
BİR haftalık Korona arasından sonra yeniden geçtim
klavyenin başına. Tam normalleşmenin sinyalleri verilinceye kadar neredeyse iki
yıldır korunabilmişken, son anda, hem de tam doğum günümde nasıl geldi, nereden
geldi bu illet, keşfedemedim. Ama kısmen de olsa insanların neler çektiğini, ne
tür ağrılar yaşadıklarını, sevdiklerini korumak adına nelere katlandıklarını
anlama fırsatım oldu.
Karantina kararım çıktığında bunu bir haftalık tatil
olarak algılamama rağmen, elime telefon bile almakta zorlandığım iki üç günlük
süreç bütün plânlarımı altüst etti. Sözde birkaç haftalık stok yazı yazıp belki
de Ramazan’da kendime kısa bir tatil fırsatı üretecekken, yine son güne
bırakıverdim yazımı. Neyse, “Allâh beterinden korusun” diyelim ve biraz siyâsî
acz, biraz da ekonomiye bakalım…
Geçen hafta Salı günü, Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ydü
malûmunuz. Gerek binlerce yıllık Türk aile geleneği, gerekse İslâm kültürü
açısından kadının bizim için değeri, hiçbir özel güne sıkıştırılamayacak kadar
büyük. Bugün toplumsal pratiklerimize yansıyanlarla tarihî gerçeklerimiz
örtüşmese de asla kadının önemini küçümseyecek bir beyana rastlamak da mümkün
değil.
Evet, kadın cinayetleri devam ediyor, kadına şiddet
gerçeği değişmiyor, kadının siyasetteki sayısal azlığı tartışılıp duruyor ama
hiç kimse kalkıp da “Kadınlar kötüdür, beş para etmezler, hiçbir işe
yaramazlar, vatan millet aşkı yaşamazlar” gibi garip ve kabul edilemez cümleler
de kurmuyor. Peki, Meral Hanım nereden uyduruyor bütün bunları acaba?
8 Mart’taki Meclis Grup Toplantısında, beyaz tayyörünü
giyip, beyazlar giymiş onlarca kadına hitap ederken söylediklerinden
bahsediyorum. Dedi ki, “Utanmadan ‘Hiçbir şey yapmadınız’ diyorlar. Ayıp
be ayıp! Bu ülkenin kadınının ayağının altını öpmelisiniz kereste adamlar. Bir
kocaman kuyruklu yalan vardır ‘Türk kadını mücadele etmedi’ diye, haydi
oradan be!”.
Aslında İstanbul Sözleşmesi üzerinden Hükûmet’e
yüklenmeye başlamıştı. Baktı ki, kadını o sözleşmeden daha fazla koruyabilecek
kanunlar çıkartılıyor, AK Parti, kadını gelmiş geçmiş bütün iktidarlardan daha
fazla koruyor, üslûp değiştirip her zamanki gibi yalanlar üzerinden devam etti
konuşmasına. Kim “Hiçbir şey yapmadınız, mücadele etmediniz” demiş Türk
kadınına? Biz, çocuğuyla mühimmat arasında tercih yapmak zorun kalıp mühimmatı
korumayı seçen Şerife Bacı’nın, erkek kılığına girip Millî Mücadele’ye katılan
Halime Çavuş’un, Balkanlarda, İstanbul’da, İzmir’de resmî olarak askerî
görevlerde bulunmuş Erzurumlu Kara Fatma’yı ne zaman unuttuk ki?
İslâm’ın ilk kadın şehidi Sümeyye (r.anha), Uhud’da
müşrik oklarına karşı Efendimizi (sav) koruyan Nesibe (r.anha) ve Cennet’le
müjdelenen onlarca kadın, 8 Mart, Anneler Günü gibi özel günler ve hatta Meral
Hanım olmasa bizler için önemsiz mi olacaklardı? Ya da Ukrayna-Rusya barış
masasında Ekrem İmamoğlu’nun dediği gibi kadın yok diye tarihin binlerce barış
antlaşması başarısız mı kabul edilmeli?
Allâh’ın kadına ve erkeğe yüklediği sorumluluklar
belli. İslâm’a inanmış insanlar için ne bu görevler açısından, ne fiziksel, ne
de biyolojik olarak bir kadın erkek eşitliğinden bahsetmek mümkün değil. Kadın
ile erkek arasındaki değişmez tek eşitlik takvadadır. Kadını iş hayatına,
siyasete, sokağa daha fazla itmeye çalışanların, Türk ve Müslüman aile
yapısının altına dinamit koymaktan başka emelleri yoktur. Nasıl daha çok erkeğe
ev temizliği, yemek, çocuk bakmak ya da -daha ileri gidelim- çocuk doğurmak
gibi sorumluluklar yüklemeye çalışılmıyorsa, kadınlara da fazladan sorumluluk
yükleme gayretleri abesle iştigaldir.
Elbette kadın, sorumlulukları dışında görevler de
üstlenebilir sosyal hayatta. Hatta bu görevleri çok da başarı ile yürütebilir.
Bunun önünde hukuken de, fikren de bir engel yoktur zaten. Ancak bunu özellikle
teşvik etmek, toplumsal genlerimizle oynamak anlamına gelir. Tehlikelidir!
***
Kemal Kılıçdaroğlu, elektrik faturasını ödedi mi,
bilmiyorum. Önünde sonunda ödeyecek nasıl olsa. Kemal Bey’in elektrik zammına
verdiği tepki, hukuken ve siyaseten ne kadar yanlış olsa da insanî olarak kabul
edilebilir bir tepkiydi bence. Ancak buradaki samimiyetsizlik, meselâ ayçiçeği
yağı fiyatlarına vermediği tepkiyle tescillenmiş oldu. “Yağ fiyatları düşünceye
kadar evime almayacağım” deme cesaretini gösteremedi nedense.
Pandemi kaynaklı arz kıtlığı, küresel iklim
değişikliği kaynaklı üretim daralması, Rusya-Ukrayna savaşı kaynaklı petrol ve
tarım ürünleri fiyat artışları, senelerdir “dış güçlere” yüklediğimiz enflasyon
belâsını içinden çıkılmaz bir hâle getirdi. İki yıl önce 20 doların altını
gören petrolün varil fiyatı 130 doları test etti geçen hafta. Aynı günlerde,
dünyanın en büyük ayçiçeği ve tahıl ihracatçısı konumundaki Rusya’nın, ticaret
gemilerini limanlarda alıkoyması piyasaları hareketlendirdi. Bunlar, zaten
fiyat artışları konusunda sabıkalı olan zincir marketleri gündeme getirdi
yeniden. Ancak Nisan ayına kadar yetecek yağ stoku olduğu söylentisi, vatandaşların
yağ reyonlarına hücum etmesine sebep oldu. Arz talep dengesi ile belirlenen
fiyatlar birkaç saat içinde neredeyse ikiye katlandı. Etiketlere bile
yansımadan kasaya yansıyan fiyatlarda bir kez daha marketlerin fırsatçılığını
gördük.
Peki, ya bir yılda bile tüketemeyeceği yağı bir günde
almaya çalışan tüketicinin hiç mi suçu yok bu fırsatçılığın büyümesinde?
Devlet, sosyal medyadan bu olayı kışkırtan hesapları mercek altına aldı. Fakat
bu olayın belki de en büyük suçlusu Devlet’ti. Zira yağ stoku ile ilgili haber,
Bitkisel Yağ Sanayicileri Derneği Başkanı Tahir Büyükhelvacıgil kaynak
gösterilerek AA tarafından, hem de sosyal medyadaki detaylara ışık tutacak
netlikte verildi. Hepimiz bir suçlu aramaya başlayınca ise bu haber siteden
kaldırıldı. Bu spekülatif haberin, yandaş İngiliz kanalının haber bültenine
konu olması mı, Devlet’in resmî haber ajansında yer bulması mı etkili sizce? Şu
iğneyi biraz kendimize batırma zamanı da geldi artık!
Yüksek enflasyon, yukarıda belirttiğim sebeplerle, tüm
dünyanın derdi şu sıralar. Özellikle petrol fiyatlarındaki artış, lojistik
sebeplerle tüm ürünlerin fiyatlarına yansıyor. Tabiî ki “Bize ne başkalarından,
biz kendi derdimize bakarız” diyebilirsiniz. Kısmen haklı da olsanız, dünya ile
entegre olmuş bir ticaret sisteminin dışında olmadığımıza göre küresel
piyasalardan etkilenmememiz mümkün olamaz. Buna rağmen, hiçbir bahaneye
sığınmadan yapabileceklerimiz olmalı şu enflasyon hakkında.
Bugüne kadar denenen yolların çok da başarılı olduğu
söylenemez. Devlet genellikle kendi gelirlerinden fedakârlık etme formülünü
geliştirdi ve KDV, ÖTV indirimi gibi enstrümanları kullandı. Hem Devlet gelir
kaybına uğradı, hem de nihaî sonuç bir türlü alınamadı. KDV indiriminden önce
evime aldığım damacana su 20,50 TL iken indirimden sonra 19,50TL’ye düşmüştü.
Üzerinden sadece iki hafta geçti ki suyun fiyatı 24,50 TL olarak açıklandı.
Mazeret mazot zamlarıydı. Aynı süreçte mazota gelen zam 7 TL civarında iken
damacana başına 5 TL zam yapmanın mantıksızlığına alışmamız beklenemez.
Buna “Dur!” diyecek birileri olduğuna inanmak ister
vatandaş.
Daha önce bir “narh” teklifim olmuştu. Hâlâ bu
uygulamanın olumlu sonuç vereceği kanaatindeyim. Serbest piyasa koşullarına
uygun, yeni bir narh sistemi geliştirilebilir Türkiye’de. Osmanlı’da uygulanan,
taban ve tavan fiyatları belirleme sistemi olan narh, 20-30 sene öncesine kadar
semt pazarlarında da uygulanıyordu. Böylece pazar girişindeki tabelalardan,
meselâ domatesi en çok kaça alacağınızı, limonun taban fiyatını bilirdiniz.
Ekmekte de hiç aksamadan devam eden bir narh uygulamamız var bu arada. Buna
pandemi döneminde maske fiyatlarına uygulanan narhı da ekleyebilirsiniz.
Sonuç olarak, liberal sistemin içinde bile, devlet
bazı ürünlere tavan fiyat koyabiliyor gördüğümüz üzere. Taban fiyat uygulaması
ise rekabeti güçlendirmek ve tüketicinin daha ucuz ürüne ulaşmasını
engellememek adına göz ardı edilebilir.
Peki, nasıl uygulanmalı?
Sebze meyve grubu ile temel gıda ve sarf malzemelerini
sisteme dâhil etmek yeterli olacaktır. Ancak, zincir marketler ile küçük esnafı
bu sistemin içinde ayrı fiyatlandırmak gerekebilir. Listeye alınan ve kalite
standardı getirilecek ürünler için Devlet’in ve belediyelerin oluşturacağı
komisyonlarda makul kârlar ile taban fiyat uygulanır. Zincir marketlere, bu
listenin her ürün için taban fiyattan en az bir markayı satma zorunluluğu
getirilir. A markalı ürünü taban fiyattan satan market, B, C ve D ürünlerini
dilediği fiyattan satma hakkını saklı tutar. Ancak taban fiyatlı A ürününü
rafında bulundurmakla yükümlü olan market, aksi durumda aynı ürünün diğer
markalarını satmaktan da men edilir.
Bu uygulama, zincir marketlerin kendi adlarına üretim
ya da paketleme yaptırdıkları ürünlerde “kafalarına göre” fiyat belirleme
alışkanlıklarına son verecektir. Zira genellikle en ucuz markalar bu market
markalarıdır ve talepten daha çok pay almak için tavan fiyatlı ürün grubuna
kendi markalarını koymayı tercih edeceklerdir. Bu uygulama, tavan fiyat
uygulaması ile pazar kaybına uğramak istemeyen firmaları da makul fiyatlarda
mal satmaya ve sattırmaya teşvik, hatta mecbur edecektir. İşte o zaman, siyâsî
kötü niyet ya da kâr hırsı ile köpürtülen enflasyondan kurtulup gerçek
enflasyonla yaşamayı öğrenebiliriz.
Aynı kalemler, Devlet eliyle tedarik edilerek, distribütörler
ve toptancılar eliyle talep eden küçük esnafa da belki lojistik giderleri göz
önünde bulundurularak küçük farklarla ulaştırılabilir. Böylece zincir marketin
5 TL’ye sattığı ürünü, bugünkü gibi 8-10 TL’ye değil 5,5-6 TL’ye bakkalda bulma
imkânı olabilir.
Hep diyoruz ki, “Kanunlarımız yeterli ama
denetimlerimiz, uygulamalarımız yetersiz”. Evet, uygulama konusunda
sıkıntılarımız olduğu doğrudur. Ama bu işin denetlenmesi, mevcut teknolojik
altyapı ile çok kolay olacaktır. Cumhurbaşkanı ya da bakanlar denetimi
kendileri yapmayacaktır elbette ama her ilde bu işin başına meselâ ticaret il
müdürlerini atayabilirler. Ben de vatandaş olarak uygulamadaki hatanın
faturasının kime kesileceğini bilirim.
Yarın çok geç olmadan, mutfaktaki yangın iktidarın
ömrünü tüketmeden, vatandaş daha fazla çileden çıkmadan, yüzlerce yıl denenmiş,
liberal ve kapitalist sisteme boyun eğercesine vazgeçilmiş narh sistemi bir an önce hayata geçmelidir.