Kafamıza göre bir dünya

Torpille seçtiğimiz ve beslenme amacıyla yetiştirdiğimiz gıdalar bize zehir olmaya başladı. Zira ne kadar torpil yapsak da tabiatın doğurganlığı, bizim savurganlığımıza yetişemedi…

ÇOCUKLUK ve gençlik yıllarım hep Ankara’da geçti. Çok kar yağardı o zamanlar kış aylarında. Çoğu sabah arabamızı karın içinden çıkartmak için saatlerce uğraşırdık. Sıklıkla yollar kapanır, hatta bazen okullar bile tatil olurdu. “Bazen” dedim, zira bugünkü gibi, daha kar haberi gelir gelmez okulları tatil etme gibi bir durum yoktu o zaman. Ulaşım şartlarının ve teknolojinin çok daha geri olduğu zamanlarda kar bizim için ancak neşe kaynağı idi.

Hâlâ aynı şehirdeyim. Artık metrolarımız, son sürat otomobillerimiz, bayağı geniş yollarımız, son teknoloji kar küreme ve tuzlama araçlarımız, cep telefonlarımız ve pek gelişmiş bir teknolojimiz var. Kar da yağmıyor eskisi gibi zaten. Hatta birkaç sene evvel neredeyse hiç kar yağmadığı için kuraklık korkusu sarmıştı birçoğumuzu. Fakat “kar korkusu” diye bir şey başladı birkaç senedir. Günler öncesinden internet gazeteleri ürkütücü manşetlerle “Geliyor!” nidaları atmaya başlıyorlar. “Kırmızı alarm” veriyormuş İstanbul yönetimi; bunu da manşetlerden öğreniyoruz. “Ne oluyor? Rusya saldırıya falan mı niyetlendi?” diye meraklanırken, meselenin “kar” olduğunu öğreniyoruz.

Kar geliyormuş, hem de çok fena! Bazı gözü dönmüş gazeteler “beyaz kâbus” gibi abuk subuk manşetler atma yarışına giriyorlar artık. Kar gelmeden, “Okullar kaç gün tatil olacak?” sorusunun cevabı aranmaya başlıyor. Hakikaten soruyorum bazen kendime “Ne oluyor bize?” diye. Sormak da lazım, zira bu hiç sağlıklı bir durum değil.

Kırmızı alarma geçmenin nedeni anlaşılabilir aslında. Kendimizi birkaç büyük şehre tıkıştırma konusunda müthiş bir başarı sergiliyoruz. O alarmların hemen hepsi, azıcık yağıveren karın kâbusa dönüşebildiği İstanbul için. Binlerce yıllık şehir, bu sıralar bizzat insan zulmü altında inim inim inliyor. Trafiğin tıkanık olmadığı bir an neredeyse yok artık. Türkiye’deki her şeyin merkezini sınırlarında barındırmayı başaran şehr-i İstanbul, metrekareye düşen insan sayısı açısından sınırları zorluyor. Ankara da benzer manzaralara sahip artık. Diğer şehirlerimizi çok yakinen bilmiyorum ama şehir hayatı hiçbir yerde “daha iyi, daha düzenli bir hâle” gidiyor değil.

Peki, durum neden böyle? Biz mi beceremiyoruz bazı şeyleri?

İnsanlığın kronik intihar hastalığı

Haddimizi aşabilme yeteneğimiz sayesinde ayrılıyoruz diğer bütün mahlûkattan. Bizim dışımızda canlı-cansız tüm varlıklar çevreleriyle tabiî bir denge içinde varlıklarını mükemmel şekilde muhafaza ediyorlar. Yiyebilecekleri kadar yiyor, üreyebilecekleri kadar ürüyor, tabiattaki bir başka paydaşının işine yaramayacak herhangi bir çöp ve atık üretmeden gül gibi geçinip gidiyorlar.

Ama insan öyle değil! Tarihinin başlangıcından beri doğal çevresiyle yetinemeyen, onu değiştirmek, dönüştürmek zorunda olan bir canlı türüyüz biz. Kürkümüz, pençemiz, kalın yağ tabakamız, yükseklerde yahut derinlerde soluk alabilecek donanımlarımız, çok keskin gözlerimiz veya hızlı bir bedenimiz yok, fakat müthiş bir alet olarak aklımız var. Yiyecek, giyecek, yakacak, barınak ve bilumum alet edevatı üretebiliyoruz. Ama sadece bu kadar değil, haddini aşabilen o akıl sayesinde aşırı üretme ve tüketmeye, biriktirmeye, bozmaya ve haddinden fazla değiştirmeye de meyilliyiz. Tabiat eliyle bize sunulan nimetlerle yetinemiyoruz. Buğdayı una ve ekmeğe dönüştürmeyi keşfettikten sonra, dayanamayıp hektarlarca alana aynı tip bitkiden ekip fazla fazla mahsul alma ve gelecek için “mal biriktirme” bizim icadımız. Zira aklımız sürekli belirsiz gelecekle ilgili planlar kurmaya zorluyor bizi. O planlar her canlıda mevcut olan “kendini güvende hissetme” ihtiyacı ile birleşince sınır tanımaz bir açgözlülük de peşi sıra geliyor. Haddini aşabilen tek canlı olarak insan, rehberliğe muhtaç olan tek canlı haline de geliyor aynı zamanda.

Kocaman alanlara tek bir bitki türünü ekerek tonlarca mahsul alma usulüne “monokültür tarım” diyoruz. Ve bugün birçok araştırmacı ve düşünürün de teslim ettiği gibi, insanın ilk büyük intihar teşebbüsü bu. Neden?

Tabiatta binlerce yıl kendisine sunulan bol ve çeşitli nimetle yaşamak üzere inceden inceye tasarlanmış bedenini bizzat kendi iradesiyle üretmeyi tercih ettiği ve diğer besinleri arasında “torpille” öne çıkarttığı tahıllar ve diğer kitlesel üretim ürünü besinlerle doyurmaya başladı insan. Tabiattaki çeşitliliği ve zenginliği elinin tersiyle itip, kafasına göre bir “bolluk” yaratmaya kalkıştı. Yarattı da. Kocaman tarlalara ekilen bitkilerden aldığı tonlarca mahsulle, daha sonra adına “şehir” diyeceğimiz kalabalık insan topluluklarını besleyebilmenin önü açıldı. İnsanlar artık kafalarına göre tasarlayabildikleri şehirlerde, dışarıdan satın aldıkları gıdalarla rahat bir yaşam sürebiliyorlardı.

İnsana ait diğer üretim biçimleri, sanat, edebiyat ve bilim gibi değerler işte buralarda ortaya çıkmaya başladı. Binlerce yıl fazla sorun çıkmadan yaşayıp gitti atalarımız. Sonra Sanayi Derimi diye bir şey yaptık. Her şeyi makinalara bağladık, üretim kapasitemizi, dünyayı tüketecek boyutlara taşıma becerimizi, avuçlarımız patlarcasına alkışlamayı ve amaç haline getirmeyi öğrendik. Yeni teknolojiler sayesinde dünyada kendimize cenneti inşa edeceğimizi sandık. Daha büyük, daha şaşaalı, daha modern, daha işlevsel şehirler yaptık. Fakat ne çare ki, artık o şehirler bizi almaz oldu, üst üste yığıldık!

Torpille seçtiğimiz ve beslenme amacıyla yetiştirdiğimiz gıdalar bize zehir olmaya başladı. Zira ne kadar torpil yapsak da tabiatın doğurganlığı, bizim savurganlığımıza yetişemedi. Artık genetiği ile oynanmış tohumlardan kimyevî maddelerle dopinglenmiş tarlalara ve hormonlara boğularak şişirilmiş hayvanlara kadar, bedenimize faydadan çok zarar verme potansiyeline sahip gıdalara (!) mahkûm hale geldik. Binlerce, milyonlarca insanın çöpleri ve atıkları, kucağında yetiştiğimiz tabiatın o engin halısının altına süpürüldü yüzyıllardır. Ama sınırsız olmayan tabiatı kirletmeyi başardık.

Kendimizi sıkıştırdığımız, geometrik, ruhsuz, pratik ve fayda odaklı şehirlerin içinde kapana kısıldık. O yüzden artık tabiattan da, onun rutin işleyişinden de ödümüz kopuyor.

İşte o nedenle, bir zamanlar neşe içinde bir müjde bekler gibi beklediğimiz kar yağışları artık bizim için “beyaz kâbus” oldu. Tıka basa doldurduğumuz ve çatlamanın sınırına getirdiğimiz şehirleşmemiz, en ufak bir tabiî değişiklikte tehdit altına giriyor. Trafiğimiz akmıyor, her yeri sular basıyor, seller başını alıp gidiyor ve bizlere, korku dolu gözlerle bakıp tabiatın kurallarının bize göre davranmasını ummak kalıyor. Allah’ın kanunlarına karşı durmaktan kendimizi alıkoyamazken, başımıza bir felaket gelmesin diye “Allah’a havale ve tevekkül etmeyi” ihmal etmiyoruz.

Yeryüzünde bozgunculuk çıkartmak

“Bozgunculuk nedir?” diye sorarsanız, ben, “İşte tam olarak budur!” derim. Kör akılla girişilen medeniyet inşası sürecinin hazin sonunu hep birlikte izlememize belki de çok az kaldı. Olan ne dünyaya, ne diğer canlılara, ne de evrenin başka bir köşesine olacak. Olacak felaket, sadece bize özel, bizzat kendi elimizle hazırladığımız, kendi kıyametimiz olacak. Bize verilen akletme melekesini sadece tek bir yönde kullanınca canlılığın, bu kâinatın ve insan olmanın mahiyeti üzerinde düşünmeyi ihmal ettikçe başımıza başka bir şey gelmesi ihtimali de yoktur zaten.

Ne yaparsak kendimize yapıyoruz. Dünyada yaşam elbette ve her şekilde devam etmenin yolunu bulur. Bugün bir anda tüm insanları bu dünyadan çekebilseydik, ardımızda tastamam bir cennet bırakırdık. Fakat cennetten kovulan insan, kovulma nedenini bizzat bu akıllanmaz yıkıcılığı ile her devirde yeniden ve yeniden bunu ispatlama derdinde gibi.

İnsanoğlunun doğasını biliyorsanız, bu uyarılara kulak asmayacağını da bilirsiniz. Ama bir şeyi daha bilirsiniz: Siz, sadece siz, oturup düşünerek “Ne oluyor?” diye sormaya başladığınızda, siz ve yakın çevreniz için pek çok şey değişecektir.