“Kafkaslardan esen yeller, Kırım, sana selâm söyler”

Almanya’nın Türkiye’deki Büyükelçiliğini yürüten Martin Erdmann da, Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinde Türkiye ile AB arasında süren gerginlikle ilgili olarak, 22 Eylül günü yayınlanan “Türkiye ile (dostça) münasebetimiz nasıl devam eder?” sorusuna cevaben ilginç bir cümle kurmuş: “Erdoğan’ın nefesi kesildiğinde...”

ORTA Doğu başta olmak üzere bugün konuştuğumuz Suriye, Irak, Afganistan, Doğu Akdeniz ve Şimâl-i Afrika özelinde ismen Libya ile diğer Mağrip ülkeleri, Sahra Altı Afrika’sı ve Balkanlarla beraber Türkistan, Keşmir, Burma, Açe ve en önemlisi şimdi gündemimizdeki Kafkasya’nın kapısı Azerbaycan ile Ermenistan mücadelesinin tarihî arka plânını bilmeden edilen her lakırdı, boşa havan dövmeye benzer.

Üstad tarihçilerin ortak kanaati şöyledir: Ecdâdımız Sultan Alparslan’ın 1071’deki Malazgirt Fethi ile Anadolu kapısı, Müslüman Türk milletine açılmıştır. Sultan Alparslan, Ertuğrul Gazi’nin ve Osmanlı Devleti’nin bânisi Osman Gazi’nin de, Fatih Sultan Mehmet Han’ın da istikamet ve hedefi hep “batı” olmuştur.

Kısaca Sultan Alparslan Han’ın batıyı hedef göstermesinin tarihini, ehil üstadların kalemlerindeki ortak kanaat ile özetleyelim…

Sultan Alparslan, Rey’e girmesini takip eden iki ay içinde idarî işlerle ve ordunun hazırlıklarıyla meşgul olarak Şubat 1064’te “Rum Gazâsı” adı verilen batı seferine çıktı.

Alparslan, hükümdarlığı süresince devletin batı yönüne daha çok önem vermiş, batıda fetih, doğuda ise genellikle asayişi temin amacıyla harekâtta bulunmuştur. Bunun başlıca sebebi, babası Çağrı Bey’in kırk beş yıl önce Bizans topraklarına yaptığı akınlar sırasında keşfedilen Doğu Anadolu yaylalarının Türkmenler için en uygun yerleşme alanı olarak görülmesidir.

Selçuklu Devleti, muntazam teşkilâtı, kuvvetli ordusu ve mükemmel idaresiyle Orta Asya bozkırlarında kendilerini pek emniyette görmeyen ve ayrıca ekonomik sıkıntı içinde bocalayan çeşitli Türk toplulukları için sığınılacak ideal bir siyâsî kuruluş durumundaydı. Bu sebeple, bir daha dönmemek üzere, Selçuklu topraklarına akan ve “Türkmen” adıyla anılan bu kalabalık kitleler, kısmen Selçuklu şehzâdelerinin hizmetine girerek fetihlere katılırlarken, kısmen de kendi reislerinin emrinde, hayat tarzlarına uygun iklimlerde yeni yurtlar edinmek için savaşıyorlardı.

11’nci yüzyılın başlarından beri aralıksız süregelen göçler dolayısıyla Selçuklu ülkesinin hemen her tarafına dağılan ve yer yer sosyal rahatsızlıklara da sebebiyet veren bu Türkmenlerin alışkın oldukları şartlara uygun bir memlekete yerleştirilmeleri gerekiyordu. Bu memleket ise, bozkırları hatırlatan ve hayvan yetiştirmeye elverişli olan bölgeleriyle Anadolu idi.

Hıristiyanların elinde bulunan Anadolu’nun fethedilmesi gerektiği hususunda kararlı oldukları anlaşılan Selçuklu devlet adamları, Türkmenleri Bizans sınırlarına doğru sevk etmeyi devletin resmî iskân siyâseti olarak kabul etmişlerdi ve Batı’da büyük yankılar uyandırmış,   Halife Kaim-Biemrillah, özel elçisiyle gönderdiği mektubunda takdir ve tebriklerini bildirerek Alparslan’a “Ebu’l-Feth” lakabını vermiştir.

Aynı ideali Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Gazi’nin babası, Kayı Beyi Ertuğrul Gazi’de de görüyoruz. Nitekim diğer Selçuklu Anadolu beylikleri post kavgası verirken, Osmanlı Beyliği’nin gözü güneşin battığı batıdır, Bizans’tır.

Ehl-i insafın teslim ettiği bir hakikat de şudur ki, Sultan Alparslan’ın Anadolu kapısının anahtarını babası Çağrı Bey’in tavsiyesi ve rüyası olarak İstanbul Fethi’ne giden yolun yolcularına teslim etmiştir. Çünkü her Müslüman hükümdarın, hünkârın, sultanın rüyası, Hazreti Muhammed’in (sas) muştusuna nail olmak olan, Batılıların Kostantiniyye dedikleri İstanbul’un fethidir.

Siyâseten sık sık dillendirilmez ise de “Hilâl-Haçlı” kavgası hep olagelmiştir; bu bazen konvansiyonel silahlarla, kimi zaman da iktisadî taarruzlar ve kıyamet savaşı şeklinde cereyan etmiştir.

Bakınız, Fatih Sultan Muhammed Han’ın İstanbul’u fethedişini unutmayanların bugün Ayasofya Cami-i Kebir’ini unutmaları mümkün müdür? Feth-i mübinden  dört yüz sene sonra, Anadolu’da kurdukları misyoner okulları vâsıtasıyla içimizden devşirilen Mankutların yetiştirildiği okullardan biri olan Robert Kolej’in kurucularından Amerikalı Rahip Cyrus Hamlin, hatıralarında anlatmaktadır:

“İstanbul’un düşüşü birçok yazar tarafından Hıristiyanlığın ve medeniyetin kıyameti addedilir. Fetih, Avrupa’yı ve medenî dünyayı gafil avlamıştı...” 

Rahip Hamlin bununla ne demektedir? Hıristiyanlığın ve medeniyetin kıyameti...

“O sıralar Sultan İkinci Mahmud vefat etmek üzereydi fakat rûhunu Cennet’e yükseltecek zafer çığlıklarını duyacağından emindi. Avrupa’nın tüm dikkatini Şark meselesinin akıbetine verdiği bu çetrefilli siyâset sahnesinde, tabiatları bakımından farklı vasıflara sahip başka kuvvetler de dikkat çekiyordu…”

Rahip Hamlin’in bahsettiği “Şark Meselesi” nedir?

Bu konunun iki ayağı var: Birincisi, Osmanlı’yı Avrupa’dan atmak… İkincisi, Türkleri İslâm’dan uzaklaştırmak…

Hâfızalarımızdan silinmemesi gerekenler ve günümüzde Orta Doğu’da, Doğu Akdeniz’de, Kafkasya’da dayatılmaya çalışılan ikinci Sevr değil midir?

Sevr Anlaşması öncesi İngiliz temsilci Lord Curzon, hükûmetine verdiği memorandumda bütün Batı dünyasının görüşlerine tercüman olarak şu açıklamayı yapıyordu: “Türkleri Avrupa’dan ve İstanbul’dan sürmek için 500 yıldır beklediğimiz fırsat doğmuştur. Bu fırsat asla kaçırılmamalıdır.”

1899 yılında, Avam Kamarası’nda yaptığı bir konuşma sırasında Kur’ân-ı Kerîm’i gösterip masaya atarak, “Bu Kur’ân Müslümanların elinde kaldıkça, biz onlara hakikî hâkim olamayız. Ya Kur’ân’ı ortadan kaldırmalıyız veya onları Kur’ân’dan soğutmalıyız” diyen İngiltere Başbakanı Gladston, Lord Curzon’un görüşünü destekleyerek Türkleri Asya’ya sürmekten bahsediyordu.

11 Aralık 1917’de Kudüs’e Haçlı orduları komutanı gibi giren İngiliz Ordular Komutanı Orgeneral Edmund Henry Hynman Allenby, Haçlı ordularını büyük yenilgiye uğratan Selahaddin Eyyubî’nin mezarına vurarak, “Kalk Selahaddin, biz yine geldik” demişti.

Unutmamalıyız ki, unutmadılar!

Bizler unutsak bile Batılı devlet adamlarının, kilise papazlarının, Yahudi hahamlarının dünü yani Sultan Alparslan’ı, Osman Gazi’yi, Fatih Sultan Muhammed Han’ı, Sultan Abdülhamid Han’ı ve torunlarını, ecdâdımızı unutmaları mümkün değildir. Bahse değer Batılı siyâsetçilerden Avrupa Birliği Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Josep Borrell, Fransa’da yayın yapan haftalık Le Journal du Dimanche gazetesinde kaleme aldığı makalede, Rusya, Çin ve Türkiye’nin ortak üç özelliğinin bulunduğunu iddia ederek, “Dışarıda egemen ve içeride otoriter oluyorlar, herhangi dış bakıştan korunması gereken nüfuz alanları oluşturmayı amaçlıyorlar ve küresel oyunun kurallarını değiştirmek istiyorlar; çünkü dünyadaki güç dağılımının artık onların kendi doğduğu dönemle hiçbir ilgisi yok” ifadelerini kullandı.

Bunlar kulak ardı edilecek lâflar değiller!

Aynı Bay Borell devamında, Türkiye’nin Akdeniz’deki eylemlerde farklı yöntemler ortaya koyduğunu ifade ediyor. Borrell, Türkiye’nin kendini bölgede temel aktör olarak tanımlamaya çalıştığını, Ayasofya Camiî’nin Lozan Antlaşması’nın yıldönümünde yeniden ibâdete açılmasının tesadüf olmadığını belirtti ve şöyle dedi: “Türkiye birçok dosyada önemli ortak olmaya devam edecek. Bu, büyük komşuyla tehlikeli bir yüzleşme dinamiğinden çıkmamızı sağlamalıdır.”

Peki, başka Batılı müstevliler ne diyorlar?

Fransızların Aleteia adlı haber sitesindeki yazıda, Türkiye’nin, Erdoğan’ın iktidara gelmesinden bu yana kendi medeniyet ve dinî temellerini yeniden keşfetme, Osmanlı İmparatorluğu’nun tarihî bağlarına yeniden bağlanma çabasında olduğu ve bu hâliyle saygı uyandırdığı (bu ima, biraz da ikiyüzlülüğün demokratçı/diplomatik lîsani ile söylenmiş galiba) korkuttuğu değerlendirmesinde bulunarak şöyle deniliyor:

“İşte Avrupa kapılarındaki bu büyük ülkeye dair yeni durum: Yüzölçümü, nüfus, medeniyet ve tarih bakımından büyük bir ülke… Gururlu, genç ve kalabalık bir halk ile karşı karşıyayız. Kişi başına düşen GSMH iyi seviyede ve borçlanması ölçülü. Ekonomi, sağlık ve eğitimi bir araya getiren İnsanî Gelişme Endeksi yüksek seviyelerde ve önemli bir askerî güç!

Bu büyük ülke, giderek tarihine, kültürüne ve dini İslâm’a bağlı bir güç-medeniyet hâline geliyor. Bugün Avrupa ülkeleri ise, Türkiye’yi güçlü kılan demografi, kültürel ve dinî kimlik ile güç-medeniyet açısından zayıflar.”

Fransa böyle derken, dost Almanya (!) boş durur mu hiç? Birkaç ay öncesine kadar Almanya’nın Türkiye’deki Büyükelçiliğini yürüten Martin Erdmann da, Frankfurter Allgemeine Zeitung gazetesinde Türkiye ile AB arasında süren gerginlikle ilgili olarak, 22 Eylül günü yayınlanan “Türkiye ile (dostça) münasebetimiz nasıl devam eder?” sorusuna cevaben ilginç bir cümle kurmuş: “Erdoğan’ın nefesi kesildiğinde...”

Evet, bu makaledeki bu temenni başlığı kocaman puntolarla verildi ve AB’nin şu âna kadar Türkiye’ye boyun eğdirememesine değinilerek, “Avrupa, ‘Erdoğan’ın nefesi kesilene’ kadar sabırlı ve dikkatli olmalı. O gün geldiğinde Türkiye tekrar dostumuz olacak” denildi. Hedef’in Türkiye’yle dost olmak değil, Türkiye’ye baş eğdirmek olduğu açık değil mi?

Erdmann şöyle diyor: “Stratejik dikkat, (bugüne değil) ertesi güne, yani Türkiye’nin mevcût liderliğinin gücünün tükendiği güne odaklanmalı. Bunun için bir tarih yok. Ama o X gününden sonra bile Türkiye, dünyanın en huzursuz bölgelerinden birinde komşumuz, ortağımız ve istikrarın çapası olarak kalacak. Bugünün (gelişmelerinin) sıcağında, Avrupa ile Türkiye arasında uzun vadeli, müreffeh bir işbirliği için umut ve özlemleri hayâl kırıklığına uğratmamalıyız.”

Özellikle Fransa, Almanya, İngiltere ve ABD’nin Ankara’da görev alıp bilâhare ülkelerinde istihbarat birimlerinin başına geçmeleri pek de tesadüf sayılmaz.

Bugün Azerbaycan ile taşeron Ermenistan arasındaki mücadeleyi sadece iki ülkenin sınır ihlâli şeklinde görenler(!), bu şekilde görmek isteyenler, ya hakikatin düşmanı veya zulmün devamından memnundurlar.

Yüz sene önce Batı’nın müstevli devletleri, yanlarına Sovyet Rusya’yı da alarak Sykes-Picot diye bir anlaşma yapıp koca Osmanlı Cihan Devleti’nin mülkünü taksim ettiler. Cetvelle çizilen prenslikler, dukalıklar ve krallıklar kurdular. Bu beyliklerin başına kendilerinin emrinde birer kukla hanedan seçtiler. Bizim ülkemizde de arzuladıkları bir yönetim sistemini dikte ettirerek, adına kendi anladıkları mânâda “demokrasi” dedikleri bir ucûbe yönetim şekli dayattılar. Hamdüsenalar olsun ki, yıllar içinde millî ve yerli enerjinin hayat bulması, tefekkür ve teheccüdün sırrı ile bize biçilen elbisenin dar geldiğini, kendi öz yurdumuzda “parya” olmayacağımızı yüksek sesle söylemeye başladık. Batılı müstevliler, içimizden “mankurtlar” devşirerek önce itikadımızın kodlarından olan farklı mezhep ve meşreplerimizi bahane edip inancımızın tonlarını istismar ettiler. İçimizden Din-i Mübîn’i süflî emellerine alet ederek, âdeta Protestanvâri bir gençlik peydah (FETÖ) ettiler. Sonra aynı ailenin evlâtlarını Sultan Alparslan ile Selahaddin-i Eyyubî’nin, Yavuz Sultan Selim Han’ın torunları ile İdris-i Bitlisî’nin torunlarını “Türk-Kürt” diye bölmeye çalıştılar.

Kırk seneden beridir milletimizin vahdetine düşman, “PKK” adlı bir katiller sürüsünü parayla, silahla, basın-yayınla desteklediler. Sonra Şimâl-i Afrika’da başlayan Arap Baharı rüzgârını evvelâ üfürdüler, bilâhare Irak ve Suriye’de alfabenin bütün harflerinden kurulu katiller sürüsü ile ittifaklar yaptılar.

Ayaklarımıza taş koyan müsteşrik Batı’yı anlıyoruz, peki ya İran, BAE, Mısır, Suudi Arabistan, Bahreyn ve benzerleri? Onlar ise efendilerinin izindeler. Hem ümmetin vahdetine düşmanlar, hem de İsrail’in güvenliğinin teminatı durumundalar!

Türk dünyası kendi güvenliğini kendi sağlayacak

Güneyimizde kurulmak istenen peyk devletçikler ile bu terör koridorunun destekçisi ABD, Fransa, Rusya, Almanya ve adı sanını yazmak istemediğim kolonyalist ülkeler, konu İslâm olunca, ümmetin ve mazlum coğrafyaların ümidi-istikbâli Türkiye Cumhuriyeti Devleti olunca hemen kendi aralarındaki husûmetleri bir kenara bırakarak bize demokrasi dersi vermeye, insan haklarından dem vurmaya başlarlar.

Konu Orta Doğu, Akdeniz, Libya, Şimâl-i Afrika olunca, AB’nin şımarık ve kartondan prensi Fransa, konu Mavi Vatan olunca şımarık  çocuğu Yunanistan ve zulmün kal’ası İsrail’in hâmileri, Körfez krallıklarını da yanlarına alarak insanlık dersi vermeye çalışıyorlar.

En son Azerbaycan’ın kadim yurdu Yukarı Karabağ, otuz senedir Rusların desteği ile Ermenistan’ın işgalindedir. Hocalı Katliamı hâlâ hâfızalardadır. Güneyde, Akdeniz’de, Libya’da istediğini bulamayan başta Rusya ve diğer müstevlilerin yeni piyonları olan Ermenileri Kafkasya cephesine sürmeleri, dünkü senaryonun bugünkü ete kemiğe bürünmüş hâlidir. Dün PKK’yı güneyde taşeron olarak kullanan güçler, bugün aynı grupları Ermenistan’a müttefik olarak gönderiyorlar.

İki üç gündür devam eden Ermenistan saldırganlığına karşı otuz senedir ses çıkarmayan AGİT Minsk Grubu ile benzeri fitne kuruluşlarının ve Batılı liderlerin beyanlarına bakınca, her şeyin ayan beyan olduğunu müşahede edebiliriz.

Son sözümüz şudur: Sultan Alparslan’ın Malazgirt’le açtığı Anadolu kapısı, Fatih Sultan Muhammed Han’ın İstanbul’u fethiyle sürdü. Nizâm-ı Âlem ülküsü dâvâsı, medeniyet tasavvurumuzun mihenk taşıdır. Bugün için artık savunma dönemi bitmiştir! Bu, Türkiye için de böyledir, Azerbaycan için de.

Türkiye savunmada kalsaydı, yurdumuzu Irak’tan, Suriye’den, Doğu Akdeniz’den, Ege’den kuşatma plânları gerçek olacak, ardından da saldırılar başlayacaktı. Azerbaycan savunmada kaldığı müddetçe ne Karabağ kurtarılacak, ne de diğer bölgelerdeki işgal sona erecek. Bu yüzden Bakü yönetiminin cesur bir karar alıp Ermeni işgali altındaki bölgelere bakışını değiştirmesi, savaşı Ermenistan’a doğru taşıması gerekiyor. Azerbaycan’ın bunu yapacak gücü de var, haklılığı da. Bu güç, damarlarındaki asil kanda mevcûttur. Bu yüzden de Türkiye nefes aldıkça, Azerbaycan yalnız bırakılmayacaktır.

Ermenistan saldırıları aslında Türkiye’ye yapılıyor. PKK ve DEAŞ üzerinden nasıl saldırı yapılmışsa, bu da öyle, amacı aynı. Azerbaycan savunması, vatan savunmasıdır. Siyâsî kimliğimiz ve bilincimiz budur. Jeopolitik aklımız da, savunma stratejilerimiz de böyledir.

Unutmayın, bizim için vatan, çok geniş bir kavramdır. Peygamber Efendimiz (sav), Hazreti Ebû Bekr ile Mekke’den Medîne’ye hicret ederken, mağarada ona şöyle söylemişti: “Lâ tahzen, innallahe meanâ!”zülme, Allah bizimle beraberdir.)

Kendimizi Hazreti Ebû Bekr’in (ra) yerine koyalım ve bu sözü Peygamberimiz’den (sav) işitmiş gibi iliklerimize kadar hissedelim: “Allah bizimle beraberdir!”

Vesselâm…