Kahramanın fibromiyaljik yarışı

Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez hâlde çöktü yere. Dizlerinin bağı çözülmüştü, “Gülcan!” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Eşi yerine tek tonlu, metalik, donuk bir ses karşılık verdi: “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor.”

SICAK, bunaltıcı bir yaz günüydü. Şehirden kopuk, adeta mimari bağımsızlığını ilân etmiş plazalardaki ofislerde saatler on yediyi gösteriyordu. Yorgun bedenler döner kapılardan birer ikişer sokağa dökülüyordu. Caner de haftanın son günü mesaisini bitirmiş, evine gitmeye çalışıyordu.

Arabası arka sokaktaki otoparktaydı. Sevinçli bir haber almışçasına coşkuyla adımlıyordu kaldırımları. Haftayı bitirmişti, daha ne olsun? Neşeli olması için yeterli bir sebepti bu. Üstelik iki gün sonra yani Pazartesi, maaşlardaki zam oranını açıklayacaktı şirket. Hükümet artan enflasyon oranını göz önünde bulundurarak işçi ve memura tatmin edici bir zam yapacağını açıklamıştı geçtiğimiz günlerde. “Eh bizimkiler de ondan aşağı kalmaz” diye düşünerek yürüyor, bir yandan da alacağı zam oranı üzerine hayâller kuruyordu. Yeni ve daha geniş bir ev almayı isteyen eşi Gülcan’ı, son aylarda aşırı yükselen ev fiyatlarını gerekçe göstererek, onun yerine eşyaları değiştirmeye ikna etmişti ama aslında çok da kolay olmamıştı bu ikna süreci. Başka tavizler de vermek zorunda kalmıştı eşine. Geçenlerde lansmanı yapılan ve bir hafta sonra da Türkiye’de satışa sunulacak olan, iki tanesi küçük bir servet değerinde olmasına rağmen insanların sahip olmak için kuyruk oluşturduğu cep telefonu gibi…

Otoparka birkaç adım kala duyduğu acı fren sesiyle birlikte irkildi. Aynı anda ayağı, yerinden oynamış kaldırım taşına takılıp sendeledi, kaldırım bitimindeki duvara çarpar gibi oldu. Yanında duran siyah minibüsü gördü. Açılan otomatik kapıdan fırlayan siyah takım elbiseli, siyah gözlüklü iki kişi apar topar onu arabaya bindirdi. Normalde direnmesi gerekirken nedense hiç karşılık vermedi. Ellerinin ve ayaklarının hâkimiyetini yitirmiş gibiydi. İnsan beyninin tehlike arz eden bu tür durumlar karşısında refleks olarak otomatik şekilde devreye soktuğu “Savaş ya da kaç” komutu, yerini “Teslim ol” emrine bırakmıştı sanki.

Minibüsün içinde gözlerini sıkıca bağladılar. Bilinmeze doğru bir yolculuk başlamıştı Caner için. Ama o ilk başta nereye götürdüklerini bile sormadı (belki de soramadı) kaçıranlara.

***

Caner… Bizim Caner işte! Sokağımızın başındaki apartmanda ya da (daha havalı olsun diye tercih edilen söylemle) sizin sitede oturan; onların plazasında çalışan, gömleği mavi, yakası beyaz Caner… Bakın, bu arada hepimiz aynı mahallede oturuyormuşuz; ben de şimdi fark ettim. Siz de fark ettiniz mi? Anladım. Dediğime bakmayın, anlamadım aslında fark etmemiş olmanızı. Anlamak, anlamlandırmaktır aynı zamanda; ben anlamlandıramadım bu durumu çünkü. Bazı kavramlar konfor alanımızı tehdit eder diye midir bilmem, ağzımıza almaktan bile çekiniriz; hatta korkarız. Çünkü gün gelir, ağzımıza aldığımız, dimağımızda döndürdüğümüz kavramlar bizi bizden alır. Biz bizden gidince kime gitmiş oluruz, yerimizde kalan kim olur? Fark etmeyi bir erdem olarak kullanıp insanlar için ve insanlık için… Derken… Ah, Caner’i arabada unuttuk! Unuttuk ama bu işler hep böyle olagelmemiş midir zaten? Birilerini bir yerlerde mutlaka unuturuz. Belki Caner de bunun böyle olduğunu biliyor ve unutulmuşluğunu tasa etmiyordur. Sanmıyorum. Çünkü iyi tanıyorum ben onu. Caner… Bizim Caner…

Hem zaten başkasının acısı, başkasının endişesi; kısacası başkasının hayatı önünde sonunda kısa, orta ya da uzun herhangi bir vadede bizim için unutulacak bir hikâye olmuyor mu? Düşünsel algoritmamız buna programlanmış olsaydı ortaya çıkacak rakama çok hayret edeceğimiz kesindi. Allah’tan (ve kesinlikle Allah’tan) böyle değil. Gidenlere yetişelim (dediğime de bakmayın, kimse yetişemez gidenlere; çünkü herkes sadece kendisiyle bir yarıştadır, dahası bütün yorgunluğu da bu koşturmacadan kalmadır) ve camları filmle kaplı arabanın içine bir göz atalım.

***

Durumun vahametini yavaş yavaş kavrayan Caner’de buna bağlı olarak merak duygusu da kendisini göstermeye başlamıştı. Ama bulunduğu ortam ve gittiği yönle ilgili merakını yenmek için ne kadar uğraşsa da kalın göz bantlarının altından sızan ışıktan başka bir şey göremiyordu. Elleri açık olmasına rağmen göz bantlarını çözmeyi ise hâlâ akıl edememişti. Ya da akıl, böyle bir çözüm sunmaktan öteydi şimdilik. Onların kim olduklarına ve kendisini nereye götürdüklerine dair sorduğu soruların hepsi cevapsız kalmıştı. Öyle ki, bir ara yanında kimsenin olmadığını bile düşündü. Elleriyle sağını solunu yokladı. Dokunduğu nesneler kumaşa benziyordu ama içinde insan olup olmadığından emin olamadı. Onu bindiren adamların gözlükleri olduğunu hatırladı. Elleriyle onların yüzlerini bulmaya çalıştı. Sağında oturan adamın kolu olduğunu sandığı yerden yukarı doğru kaydırdı parmaklarını, yüzüne dokunmaya çalıştı. Kulağını bulup tutarak bükmek gibi bir muziplik geçti içinden. Bir adam kıkırdadı Caner’in derinlerinde. Adamın kulağını bulamayınca Caner’in içindeki adamın sevinci kısa sürdü, kesti sesini. Onu tutup arabaya atanların dilsiz olduğuna kanaat getirdiği gibi, aynı zamanda yüzsüz olduğunu da düşünmeye başladı. Görmediği şeyin varlığına her ne kadar inansa da o yokmuş gibi düşünmekten ve o yokmuş gibi davranmaktan kendisini alıkoyamıyor insan.

Araba şehirden çıkmış, ormanlık alana doğru hızla ilerliyordu. Caner, kurtulmayı denemeyi düşündü bir ara. Filmlerde hep böyle olmuyor mu? Kahramanımız uygun bir zaman kolluyor, bulunca da adamları alt ederek ellerinden kurtuluyor. Bu sonuç bugüne kadar hiç şaşmadı. Herkesin hayatı bir film ve herkes kendi filminin kahramanı değil mi bu dünyada? “Ben de kendi hayatımın kahramanı olarak…” düşüncesini tamamlayamadı. İçindeki muzip adam kıkırdamaya başlamıştı yeniden. “Dürüst olmak gerekirse benden kahraman olmaz” dedi kendi kendine.

“Dürüstlük mü dedin?”

Muzip adamın kıkırdaması kahkahaya evrildi. Caner, sen, elinden her gün milyonlar geçen sen, evindeki eşyanın çoğunu şirketten tırtıkladıklarınla aldın. Satın alma müdürü olarak sana kim daha çok rüşvet verdiyse onlarla anlaştın. Her şüphe duyduğunda eşine yalan söyledin. Üstelik sadece eşine değil, iş arkadaşlarına da, yönetim kurulu üyelerine ve patrona da yalan söyledin.

Haklısın ama bunu sadece ben biliyorum. Sadece ben biliyorsam bu yalan sayılmaz, değil mi? Üstelik gerçek, ulaşılan bilgiyle sınırlı değil midir? Onlar bendeki bilgiye ulaşamazlarsa benim yaptıklarımın onlar açısından gerçekliği yoktur. Gerçek, herkesin kendi bildiğidir. Benim gerçeğimle onların gerçekleri çatıştığında ise ben doğal olarak kendi gerçeğimi tercih etmeli değil miyim? Eşim, evet eşim ve çocuklarım, zamanında eve gitmezsem çok merak ederler, çok endişelenirler. Onlardan çok senin endişelenmen gerekiyor gibi bir durum yok mu şu an?

***

Yaklaşık bir saat süren sessiz yolculuktan sonra siyah minibüs ana yoldan ormana doğru saptı. Ormanın içinde yeterince ilerlediklerini ve gözden kaybolduklarını düşünmüş olmalılar ki durup araçtan indiler. Etrafı kolaçan ettikten sonra onu da indirdiler. Tek kelime bile söylemeden, onu ellerinden bir ağaca sıkıca bağlayıp gittiler. Ortalık bir anda sessizleşince durup etrafı dinledi. Sessizliğin sesinden başka bir şey duyamadı bir müddet. İçindeki korku ivmesi gittikçe yükseliyordu. “Kimse yok mu?” diye endişeyle bağırdı. Sorusuna bir kuş kanat çırparak ve rüzgâr yaprakları hışırdatarak cevap verdi. Az ötede kıvrılarak yatan bir yılan, belli ki keyifli bir uyku çekiyordu.

Duyabildiği kadarıyla etrafı tanımaya çalışan Caner’in gözleri açık olsaydı gözünün önünde uçuşan rengârenk kelebeklerin güzelliğini de görebilecekti.

***

Haydi burada biraz durup soluklanalım. Kendinizi bir an ormanda elleri ve gözleri bağlı o adamın yerine koyun. Ne hissederdiniz? (Caner’in öyküsünü yazan olmanın avantajını kullanarak kendimi bu empati hâlinden muaf tutuyorum. Çok korkunç ve kimsenin yaşamak istemeyeceği kadar ürpertici olduğunun farkındayım. Ama kalem benim elimde, bu kadarcık ayrıcalığım olsun.)

Hangisini daha çok hissederdiniz? Aşırı derecede korku, endişe, heyecan? Hepsini mi? Siz bir SAT komandosu değilsiniz. Kelepçelerden nasıl kurtulacağınızla ilgili bir eğitim almadınız. Bu tür bir durumda ne yapabileceğinizle ilgili hiçbir fikriniz yok. Çünkü böyle bir olayın hayatınız boyunca başınıza gelme ihtimâlinin sıfıra yakın olduğunu düşündüğünüz için hiçbir tedbir geliştirmediniz. Bir ormanda elleri arkadan bir ağaca bağlı vaziyette terk edilmiş durumdasınız. İçinde bulunduğunuz bilinmezliğin derinliğini ölçecek herhangi bir ölçü birimi geliştirilebilmiş değil. Biraz da ses ekleyelim ortama. Çıt çıt… Birileri ya da bir şeyler kuru dallar üzerinde yürüyor olabilir mi? Çoğaltalım sesleri. Çok da uzaklarda olmayan hayvan sesleri de katılsın bu koroya. Kurtlar ulusun meselâ. Bir ayı homurtusu tırmalasın kulaklarınızı. Ayak sesleri yaklaşsın gittikçe. Sesinizden ve kelimelerinizden başka silahınız yok. Biriyle “İmdat” diyor, diğeriyle Tanrı’yı hatırlıyorsunuz...

Gelen her neyse, birazdan nefesini ensenizde hissedeceksiniz. Ensenizden yukarı doğru yayılan sıcaklık kulaklarınızdan beyninize doğru gidecek. Bütün beyin devreleriniz yanacak. Vücudunuzdaki bütün organlar heyecanınızın şiddetinden yer değiştirecek. Nefesini ta kalbinizde hissettiğiniz bu varlık, üç yüz kiloluk vahşi bir hayvan olabilir mi? Birkaç saniye sonra hırıltıyla kocaman ağzını açıp salyalar akıtarak dişlerini kolunuza geçirecek ve kocaman bir parça koparmak için çekiştirecek...

Ya da sizi intikam için kaçıranların kiraladığı bir katil… Bıçağıyla ilkinde midenizde derin bir yara açıyor, ikincisi bağırsaklarınızı parçalıyor. Bütün vücudunuzda metal bir acı hissediyorsunuz. Ayaklarınızın dibinde kendi kanınızdan küçük bir göl oluşmuş. Parmak uçlarınızdan başlıyorsunuz üşümeye o sıcak yaz günü. Bugüne kadarki hiçbir üşümeye benzemiyor bu. Parmak uçlarınızı hissedemez olduğunuzda Azrail yetişiyor imdadınıza. Size göstereceği bir şey var elinde: Kalbiniz…

Öldünüz öldünüz, dirildiniz (mi?)…

***

Yok, Caner öyle yapmadı. Durdu, düşündü, mantıklı olmaya çalıştı. Kaçırılması için bir sebep bulamamıştı hâlâ. Nerede olduğunu anlaması için görmesi gerekiyordu. Bu nedenle de önce göz bağından kurtulmalıydı. Onu kaçıranların az ötede onu izlediğini düşünüyordu. Bu bilimsel bir çalışma bile olabilirdi. Filmlerde çok sık rastlanan bir durumdu nihayetinde. Uzaylılar ya da bilimsel çalışmalar yapan birileri diğer insanlardan farklı bir özelliğe sahip birilerini kaçırır ve onun üzerinde deneyler yaparlardı: “Belki benim de farklı bir özelliğim vardı, kim bilir?”

Sakinliğini korumaya çalıştı. Önce başıyla kafasının arkasını ağaca sürterek göz bağını gevşetmeye çabaladı. Şansı yaver gitmişti. Başının hemen arkasında bir budak vardı. Başını sağa sola, yukarı aşağı hareket ettirerek göz bağını budağa geçirdi. Kafa derisinin yüzüldüğünü hissetti. Acı çekiyordu. Dakikalarca uğraştı ama sonuçta başarmıştı. Göz bağından nihayet kurtulmuştu.

Yeniden görmeye başladığında gözlerine inanamadı. Zaten inanılabilecek bir durum da yoktu ortada. Koyu gölgeli ağaçlarla çevrili bir ormandı burası ve hepsi bir ağaca bağlanmış onlarca insan vardı etrafında. Ama konuşma yetisini kaybetmiş gibiydi herkes. En yakınındakine seslendi fakat adam hiç cevap vermiyordu.

Biraz ileriye dikkatle baktığında hayretten küçük dilini yutacaktı neredeyse. Az ötesindeki ağaçlardan birine bağlanmış olan, şirketteki en iyi arkadaşı Şenol’du. “Rakip firma gözümüzü korkutmaya çalışıyor anlaşılan” dedi içinden ve seslendi arkadaşına. Heyhat! Ne Caner’in sesi çıkıyordu, ne de arkadaşı onu duyabiliyordu. Tekrar tekrar denedi sesini arkadaşına ulaştırmayı ama başaramadı. Şenol’un başı öne düşmüştü, uyuyor gibiydi. “Bir an önce şu plastik kelepçelerden kurtulup Şenol’a ulaşmalıyım” diye düşünüyordu ki ormanın derinliklerinde bir araç sesi duydu. Gelenler olmalıydı. Sevinse mi, korksa mı, bilemedi. Az sonra siyah bir minibüs geldi. İçinden inen siyah takım elbiseli adamlar birini daha indirerek biraz ilerideki bir ağaca bağlayıp gittiler. Yeni gelen de hiç yabancı değildi Caner’e. Beyaz saçları, iri ve kalıplı vücuduyla nerede görse tanırdı patronunu. Artık emindi bu işi rakip firmanın plânladığından. Zaten uzun zamandır tehdit aldıkları söylentisi yayılmıştı şirkette. İhalelere girmeleri istenmiyor, girdikleri ihalelerden çekilmeleri söyleniyordu.

“Bizim patronu da getirdiklerine göre kesin onların işidir bu. Başka bir ihtimâl düşünemiyorum. Diğer ağaçlara bağladıkları da muhtemelen şirket çalışanlarıdır…”

***

Caner bir yandan bunları düşünüyor, diğer yandan da plastik kelepçeyi milim milim gevşeterek kurtulmaya çalışıyordu. Uğraşısı sonuç verecek gibiydi. Kelepçe hayli gevşemişti. “Yarım saate kalmaz, bunlardan kurtulurum” diye düşündü. “Saim Bey!” diye bağırdı patronuna. Arkadaşına sesini duyuramamıştı ama belki patronuna duyurabilirdi. “Saim Bey!” diye seslendi bir kez daha. Adam oralı olmuyordu. “Dalmış yine, kim bilir kafasında ne hesaplar dönüyor?” dedi. Acaba kaç milyon dolarlık bir hesaptı kafasındaki?

Akşam oluyordu. Karanlık çökmek üzereydi. Bir an önce bu kelepçelerden kurtulup eve dönmek istiyordu Caner ama evi neredeydi? Burası neresiydi? Dönüş yolunu bulabilecek miydi? Acıkmaya da başlamıştı üstelik. Bağlandığı ağacın kabuklarına sürte sürte gevşetti kelepçeyi. Sonra bütün gücünü kullanarak bileklerini olabildiğince ters yönlere döndürüp kelepçeyi kırmaya çalıştı. Ellerinin parçalanmasına aldırış etmeden uğraşıyordu. Yeniden özgürlüğe kavuşmanın yolu kelepçelerden kurtulmaktan geçiyordu.

Uzun uğraşlar sonunda kelepçeyi kopartmayı başardı. Önce patronuna koştu. Onun ellerini çözmeye başlamıştı ki az önceki araç yeniden geldi. Bu sefer biri kadın, iki kişi getirmişlerdi. Bulunduğu yerden rahatlıkla seçebiliyordu inenleri. “Olamaz!” diye haykırdı. “Olamaz!” sesi bütün ormanı kapladı. Koşarak gitti yanlarına, bağlanmadan yetişmek istiyordu hem eşine, hem kendisine. İkisini de tuttu var gücüyle, sarstı kendilerine getirmek için. Başaramadı. Şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez hâlde çöktü yere. Dizlerinin bağı çözülmüştü, “Gülcan!” diye bağırdı avazı çıktığı kadar. Eşi yerine tek tonlu, metalik, donuk bir ses karşılık verdi: “Aradığınız kişiye şu anda ulaşılamıyor.”

Ses, beyaz önlüklü insanların koşuşturduğu koridorlarda yankılandı…