ORTA Doğu başta olmak
üzere bugün konuştuğumuz Suriye, Irak, Afganistan, Doğu Akdeniz ve Şimâl-i
Afrika özelinde ismen Libya ile diğer Mağrip ülkeleri, Sahra Altı Afrika’sı ve
Balkanlarla beraber Türkistan, Keşmir, Burma, Açe ve en önemlisi şimdi
gündemimizdeki Kafkasya’nın kapısı Azerbaycan ile Ermenistan mücadelesinin
tarihî arka plânını bilmeden edilen her lakırdı, boşa havan dövmeye benzer.
Üstad
tarihçilerin ortak kanaati şöyledir: Ecdâdımız Sultan Alparslan’ın 1071’deki Malazgirt
Fethi ile Anadolu kapısı, Müslüman Türk milletine açılmıştır. Sultan Alparslan,
Ertuğrul Gazi’nin ve Osmanlı Devleti’nin bânisi Osman Gazi’nin de, Fatih Sultan
Mehmet Han’ın da istikamet ve hedefi hep “batı” olmuştur.
Kısaca
Sultan Alparslan Han’ın batıyı hedef göstermesinin tarihini, ehil üstadların
kalemlerindeki ortak kanaat ile özetleyelim…
Sultan
Alparslan, Rey’e girmesini takip eden iki ay
içinde idarî işlerle ve ordunun hazırlıklarıyla meşgul olarak Şubat 1064’te
“Rum Gazâsı” adı verilen batı seferine çıktı.
Alparslan, hükümdarlığı süresince devletin batı yönüne daha
çok önem vermiş, batıda fetih, doğuda ise genellikle asayişi temin amacıyla
harekâtta bulunmuştur. Bunun başlıca sebebi, babası Çağrı Bey’in kırk beş yıl
önce Bizans topraklarına yaptığı akınlar sırasında keşfedilen Doğu Anadolu
yaylalarının Türkmenler için en uygun yerleşme alanı olarak görülmesidir.
Selçuklu Devleti, muntazam teşkilâtı, kuvvetli ordusu ve
mükemmel idaresiyle Orta Asya bozkırlarında kendilerini pek emniyette görmeyen
ve ayrıca ekonomik sıkıntı içinde bocalayan çeşitli Türk toplulukları için
sığınılacak ideal bir siyâsî kuruluş durumundaydı. Bu sebeple, bir daha
dönmemek üzere, Selçuklu topraklarına akan ve “Türkmen” adıyla anılan bu
kalabalık kitleler, kısmen Selçuklu şehzâdelerinin hizmetine girerek fetihlere
katılırlarken, kısmen de kendi reislerinin emrinde, hayat tarzlarına uygun
iklimlerde yeni yurtlar edinmek için savaşıyorlardı.
11’nci yüzyılın başlarından beri aralıksız süregelen göçler
dolayısıyla Selçuklu ülkesinin hemen her tarafına dağılan ve yer yer sosyal
rahatsızlıklara da sebebiyet veren bu Türkmenlerin alışkın oldukları şartlara
uygun bir memlekete yerleştirilmeleri gerekiyordu. Bu memleket ise, bozkırları
hatırlatan ve hayvan yetiştirmeye elverişli olan bölgeleriyle Anadolu idi.
Hıristiyanların elinde bulunan Anadolu’nun fethedilmesi
gerektiği hususunda kararlı oldukları anlaşılan Selçuklu devlet adamları,
Türkmenleri Bizans sınırlarına doğru sevk etmeyi devletin resmî iskân siyâseti
olarak kabul etmişlerdi ve Batı’da büyük yankılar uyandırmış, Halife Kaim-Biemrillah, özel elçisiyle
gönderdiği mektubunda takdir ve tebriklerini bildirerek Alparslan’a “Ebu’l-Feth”
lakabını vermiştir.
Aynı ideali Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin
babası, Kayı Beyi Ertuğrul Gazi’de de görüyoruz. Nitekim diğer Selçuklu Anadolu
beylikleri post kavgası verirken, Osmanlı Beyliği’nin gözü güneşin battığı batıdır,
Bizans’tır.
Ehl-i insafın teslim ettiği bir hakikat de şudur ki, Sultan Alparslan’ın
Anadolu kapısının anahtarını babası Çağrı Bey’in tavsiyesi ve rüyası olarak İstanbul
Fethi’ne giden yolun yolcularına teslim etmiştir. Çünkü her Müslüman hükümdarın,
hünkârın, sultanın rüyası, Hazreti Muhammed’in (sas) muştusuna nail olmak olan,
Batılıların Kostantiniyye dedikleri İstanbul’un fethidir.
Siyâseten sık sık dillendirilmez ise de “Hilâl-Haçlı” kavgası
hep olagelmiştir; bu bazen konvansiyonel silahlarla, kimi zaman da iktisadî
taarruzlar ve kıyamet savaşı şeklinde cereyan etmiştir.
Bakınız, Fatih Sultan Muhammed Han’ın İstanbul’u fethedişini
unutmayanların bugün Ayasofya Cami-i Kebir’ini unutmaları mümkün müdür? Feth-i
mübinden dört yüz sene sonra, Anadolu’da
kurdukları misyoner okulları vâsıtasıyla içimizden devşirilen Mankutların yetiştirildiği
okullardan biri olan Robert
Kolej’in kurucularından Amerikalı Rahip Cyrus Hamlin,
hatıralarında anlatmaktadır:
“İstanbul’un
düşüşü birçok yazar
tarafından Hıristiyanlığın
ve medeniyetin kıyameti addedilir. Fetih, Avrupa’yı ve medenî dünyayı gafil
avlamıştı...”
Rahip
Hamlin bununla ne demektedir? Hıristiyanlığın ve medeniyetin kıyameti...
“O sıralar Sultan İkinci
Mahmud vefat etmek üzereydi fakat rûhunu Cennet’e yükseltecek zafer
çığlıklarını duyacağından emindi. Avrupa’nın tüm dikkatini Şark meselesinin akıbetine
verdiği bu çetrefilli siyâset sahnesinde, tabiatları bakımından farklı
vasıflara sahip başka kuvvetler de dikkat çekiyordu…”
Rahip
Hamlin’in bahsettiği “Şark Meselesi” nedir?
Bu
konunun iki ayağı var: Birincisi, Osmanlı’yı Avrupa’dan
atmak… İkincisi, Türkleri İslâm’dan uzaklaştırmak…
Hâfızalarımızdan
silinmemesi gerekenler ve günümüzde Orta Doğu’da, Doğu Akdeniz’de, Kafkasya’da
dayatılmaya çalışılan ikinci Sevr değil midir?
Sevr Anlaşması öncesi İngiliz
temsilci Lord Curzon, hükûmetine verdiği memorandumda bütün Batı dünyasının
görüşlerine tercüman olarak şu açıklamayı yapıyordu: “Türkleri Avrupa’dan ve İstanbul’dan sürmek için 500
yıldır beklediğimiz fırsat doğmuştur. Bu fırsat asla kaçırılmamalıdır.”
1899 yılında, Avam Kamarası’nda
yaptığı bir konuşma sırasında Kur’ân-ı Kerîm’i gösterip masaya atarak, “Bu
Kur’ân Müslümanların elinde
kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız
veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız” diyen İngiltere Başbakanı Gladston, Lord Curzon’un görüşünü
destekleyerek Türkleri
Asya’ya sürmekten bahsediyordu.
11 Aralık 1917’de
Kudüs’e Haçlı orduları komutanı gibi giren İngiliz Ordular Komutanı Orgeneral
Edmund Henry Hynman Allenby, Haçlı ordularını büyük yenilgiye uğratan Selahaddin
Eyyubî’nin mezarına vurarak, “Kalk Selahaddin, biz yine geldik”
demişti.
Unutmamalıyız
ki, unutmadılar!
Bizler
unutsak bile Batılı devlet adamlarının, kilise papazlarının, Yahudi hahamlarının
dünü yani Sultan Alparslan’ı, Osman Gazi’yi, Fatih Sultan Muhammed Han’ı, Sultan
Abdülhamid Han’ı ve torunlarını, ecdâdımızı unutmaları mümkün değildir. Bahse
değer Batılı siyâsetçilerden Avrupa Birliği Dış
İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Fransa’da
yayın yapan haftalık Le Journal du Dimanche gazetesinde kaleme aldığı makalede,
Rusya, Çin ve Türkiye’nin ortak üç özelliğinin bulunduğunu iddia ederek, “Dışarıda egemen ve içeride otoriter
oluyorlar, herhangi dış bakıştan korunması gereken nüfuz alanları oluşturmayı
amaçlıyorlar ve küresel oyunun kurallarını değiştirmek istiyorlar; çünkü
dünyadaki güç dağılımının artık onların kendi doğduğu dönemle hiçbir ilgisi
yok” ifadelerini kullandı.
Bunlar kulak ardı edilecek lâflar değiller!
Aynı Bay Borell devamında, Türkiye’nin
Akdeniz’deki eylemlerde farklı yöntemler ortaya koyduğunu ifade ediyor.
Borrell, Türkiye’nin kendini bölgede temel aktör olarak tanımlamaya
çalıştığını, Ayasofya Camiî’nin Lozan Antlaşması’nın yıldönümünde yeniden ibâdete
açılmasının tesadüf olmadığını belirtti ve şöyle dedi: “Türkiye birçok dosyada
önemli ortak olmaya devam edecek. Bu, büyük komşuyla tehlikeli bir yüzleşme
dinamiğinden çıkmamızı sağlamalıdır.”
Peki,
başka Batılı müstevliler ne diyorlar?
Fransızların Aleteia adlı haber sitesindeki
yazıda, Türkiye’nin,
Erdoğan’ın iktidara gelmesinden bu yana kendi medeniyet ve dinî temellerini
yeniden keşfetme, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihî bağlarına yeniden bağlanma
çabasında olduğu ve bu hâliyle saygı uyandırdığı (bu ima, biraz da
ikiyüzlülüğün demokratçı/diplomatik lîsani ile söylenmiş galiba) korkuttuğu değerlendirmesinde
bulunarak şöyle deniliyor:
“İşte Avrupa kapılarındaki bu büyük ülkeye
dair yeni durum: Yüzölçümü, nüfus,
medeniyet ve tarih bakımından büyük bir ülke… Gururlu, genç ve kalabalık bir
halk ile karşı karşıyayız. Kişi başına düşen GSMH iyi seviyede ve borçlanması
ölçülü. Ekonomi, sağlık ve eğitimi bir araya getiren İnsanî Gelişme
Endeksi yüksek seviyelerde
ve önemli bir askerî güç!
Bu büyük ülke, giderek tarihine,
kültürüne ve dini İslâm’a bağlı bir güç-medeniyet hâline geliyor. Bugün
Avrupa ülkeleri ise, Türkiye’yi güçlü kılan demografi, kültürel ve dinî kimlik
ile güç-medeniyet açısından zayıflar.”
Fransa böyle derken, dost Almanya (!)
boş durur mu hiç? Birkaç ay öncesine kadar Almanya’nın Türkiye’deki Büyükelçiliğini
yürüten Martin
Erdmann da, Frankfurter
Allgemeine Zeitung gazetesinde Türkiye ile AB arasında süren gerginlikle
ilgili olarak, 22 Eylül günü yayınlanan “Türkiye ile (dostça) münasebetimiz nasıl devam eder?” sorusuna cevaben
ilginç bir cümle kurmuş: “Erdoğan’ın nefesi
kesildiğinde...”
Evet, bu makaledeki bu temenni başlığı kocaman puntolarla verildi ve AB’nin şu âna
kadar Türkiye’ye boyun eğdirememesine değinilerek, “Avrupa,
‘Erdoğan’ın nefesi kesilene’ kadar sabırlı ve dikkatli olmalı. O gün geldiğinde
Türkiye tekrar dostumuz olacak” denildi. Hedef’in Türkiye’yle
dost olmak değil, Türkiye’ye
baş eğdirmek olduğu açık değil mi?
Erdmann şöyle diyor:
“Stratejik dikkat, (bugüne değil) ertesi güne, yani
Türkiye’nin mevcût liderliğinin gücünün tükendiği güne odaklanmalı. Bunun için
bir tarih yok. Ama o X gününden sonra bile Türkiye, dünyanın en huzursuz
bölgelerinden birinde komşumuz, ortağımız ve istikrarın çapası olarak kalacak. Bugünün
(gelişmelerinin) sıcağında, Avrupa ile Türkiye arasında uzun vadeli, müreffeh
bir işbirliği için umut ve özlemleri hayâl kırıklığına uğratmamalıyız.”
Özellikle
Fransa, Almanya, İngiltere ve ABD’nin Ankara’da görev alıp bilâhare ülkelerinde
istihbarat birimlerinin başına geçmeleri pek de tesadüf sayılmaz.
Bugün
Azerbaycan ile taşeron Ermenistan arasındaki mücadeleyi sadece iki ülkenin
sınır ihlâli şeklinde görenler(!), bu şekilde görmek isteyenler, ya hakikatin
düşmanı veya zulmün devamından memnundurlar.
Yüz sene önce
Batı’nın müstevli devletleri, yanlarına Sovyet Rusya’yı da alarak Sykes-Picot
diye bir anlaşma yapıp koca Osmanlı Cihan Devleti’nin mülkünü taksim ettiler.
Cetvelle çizilen prenslikler, dukalıklar ve krallıklar kurdular. Bu beyliklerin
başına kendilerinin emrinde birer kukla hanedan seçtiler. Bizim ülkemizde de
arzuladıkları bir yönetim sistemini dikte ettirerek, adına kendi anladıkları
mânâda “demokrasi” dedikleri bir ucûbe yönetim şekli dayattılar. Hamdüsenalar
olsun ki, yıllar içinde millî ve yerli enerjinin hayat bulması, tefekkür ve teheccüdün
sırrı ile bize biçilen elbisenin dar geldiğini, kendi öz yurdumuzda “parya”
olmayacağımızı yüksek sesle söylemeye başladık. Batılı müstevliler, içimizden
“mankurtlar” devşirerek önce itikadımızın kodlarından olan farklı mezhep ve
meşreplerimizi bahane edip inancımızın tonlarını istismar ettiler. İçimizden
Din-i Mübîn’i süflî emellerine alet ederek, âdeta Protestanvâri bir gençlik
peydah (FETÖ) ettiler. Sonra aynı ailenin evlâtlarını Sultan Alparslan ile
Selahaddin-i Eyyubî’nin, Yavuz Sultan Selim Han’ın torunları ile İdris-i Bitlisî’nin
torunlarını “Türk-Kürt” diye bölmeye çalıştılar.
Kırk seneden
beridir milletimizin vahdetine düşman, “PKK” adlı bir katiller sürüsünü
parayla, silahla, basın-yayınla desteklediler. Sonra Şimâl-i Afrika’da başlayan
Arap Baharı rüzgârını evvelâ üfürdüler, bilâhare Irak ve Suriye’de alfabenin
bütün harflerinden kurulu katiller sürüsü ile ittifaklar yaptılar.
Ayaklarımıza
taş koyan müsteşrik Batı’yı anlıyoruz, peki ya İran, BAE, Mısır, Suudi
Arabistan, Bahreyn ve benzerleri? Onlar ise efendilerinin izindeler. Hem ümmetin
vahdetine düşmanlar, hem de İsrail’in güvenliğinin teminatı durumundalar!
Türk
dünyası kendi güvenliğini kendi sağlayacak
Güneyimizde
kurulmak istenen peyk devletçikler ile bu terör koridorunun destekçisi ABD, Fransa,
Rusya, Almanya ve adı sanını yazmak istemediğim kolonyalist ülkeler, konu İslâm
olunca, ümmetin ve mazlum coğrafyaların ümidi-istikbâli Türkiye Cumhuriyeti Devleti
olunca hemen kendi aralarındaki husûmetleri bir kenara bırakarak bize demokrasi
dersi vermeye, insan haklarından dem vurmaya başlarlar.
Konu Orta
Doğu, Akdeniz, Libya, Şimâl-i Afrika olunca, AB’nin şımarık ve kartondan prensi
Fransa, konu Mavi Vatan olunca şımarık çocuğu Yunanistan ve zulmün kal’ası İsrail’in
hâmileri, Körfez krallıklarını da yanlarına alarak insanlık dersi vermeye
çalışıyorlar.
En son
Azerbaycan’ın kadim yurdu Yukarı Karabağ, otuz senedir Rusların desteği ile
Ermenistan’ın işgalindedir. Hocalı Katliamı hâlâ hâfızalardadır. Güneyde,
Akdeniz’de, Libya’da istediğini bulamayan başta Rusya ve diğer müstevlilerin
yeni piyonları olan Ermenileri Kafkasya cephesine sürmeleri, dünkü senaryonun
bugünkü ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Dün PKK’yı güneyde taşeron olarak kullanan
güçler, bugün aynı grupları Ermenistan’a müttefik olarak gönderiyorlar.
İki üç gündür
devam eden Ermenistan saldırganlığına karşı otuz senedir ses çıkarmayan AGİT Minsk
Grubu ile benzeri fitne kuruluşlarının ve Batılı liderlerin beyanlarına bakınca,
her şeyin ayan beyan olduğunu müşahede edebiliriz.
Son sözümüz şudur: Sultan
Alparslan’ın Malazgirt’le açtığı Anadolu kapısı, Fatih Sultan Muhammed Han’ın
İstanbul’u fethiyle sürdü. Nizâm-ı Âlem ülküsü dâvâsı, medeniyet tasavvurumuzun
mihenk taşıdır. Bugün için artık savunma dönemi bitmiştir! Bu, Türkiye için de
böyledir, Azerbaycan için de.
Türkiye
savunmada kalsaydı, yurdumuzu Irak’tan, Suriye’den, Doğu Akdeniz’den, Ege’den
kuşatma plânları gerçek olacak, ardından da saldırılar başlayacaktı. Azerbaycan
savunmada kaldığı müddetçe ne Karabağ kurtarılacak, ne de diğer bölgelerdeki
işgal sona erecek. Bu yüzden Bakü yönetiminin cesur bir karar alıp Ermeni
işgali altındaki bölgelere bakışını değiştirmesi, savaşı Ermenistan’a doğru
taşıması gerekiyor. Azerbaycan’ın bunu yapacak gücü de var, haklılığı da. Bu
güç, damarlarındaki asil kanda mevcûttur. Bu yüzden
de Türkiye nefes aldıkça, Azerbaycan yalnız bırakılmayacaktır.
Ermenistan saldırıları aslında Türkiye’ye yapılıyor. PKK ve DEAŞ
üzerinden nasıl saldırı yapılmışsa, bu da öyle, amacı aynı. Azerbaycan savunması,
vatan savunmasıdır. Siyâsî kimliğimiz ve bilincimiz budur. Jeopolitik aklımız
da, savunma stratejilerimiz de böyledir.
Unutmayın, bizim için vatan, çok geniş bir kavramdır. Peygamber Efendimiz (sav), Hazreti Ebû Bekr ile Mekke’den
Medîne’ye hicret ederken, mağarada ona şöyle söylemişti: “Lâ tahzen, innallahe
meanâ!” (Üzülme, Allah bizimle beraberdir.)
Kendimizi Hazreti Ebû Bekr’in (ra) yerine koyalım
ve bu sözü Peygamberimiz’den (sav) işitmiş gibi iliklerimize kadar
hissedelim: “Allah bizimle beraberdir!”
Vesselâm…