerinin yanı sıra, özellikle artan yapı stoku ve arsa payı maliyetleri nedeniyle kentsel yenileme çalışmalarında bundan sonra devletin yapı sahiplerine verebileceği uzun vadeli ve düşük faizli kredi desteği ile yapı maliyetlerinin kat malikleri tarafından karşılanacağı yapım işleri de söz konusu olabilecektir. Bu durumda da devreye mühendislik firmaları girebileceğinden, bu tip yapım işlerini yüklenecek yani inşaat maliyeti mal sahipleri tarafından karşılanarak yükleniciye hak edişlerle ödemenin yapılacağı sözleşmelerde, hâkim ortakları mimar ve mühendis olan yani şirket hisselerinin yüzde 51 veya daha fazlasının mimar veya mühendis ortaklara ait olan proje yönetim firmalarının müteahhitlik hizmeti verebilmelerine olanak sağlayacak şekilde ilgili yönetmelik düzenlenmelidir.

İnşaatı koordine edecek, yapım sürecine eşlik edecek olan şantiye şefliği de fiilî olarak işin hakkı verilerek yapılmalıdır. Yapı Denetim Uygulama Yönetmeliğinde tekniker ve teknik öğretmenlere de şantiye şefi olabilme imkânı getirilmiştir. İnşaatlarda şantiye şefliği, proje yönetim tekniklerinin bilinmesini, diğer mühendislik disiplinlerinin proje uygulamaları konusunda yeterli düzeyde meslekî deneyimi, malzeme bilgisini, teknik, idarî ve hukukî mevzuatı bilmeyi gerektiren ve ciddî sorumluluğu olan bir görevdir. Dolayısıyla hem inşaat yapım süreçlerinin önemine, hem de bu konuda eğitim almış mimar ve mühendislerin piyasadaki yeteri kadar varlığına istinaden teknik öğretmen veya tekniker diplomasına sahip teknik personele şantiye şefliği yetkisi verilmesi kararı, teknik ve bilimsel olarak gerekli ve doğru olmayıp, gözden geçirilmelidir.

“Yapı Denetim”

Son olarak gerek şart, bütün bu süreçleri denetleyecek olan mekanizmanın sağlıklı kurgulanarak işletilebilmesidir. Bu kapsamda 1999 Adapazarı Depremi sonrası gündeme gelen “Yapı Denetim” uygulaması, ilk olarak Şubat 2000’de pilot olarak belirlenen 27 ilde başlamış, sonrasında 4708 sayılı Yapı Denetimi Hakkında Kanun ile kanunlaşmıştır. Günümüze kadar çeşitli yönetmelik ve genelgelerle kanunun uygulamasında muhtelif düzenlemelere gidilmiştir. En son olarak inşaatlara yapı denetim firmalarının Bakanlık tarafından kura ila atanması yöntemine geçilmiş, böylece müteahhit ile yapı denetim firması arasındaki hizmet satın alan-hizmet gören ilişkisi koparılmıştır. Ancak hâlâ Yapı Denetim sisteminde herhangi bir sigortalama sistemi mevcut değildir.

Oysa sistemin daha iyi işletilebilmesi ve olası denetleme hataları sonucunda mağdurların zararlarının tazmin edilebilmesi amacıyla müteahhitlere Yapı Sigortası ve Teknik Personel Meslekî Sorumluluk Sigortası uygulamasına geçilmelidir. Müteahhitler bu sigortalar kapsamında inşaatlarını sigortalatacaklar, sigorta firmaları da yapı denetim firmaları marifetiyle inşaatları denetleterek sorumluluk üstleneceklerdir. Süreç içerisinde sigorta firmaları da, kendi risk primi hesaplamaları kapsamında “iyi müteahhit-kötü müteahhit” değerlendirmeleri yapacaklarından, piyasada iyi müteahhitlerin üstlenecekleri düşük risk primi nedeniyle rekabet şartları da artacaktır.


Teorik olarak hemen hemen her türlü zeminde, gerekli zemin iyileştirmeleri ve temel mühendisliği çalışmaları ile yapı yapılabilir ama bir de bunun ekonomik yönü söz konusu olduğu için yapılaşmaya uygun zeminler tercih edilmelidir. Proje öncesinde yapılacak zemin etütleri bu açıdan önem arz etmektedir.

Bütün bunlar, bundan sonra yapılacak olan binalarda gözetilmesi gereken konulardır. Kamuoyunun bu konularda bilinçlenmesi ve sorgulayıcı olması bütün bu faktörlerin iyileşmesine vesile olacaktır. Hâlihazırdaki esas sorunumuz ise mevcut yapı stokumuzun değerlendirilmesidir.

Depremde önceliğimiz can kaybını azaltmaktır. Can kaybı ise toptan göçme, ağır hasar ve orta hasar gören binalarda meydana gelmektedir. Son yaşadığımız depremlerde de ağırlıklı olarak çöken binalar, neredeyse ekonomik ömrünü tamamlamış olan binalardır. Bunun için de öncelikli olarak yenileyeceğimiz binaları tespit etmeli ve ayıracağımız kamu kaynağını efektif kullanmak adına bu riskleri taşıyan binalara yoğunlaştırmalıyız.

Öncelikle yapılması gerekenler

Bu noktada öncelikle binaların risk tanımında derecelendirmeye gidilmesi lâzımdır. Hasar üretme bakımından gerek deprem büyüklüğü, deprem süresi, fay hattının yerleşim yerlerine yakınlığı, zeminin olumsuzluğu ve yapı kalitesizliği açısından birçok olumsuzluğu barındıran Adapazarı Depremi’nde bile toptan göçme yüzde 6, ağır hasar yüzde 7 ve orta hasar yüzde 13 olmak üzere toplamda yüzde 25’lik bina stokunda can kaybına neden olabilecek yıkım meydana geldiği bilgisi verilmişti. Kahramanmaraş Depremleri ile ilgili olarak son tespitler yapıldıktan sonra oradaki yıkım ve hasar durumları da bu bağlamda daha net olarak ortaya çıkacaktır.

Dolayısıyla bir öncelik sıralaması yapmak ve dediğimiz gibi kaynakları verimli kullanmak adına eski bina değerlendirmelerinde bir derecelendirme yapılmalıdır. Yoksa mevcut yapı stokunun güncel hesaplama yöntem ve yönetmeliklerine göre irdelendiğinde büyük çoğunluğu yetersiz çıkabilir ama bizim önceliğimiz sırasıyla toptan göçme, ağrı hasar ve orta hasar görecek binalarımızı tespit etmek olmalıdır. Bunun için de mümkün olduğunca pratik ve en az maliyetli yöntemler geliştirilmelidir.

Bu kapsamda deprem riski altındaki tüm bölgelerde “Deprem Seferberliği” ilân edilmeli, fay yapısı, tarihsel süreç içerisinde takip ve tespit edilen hareketlilik durumuna göre bölgelerin risk derecelendirmeleri yapılarak öncelikli riskli bölgeler tespit edilmelidir. Bu bölgelerden başlanarak, özellikle 1999 Depremi öncesi yapılmış, hazır beton ve nervürlü demir kullanılmamış, zemin özellikleri itibariyle uygun koşulları taşımayan yerlerde inşâ edilmiş 4, 5 ve 6 katlı binalar öncelikle risk altında bulundukları için, değerlendirmeye bunlardan başlanmalıdır. Ruhsat eki projelere göre yapılmamış veya kaçak yapılmış olan her bina sakat mânâsına gelmediği gibi, ruhsatlı olarak yapılmış olan her bina da sağlam mânâsına gelmez.

Tüm belediyeler ilçelerindeki bina envanterini asgarî olarak yapım yılı, kat sayısı, taban alanı, kat alanı, zemin durumu bilgilerini içerecek şekilde çıkartmalılar. Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı bu envanteri tüm ilçeler için mecburî tutmalı ve/veya İlbank marifetiyle ve üniversiteler desteğiyle resen yaptırmalıdır. Bu bölgelerde mevcut yapı stokunun risk derecelendirmesi yapılmalı, öncelikle toptan göçme ve ağır hasar riski taşıyan binalardan başlayarak “Risk Öncelikli Kentsel Yenileme ve Dönüşüm Eylem Plânı” oluşturulmalıdır.

Kentsel dönüşüm/yenileme

Ekim 2011’de gerçekleşen Van Depremi sonrasında, Aralık 2012 tarihinde çıkarılan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun sonrasında yapılarımız yapısal güvenliklerinin arttırılması açısından yenilenmeye başlanmıştır. Ancak bugün gelinen noktada konunun deprem riskinden korunmaktan ziyade, ekonomik bir kazanım olarak değerlendirilmeye başlandığı da görülmektedir.

Kentsel dönüşüm uygulamalarının sürdürülebilir kılınması için öncelikle süreç tüm taraflar tarafından bir “fırsat” olarak görülmeli ancak “fırsatçılık” olarak değerlendirilmemelidir. Yapılacak uygulamalar adil ve izlenebilir olmalı, tüm paydaşlar bilgilendirilerek haklarının neler olduğu şeffaf olarak belirlenmeli ve tarafların haklarına razı olması gerekliliği benimsetilmelidir. Perde arkasında farklı hesapların olmaması, tüm kavram ve değerlerin sağlam ve anlaşılır olarak tespit edilmesi hâlinde kentsel dönüşüm uygulamalarının sürdürülebilir kılınabileceği düşünülmektedir.

Kentsel dönüşüm sürecinin işleyişinde genel sorun, bölgeler ve belediyeler arası uygulama, karar ve plânlama bütünlüğünün olmaması, uygulayıcı ve karar alıcılara karşı toplumda güvensizlik oluşması gibi konularda ön plâna çıkmaktadır. Bu sorunu gidermek adına toplumun güven duyacağı, geniş temsil kabiliyetine sahip, üniversite, STK ve ilgili profesyonelleri de içerisinde barındıran EPDK, RTÜK gibi özerk bir üst kurul teşkil edilmelidir. Bu kurul plânlayıcı, düzenleyici, kontrol edici ve tahkim görevi görmelidir. Anılan kurul aynı zamanda kentsel dönüşüm işlemlerinin ve ilgili belge yönetiminin daha sağlıklı yürütülebilmesi görevlerini de üstlenmelidir.

Kentsel dönüşüm çalışmalarının genel olarak plânlanabilmesi için öncelikle, yapılmasına başlanan “Mekânsal Stratejik Plânlama” kapsamında tüm Anadolu’yu plânlayarak büyükşehirler üzerindeki göç baskısı azaltılmalıdır. Bununla birlikte bir “Kentsel Dönüşüm Master Plânı” yapılarak, kentsel dönüşümün çevreden merkeze doğru yapılması sağlanmalıdır. Köylerin ve kırsalın cazip hâle getirilmesi amacıyla köy-kent projeleri ile köy enstitüleri modeli günün şartlarına göre yeniden değerlendirilmelidir.

Yapılacak dönüşüm çalışmaları vesilesi ile şehirlerimizin kadim kültürel ve yapısal değerleri yeniden ihya edilmelidir. Bu doğrultuda, her yere standart bina tipi uygulamak yerine, şehirlerimizi yöresel özelliklerini ve mimarisini yansıtan, insanın “7/24-0/90 (7 gün 24 saat, doğumundan ölümüne kadar)” kullanabileceği insan ölçekli, mümkün olduğunca yerel malzeme kullanımı ile bütüncül şehir plânlaması çalışmaları yapılmalıdır. Yerindeki mevcut yoğunluğu arttırmadan yenilemeyi sağlamak üzere kişilerin kendi binalarını yıkıp yapabilmeleri için uzun vadeli “yık-yap kredisi” kullanılması teşvik edilmeli ve bu maksatla faaliyet gösterecek taahhüt müteahhitliği ve kredi sistemi geliştirilmelidir.

Müteahhitlere, Yapı Sigortası ve Teknik Personel Meslekî Sorumluluk Sigortası uygulamasına geçilmelidir. Müteahhitler bu sigortalar kapsamında inşaatlarını sigortalatacaklar, sigorta firmaları da yapı denetim firmaları marifetiyle inşaatları denetleterek sorumluluk üstleneceklerdir.

Yeni tecrübemiz ve AFAD

Her depremden sonra tecrübe edinerek yeni uygulamalar devreye sokuyor veya mevcut uygulamalar üzerinde değişiklikler, düzenlemeler yapıyoruz. Bu kapsamda, 1999 Adapazarı Depremi’nden sonra “Yapı Denetim” uygulaması gündeme gelerek uygulanmaya başlandı. 2011 Van Depremi’nden sonra da “Kentsel Dönüşüm/Yenileme” uygulamaları gündeme gelmiştir. Bu en son depremde de depremin yaygın bir bölgeyi etkilemiş olması, mevsim şartları, etkilenen nüfusun büyüklüğü itibariyle deprem sonrası arama kurtarma faaliyetleri ile depremden etkilenenlerin yaşamlarını sürdürebilmeleri için gerekli lojistik hizmetlerin organizasyonunu, mevcut AFAD yapılanmasının ve imkânlarının daha da iyileştirilmesini gündeme getirmelidir.

Depremin büyüklüğü, yaygınlığı, iklim şartları ve etkilediği nüfus itibariyle afete müdahale edebilecek kişilerin de afetten etkilenmiş olması nedeniyle, enkaz altındakilere ulaşmada çok önemli olan 1-2 gün içerisinde gözlenen bazı organizasyon yetersizliklerini ortadan kaldırmak için AFAD’ın, bu gibi durumlarda tüm kamu birimleri, kolluk kuvvetleri, şirketler ve STK’ların imkânlarını koordine edecek yetki ve yeterliliğe sahip olacak şekilde doğrudan Cumhurbaşkanı’na bağlı olarak yapılandırılması, yetki kullanması açısından daha efektif ve doğru olacaktır.

AFAD, başta makine, ekipman, araç-gereç ile kolluk kuvvetlerine sahip olan Çevre, Şehircilik ve İklim Bakanlığı, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı, Sağlık Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı ve Millî Savunma Bakanlığı olmak üzere tüm bakanlıklar ile tüm şirketlerin makine, araç ve gereçleri ile STK’ların lojistik imkânlarını koordine edecek gerek CBS tabanlı yazılım, gerek uydudan haberleşme imkânlarını sağlayan donanım, gerekse profesyonel ve gönüllü insan gücünü plânlayarak şimdiden tüm deprem senaryoları için koordine etmelidir. Bu kapsamda ihtiyaç duyulacak çağrı merkezi ile uydu haberleşmesi imkânları oluşturulmalıdır.

İlk etapta ihtiyaç duyulan temel barınma, ısınma, elektrik, akaryakıt ve yiyecek talep ve arzları çağrı merkezleri üzerinden CBS tabanlı yazılım marifetiyle koordine edilmeli, olası tüm olumsuz senaryolar bundan sonrası için simüle edilerek şimdiden plânlanmalıdır. Afetin son depremde olduğu gibi olası yaygın etkisi ihtimâline binaen 2 ve 3’üncü derece halka illerin organizasyonları ile yurt dışından gelebilecek ekiplerin organizasyonu simüle edilerek plânlanmalıdır. Baz istasyonlarına bağlı kalmadan, uydu üzerinden haberleşme sistemleri özellikle AFAD ekip ve gönüllüleri için sağlanmalıdır.


Yapılacak dönüşüm çalışmaları vesilesi ile şehirlerimizin kadim kültürel ve yapısal değerleri yeniden ihya edilmelidir. Bu doğrultuda, her yere standart bina tipi uygulamak yerine, şehirlerimizi yöresel özelliklerini ve mimarisini yansıtan, insanın “7/24-0/90 (7 gün 24 saat, doğumundan ölümüne kadar)” kullanabileceği insan ölçekli, mümkün olduğunca yerel malzeme kullanımı ile bütüncül şehir plânlaması çalışmaları yapılmalıdır.

Bütün bunlar, olmasını hiç istemediğimiz ancak kaçınılmaz olarak beklediğimiz bundan sonraki depremlerin insanlarımız için hissedilecek etkilerini en aza indirerek olası can ve mal kayıplarını önlemek üzere kurgulanmalıdır. Deprem olduktan sonraki maliyetleri önlemek için önceden harcanan her 1 lira, deprem sonrasında harcanacak 7 lirayı kurtarmaktadır. Hazırlıksız yakalanılan depremler hem can, hem de mal kaybı açısından ülkemizi büyük zararlara uğratmaktadır. Ve unutulmamalıdır ki, özellikle beklenen Marmara depremi, etkileyeceği nüfus, altyapı, üstyapı ve üretim kaynakları açısından Türkiye için ciddî bir beka riski taşımakta olup, konu aynı zamanda millî güvenlik kapsamı içerisinde de değerlendirilmelidir. Onun için İstanbul’a, Anadolu illerinin plânlanması ile beraber, nüfusunu ilk etapta 10 milyon, sonrasında 7 milyona indirecek yeni bir çılgın proje yapılmalıdır.

Ülkemizde gündem zaten çok hareketli ve değişken olduğu için, sürekli bizi bir şeyler meşgul ediyor ve deprem, olana kadar gündemimizde yer tutmuyor. Deprem, genellikle hiç beklenmediği, gündemde olmadığı zamanlarda gelebiliyor. Ve geldiğinde, ortada kendisinden başka bir gündem bırakmıyor. Onun için, gerekli bilinçlendirmenin yapılması bakımından bu konu bir paranoya yaratacak kadar değil ama farkındalık oluşturacak kadar sürekli kamuoyunun gündeminde tutulmalıdır.

Ayrıca, depremden etkilenecek olan vatandaşlarımızın deprem öncesi, deprem sırası ve deprem sonrasında yapılması gerekenler konusunda da eğitilmeleri ve bilinçlendirilmeleri gerekmektedir. Bu uzun soluklu bir süreç olup özellikle çocuklar, gençler ve kadınların eğitilmesi öncelikli şekilde ele alınmalıdır. Bu konuda kamuya, üniversitelerimize, sivil toplum kuruluşlarımıza ve basına büyük görevler düşmektedir.

Bu vesile ile, Allah ölenlere rahmet, kalanlara sabır, bizlere de ders almayı nasip etsin ve beterinden saklasın!