Kadınlar ve Fatımalar üzerine

Üzgünüm beyler! Kelimelerimin artık sizinle hiçbir ilgisi yok! Çünkü kadın zulmünün neleri yok edebileceğini çok daha iyi biliyorum artık. Çünkü sizin kalbinize merhamet yükleyenin de, yüklemeyenin de, bunu kadın eli marifetiyle gerçekleştirebileceğini öğrendim. Çünkü er kişi olarak dünyaya gelmediği için, ömrünü erkil olana adayan çok kadınla hasbihâl ettim.

KAPI çaldı. Gelen Fatıma’ydı. Fatma değil, Fatıma... “Bir ‘ı’ sesi neyi değiştirecek ki?” deme lütfen, bir “ı” sesi çok şeyi değiştirir!

Suriyeli Fatıma, üniversite öğrencisi; bir de sevgilisi var. O da aynı okuldan… Evleniyorlar. Sonra savaş çıkıyor. Fatıma ailesiyle birlikte Türkiye’ye geliyor. Gelmek, çok yetersiz bir kelime oldu, “Kaçıyorlar” desek daha doğru olacak. Karı-koca çalışıyorlar ya da “Çoğu bulabilmek için aza tamah etmiyorlar” da denilebilir.

Fatıma’nın baba ocağı ise birkaç sokak ileride. Bir gün hep birlikte evimize gelerek eşiyle yaşamak üzere dairemizi kiralıyorlar. Hukukî bir şeyler zırvalayarak rüştümüzü ispat etmemiz bekleniyorsa belirtelim hemen: Tarafımıza bedel ödemek sûretiyle dairemizi aile konutu olarak kullanmak üzere kira sözleşmesi akdediyorlar.

Bu arada Suriyeliler İstanbul’da kiraları çok arttırdı, haberin var, değil mi? Hani o Suriyelilerden nefret eden ama normal şartlarda işyeri olarak kiraladıkları dükkânlarının ev gibi kullanılmasına göz yuman amcalar var ya, işte o amcaların işbu eylemlerine gerekçe teşkil eden yegâne sebep, Suriyelilerin kafalarını sokacak dört duvarı bulur bulmaz, ederinden fazla değerde olup olmadığını tartmaksızın, karda-kışta-ayazda kalmamak için söz konusu yeri kiralamak istemeleri...

Her neyse, amcalara daha sonra da kızabiliriz, çünkü kapı çaldı. Gelen Fatıma’ydı. Bitirim bir kardeşi var. Ailede en iyi Türkçe konuşan o. Kuvvetli ihtimâl, bu yüzden yanında...

Fatıma her zaman olduğu gibi o gün de suratına kocaman tebessümünü kondurmuş, fakat zeytin gözleri kırgın bu defa. “Eve ailem taşınabilir mi?” diye soruyor. Eşiyle ayrılıyorlarmış. Kabul ediyoruz ve tâbiri caizse konuyu fazla didiklemiyoruz. Neden, biliyor musun? Çok bilmek, bazen sorumlu hissetmeyi de beraberinde getirir ve her şeyden maksimum düzeyde sorumlu hissedersek hayat çekilmez hâle gelebilir.


Fatıma’nın ailesi giriş kata taşınıyor. Aile konutu, sahiden aile konutu olarak kullanılmaya başlıyor. Çünkü “baba ocağı” denen o şey var ya, işte o şey yalnızca güven telkin ettiğinde, gerçek bir aileden bahsedilebiliyor. Fatıma’nın da bir babası var. Türkçe bilmiyor. Bazen karşılaşıyoruz. “Selamunaleyküm” diyor, sonra başını eğiyor. O amca her “Selamunaleyküm” dediğinde benim içimde neden ılık sular akıyor?

Zaman geçiyor. Çok değil, az bir zaman... Amca “Merhaba” demeyi de öğreniyor. Fatıma’yı amca kadar sık göremiyorum. Muhtemelen sigortasız bir işte canı çıkana kadar çalışıyor.

Bir gün yine kapı çalıyor. Fatıma geliyor. Yanında yine bitirim kardeşi… Elinde bir de kâğıt parçası...  “Bu benim mihrim, bu senetteki parayı eski eşimden almak istiyorum. Alabilir miyiz?” diye soruyor. Evirip çeviriyorum kâğıdı. Arap harfleriyle düzenlenen senedin üstünde Fatıma’nın babasının ve eşinin adını okuyabiliyorum yalnızca. İstemsizce soruyorum: “Evlilik cüzdanı gibi bir şey var mı ya da senin imzaladığın bir şey?”

Önce anlamıyor. “Iııııı” yok. (“Bir ‘ı’ sesi çok şeyi değiştirir” demiştim. Birden fazla “ı”nın neleri barındırabildiğini gördün mü?)

-Polise gittin mi?

-Polise gidersem paramı alamam. TC kimliği yok. Kaçak geldi.

-Kaçak mı geldi?

-Evet, kaçak geldi.

-Pasaportu da yok mu?

Bu soru üzerine, “Yok abla, polise gidersek yakalayıp Suriye’ye geri gönderirler, hiç alamayız parayı” diye bitirim kardeş araya giriyor.

Fatıma’ya bakıyorum. Tebessüm ediyor. Yaratıcı, bu kızın güleçliğini makyaj niyetine kondurmuş. Kalbimden trenler kalkıyor. Duruyor. Kalkıyor. Duruyor... Burnumun direği yok oldu sanki. Gözlerime hâkim olmaya çalışıyorum; çünkü bütün güleçliğiyle karşımda duran Fatıma’nın gururunu incitmekten korkuyorum. “Bir ağabeyim var Fatıma, ona soracağım” diyorum. Oysa sormayacağım. Cevabını bildiğimiz soruları sormamalıyız. Yine de birkaç kelâm edebiliriz Fatıma için yahut iyi dileklerimizi sunabiliriz. Peki, bu neyi değiştirir? Kaç “ı” sesi gerekir? İşlevsiz bir senetle bakıştığım o 25 dakikada hissettiklerim, kaç temenni gerektirir?

Eskiden kadınlara ilişkin birkaç kelâm etmem icap etseydi, kelimelerim öncelikle bey kişilere sirayet etsin isterdim. Onlara meramımı doğru düzgün anlatabilirsem, yıllardır kadınlar üzerinde süregelen felâketler silsilesinin, kara bahtın ve kör talihin hafifleyeceğini zannederdim. Çünkü ben de herkes kadar insandım ve bir sorun oluştuğunda en kabahatli görünene yüklenmek her zaman en kolay yoldu. Zaman geçtikçe insan daha iyi anlıyor yalnızca beylere kızmanın yersiz olduğunu... İşlevsiz olduğunu... İşlevsiz olduğunu... İşlevsiz olduğunu... Yabancı bir ülkede dolaşımı mümkün olmayan bir senet kadar hükümsüz olduğunu... Kaçak bir yolcuya durak olmanın bazen hatâ olduğunu, yine de her gelen yolcuya kucak açmanın asalet olduğunu, fazla merhametin aslında hamâset olduğunu, masumiyet karînesinin neden var olduğunu, neden zamanla “hiç” olduğunu, bir doğrunun birden fazla yanlışa mâl olduğunu ve bir yanlışla binlerce doğrunun ortasında neden kaybolunduğunu...

Bu yüzden, üzgünüm beyler! Kelimelerimin artık sizinle hiçbir ilgisi yok! Çünkü kadın zulmünün neleri yok edebileceğini çok daha iyi biliyorum artık. Çünkü sizin kalbinize merhamet yükleyenin de, yüklemeyenin de, bunu kadın eli marifetiyle gerçekleştirebileceğini öğrendim. Çünkü er kişi olarak dünyaya gelmediği için, ömrünü erkil olana adayan çok kadınla hasbihâl ettim. Çünkü iktidar olmaktan ümidini kestiği için hanımlıkta takdire şayan olmakla yetinen kadınların sözlerini hatmettim. Bahsi geçen hemcinslerim, görünen her bir saç telimiz için bin yıl yanacağımız avuntusuyla sizin gibi kendilerini aklamıyor, etek boyumuzla karakter analizi yapmıyor. Dolayısıyla yalnızca gördüğüne müstenit değil. Buna rağmen zaaflarımızın üzerinde tepinerek sizin çıkmaz sokaklarınıza gizli geçitler kazıyorlar. Bazen bilerek, bazen bilmeyerek... Bu sebeple artık her bir saç telimiz için yalnızca bin yıl yanmakla kalmıyor, aynı bin yıl içerisinde bir de topyekûn mücadele ediyoruz. Bu bin yıllık savaşın Hicrî takvime göre mi, yoksa Milâdî takvime göre mi hesaplanacağı hususu ise hâlâ muğlak!

Eğer hesap Hicrî takvime göre ise, tarih hep daha yakına gelir ve cem-i cümlemiz sonsuzda erir.

Üzgünüm beyler! Kelimelerimin artık sizinle hiçbir ilgisi yok! Çünkü sizin attığınız hiçbir taş değmiyor da bana, hemcinsimin attığı bir gül ile devriliyorum hâlâ. Bu yüzden yalan cümlelerim bile en çok kadınlar için. Yaşasın emekçi, kelekçi ve ikircikli tüm kadınlar! Ah, bir de Fatımalar...