Kadınlar bilirim ülkeme ait

Her ne kadar ilk olarak doğurmanın annelik olduğu anlaşılmış olsa da daha sonra anneliğe yüklenen nitelikler öncelikli olmaktadır. Bazen annelik algıları değişmekte, gerçek anne “anne” olamamakta, anne olamamış bir kadın ise gerçek anne gibi davranabilmektedir.

“KADINLAR bilirim ülkeme ait/ Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak/ Göğüsleri Çukurova gibi mümbit/ Dağ gibi otururlar evlerinde/ Limanlar gemileri nasıl beklerse/ Öyle beklerler erkeklerini/ Yaslandın mı çınar gibidir onlar, sardın mı umut gibi…”

Anne imgesi, birçok hâlden oluşan pek çok katmanları, durumları, özellikleri ve nitelikleri içerir. İnsana, hayata, tarihe, topluma doğurgan bir el gibi değer vererek hayatı kendince işlemeye başlar. Annenin genel vasıfları, annelik figürünün oluşmasındaki en öncül olguların içinde saklıdır. Genel hususiyetleriyle annelik, hemen her coğrafyada, her iklimde, her kültürde yer edinmiştir. Aynı şekilde her coğrafya, her medeniyet, her kültür ve her inanç kendi annelik imgesini ortaya çıkarmıştır. Anne hem birleştirme, hem de ayırma öznesi olmuştur daima. 

Toplumun, tarihin ve nihayetinde kültürün inşâ edilmesi noktasında aile özelinde kadın, şekillenmelerin ve denetlemelerin temeli olarak “ana” başlığını alandır. Yerleşik yaşamların yeniden canlanmasında öncelikli bir öneme sahip olan ve bireylerin yeniden üretimini sürdürmede ve geleneklere karşı davranışları şekillendirmede toplumsal yaşamın talep ettiği en önemli güç olan kadın, anneliği sayesinde aile kurumunun denetim altına alınması, kurumsallaşması ve meşrulaşmasında oldukça etkendir. En masum anlamları içeren annelik, aynı zamanda da özel olanın politikliğini kaybettiği toplum içinde aile üzerinde tahakküm kurmanın en güçlü ve doğal aracıdır. Anne dışında herkesin annelik hakkında söyleyecek bir sözünün olması, tahakkümün dile yansıdığı boyutta, doğal olgunun kültürler vasıtasıyla zaman zaman amaçlarının dışına taştığı da bilinir.

Tarihî anlamda doğal bir yapılanma olan aile, doğal unsurların ve üyelerinin biyolojik birlikteliğinin çok ötesinde, toplumsal uyum elemanı olarak toplumun denetim altına alınmasına etkide bulunmaktadır. Ataerkil ideolojinin akıl dışılığını rasyonalize eden aile, toplumsal uyum aracılığıyla, toplumsal sistem tarafından talep edilen görevlerle başa çıkabilme becerilerini sağlayacak şekilde kadınları da şekillendirir. Hamarat ev kadını ve çocuklarının annesi esasına dayalı aile kültü yoluyla, varoluşunun anlamı kurban ve iyi olmaya gönüllü bir şekilde rıza göstermeyle kutsallaştırılan kadın, zamanla boyun eğmeye zorlanan değil, fedakârlığa namzet bir realite olmuştur. Bireyselliğini elde etmesi için seçenekli veya seçeneksiz bir şekilde baba evinden koca evine giden kadın, yeni bir ailenin şekillenmesinin ana amacıdır.

Toplumun kadına hazırladığı tek yazgının evlilik olduğu tezini ileri süren görüşlerin aksine, aile içerisinde tüm sıkışmışlıkları bir şekilde çözüme ulaştırabilen kadının toplum içerisindeki konumu sadece evlilik ilişkisine göre değil, onun değer yargılarına göre de belirlendiğini söylemek gerekir. Artık günümüzde kadının tanımlanması ile evliliğin değerliliği arasında paralel bir ilişki bulunmaktadır.


Görmek ve anlamak perspektifinde kadın

Kadın açısından evlilik, topluluğa katılmanın tek yolu değildir elbette. Her ne kadar eski geleneklerde evlilik yapmayan kadınlar “evde kalmış” olarak değerlendirilmiş ve incitilmiş olsa da günümüz toplumu bu psikolojiden oldukça uzaktır. İster evlilik yapsın, ister yapmasın, birçok kadın,“annelik” olgusunun çok özel taşıyıcıları olarak tanımlanır. Ne yazık ki tüm toplumların eski geleneklerinde kadın, negatiflik olarak ortaya çıkmış, onunla ilgili her tanımlama bir sınırlandırma biçimini almıştır. Zamanla bu olgu kısmen değişmiş ve kadın, toplum içinde hak ettiği yeri almıştır.  

Kadın üzerinden toplumlara ayar vermeye çalışan günümüzün bazı teorisyenleri, “Kadın, birtakım niteliklerinin yokluğundan ötürü kadındır” diyerek, onun yalnızca erkekten olanı besleyip büyüttüğü ve rahme sahip olduğu için anlam kazandığını savunurlar. Çünkü onların bakış doğrultularının ufkunda asla “ana” kavramı yer almaz ve onların sorgulamaları daha çok feminist argümanlar üzerinedir. Hatta Hegel, daha da ileri giderek, “kadınların anneliğe ve eşliğe yazgılı kılan bir doğası” olgusunun tarihsel süreç içerisinde üretildiğini ve doğada herhangi bir gerekçesi olmadığı tezini ileri sürmüştür. Hâlbuki “dinsel” toplumlarda kadının yeri çok özel ve tartışılmazdır. Geleneklere kurban giden kadının vebali, din boyutuna dâhil değildir asla.

Doğuran kadın olan anne, rahimdir, rahim sahibidir. Rahimde bir varlığı büyütendir. Ana rahmi insanın hayata gelişinde, hayatı yorumlayışında önemli bir husustur. İnsanın ilk yuvası, sığınağı, korunağıdır; insanın hayat bulduğu, canlandığı, özelliklerini kazandığı, bir varlık hâline geldiği âlemdir. Rahminde insanı canlandıran, büyüten, besleyen anne, sonra onu doğurarak dünyaya taşır. Sonra da kendi ayakları üzerine basıncaya, bir kişilik buluncaya kadar onu beslemeye, büyütmeye devam eder. Anne öyle bir hayat kaynağıdır ki, ta hayatın akışına can taşıyan, hayata can verendir. Onun için “Ana gibi yâr olmaz” deyimi her toplumda tüm inkârlara rağmen kabul görmektedir.

Bir başka açıdan annelik, onu ataerkilliğe ilişkin sınırlandırmaların dışında tutarak ve de bunu doğal göstererek, onu meşru bir zeminine oturtmaktır. Kadından, anneliğinin uysallığına bağlı olarak aileyi iyi bir şekilde dışarıya karşı temsil etme çabasını yüklenerek öznelliğini yüceltmesi beklenmektedir. Bazen anneden çocuğunu, kendi özgün yargılarını bir kenara bırakarak yaşadığı toplumun beklentisi doğrultusunda yaşama hazırlaması beklenir. Bu, kucaklayıcı “annelik” rolüdür. Hiçbir toplumun annelerden beklentileri bitmek tükenmek bilmez; ama aile kutsadığı ve baş tacı ettiği anneliği bazen rahatlıkla toplumun aracı hâline getirmekte ve maalesef kendine annenin her tutumuna el atma hakkı tanımaktadır.

Bazen de toplumun annelik içgüdüsünü, öngörüsünü ve davranışlarını daima canlı tutma arzusu, onu kutsal sayıp yerlere göklere sığdıramama söylemleri annelik olgusunu olumsuz etkileyebilmektedir. Kadını mevcut geleneklerin normlarına boyun eğdirme çabaları, annelik olgusunu negatif olarak etkileyen bir başka unsurdur. Bu bağlamda bazı toplumlarda kadın, annelik olgusu aracılığıyla genel toplumsal yaşamın gerisine itilebilmekte ve özgün olarak anneliğini sergileyememektedir.

Annelik hâli sadece bir iş değil, bütün işlerden çok daha değerli hâllerin toplamıdır. Bu, kadının yücelik yolculuğuna eşlik eden en ulvi emanettir.

Bazı Batılı düşünürlere göre kadına biyolojik olarak bahşedilmiş doğurganlık özelliğinin, onu baskılamanın ve üzerinde iktidar kurmanın bir aracı hâline geldiği söylense de ilâhî dinlerin kadına yaklaşımı bu görüşün tam zıddıdır. Zira kişilerin hayatını etkileyen, sahip oldukları bakış açıları, içinde bulundukları toplum yapısında yatmaktadır. Bundan dolayı düşünceleri ve eğilimleri ona göre evrilir. Gelenekler, örfler, yaşayış biçimleri ve hatta düşünüş biçimleri bile kişilerin hayatını tanzim edebilmektedir. Yaşanan bölgenin konumu, yeryüzü şekilleri, aile büyüklerinden dinlenen toplumsal kodlar hâline gelmiş hikâyeler ve tüm bunların etkilediği yaşayış biçimi, hayatî algılarımıza ve tercihlerimize yön verir. Aile, kadını kendi bireysel yaşantısının bir parçası olmaktan çıkarmadan, toplum tarafından denetlenmeye ve onaylanmaya mahkûm etmekten kaçınmalıdır. Onu bir tahakküm aracı olarak görmeden, anneliğin toplum içerisinde nasıl anlaşıldığı ve özellikle bizim toplumumuzda anneliğin mânâsına ilişkin hâkim kodlar ve annelik üzerine toplumun öngördüğü normları kabullenme ya da reddetme biçimlerinin her boyutta eğitimle ilgili olduğu ve anlamlandırılabileceği de düşünülmelidir.

Her bir toplumun kendi anne algısı mı var?

Her toplumun kendine has kutsal annelik algısı ya da mitleri olsa da genel olarak her toplum tarafından kabul gören anneliğe dair birçok norm ve beklentiler mevcuttur.

İlk başlarda “iyi anne” kavramının yeni doğan bebeğe karşı duyulan içgüdüsel sevgiye dayandığı söylenir. Tarihî süreç, anne olmanın ne demek olduğunu, anneler için uygun davranış ve tutumun nasıl olması gerektiği; anneliğin, ilişkilerinin ve öz değerler hususunda her toplumun öğretisinde yaklaşık olarak benzer bir annelik olgusu oluşturmuştur. Buna rağmen bazı feminist tarihçiler, anneliğin doğal ya da biyolojik bir kavram olmadığını, tamamen toplum tarafından yapılandırılmış, değişen ekonomik ve sosyal faktörlere göre yeniden tasarlanan kültürel bir pratik olduğunu savunurlar. Onlara göre annelik sadece doğurganlık vasfından dolayı tarihsel süreç içerisinde kültürel bir kavram hâline gelmiştir. Yani annelik, gereklilikten çıkarak toplumsal cinsiyetin tanımladığı ve şekillendirdiği bir araçtır.

Fakat zaman içinde olması gerektiği gibi anne rolleri de diğer konular gibi kültürlerin her boyutunda tartışılmaya başlandı; kitaplar yazıldı, filmlere ve dizilere konu oldu. Bu şekilde de çok çeşitli annelik rol modelleri oluştu. Gelinen noktada anne, ev işlerini ve çocuklarının bakımını tüm soğukkanlılık ve sükûnetiyle hâlledebilen, aynı zamanda iş yaşamını da sürdürebilen birey olarak tanımlanır. Ama ideal anne modelleri ideolojilerin çakışması sonucunda birbiriyle rekabet içine girmiş; “Çalışırsam daha iyi bir anne olurum” ya da “Hâkim kültüre direnen, özgür irademi ve gücümü evde çocuklarımla birlikte geçirmeyi tercih ederim” diyen anneler ortaya çıkmıştır.

Ataerkil toplumlarda annelik kavramı daha çok fiziksel ve duygusal olarak tamamlanır. Çocuk sahibi olmamak ya da anneliği reddetmek ise bir eksiklik, duygusal doyuma ulaşamamış olmak ve dolayısıyla noksanlık olarak kabul edilir. Bazı araştırmacılara göre annelik üzerine verilmiş eserlerin çoğunluğu anne olmayanlar tarafından yazılmış, anneliğe dair üretilen bilginin üreticisi de annenin kendisi olamamıştır. Bundan dolayı annelik kavramı ve anneliğin nasıl olması gerektiği daha çok başkaları tarafından tanımlandığı için anneler de başkalarının tahakkümü ve güdümü altında görünmüştür.

Bizim toplumumuzda annelik olgusu tartışılmaksızın üstün bir meziyet olup inancımıza göre de ayaklarının altı cennet olan bireylerdir anneler. Kadınlık, dişilik, doğurganlık anneliğin ana unsurlarıdır. Anne; doğuran, dünyayı çoğaltan, hayatı geliştiren, hayata bereket veren kişidir. Hayata yeni bir varlık getiren kadındır anne; annelik, sadece doğurmayla kazanılan bir hususiyettir ve bu ilk şarttır. Doğurma eyleminin kültür, medeniyet, toplum ve tarih açısından ne kadar önemli olduğu bilinir. Demek ki anne kültürün, tarihin, toplumun başlangıcında yer almaktır. Tabiattır anne; “toprak ana” denmesi de bundandır. Toprak; doğuran, veren, sunan, doyuran, barındıran, yaşatan, zenginleştiren bir dünyadır. Anne de böyledir.

Anne doğal ve mutlak anlamda ev kişisidir. Ev ile anlamlı, ev ile barışıktır. Aslında ev, anne demektir. Onun rahim sahibi olması, doğal ve zorunlu olarak onu ev sahibi kılar. Kadının anneliği ev ile gerçekleşir; zira anne, bir aile aktörüdür. Annelik, aile olmakla kazanılan bir hususiyettir. Bu anlamda annelik bir duygu ve hissediştir. Biyolojik olmasa da ruh ve gönül dünyasında annelik meziyetinde olan birçok kadın olmasına rağmen, biyolojik olarak anne olup annelik vasıflarından yoksun olan birçok kadın da vardır. Bu anlamda bir yerin ev olabilmesi için oraya annelik olgusuna haiz bir kadının eli değmelidir ki orada bereket olsun, orası mamur olsun.

Elbette anneliğin ön şartı sadece doğurmak değildir. Zira annelik başka birçok nitelik de içermektedir. Tek başına doğurmanın annelik için yeterli bir vasıf olmadığı bilinen bir husustur. Zira annelik, doğurduğuna gözü gibi bakmak ve onu topluma kazandırmakla sorumludur.

Annelik, şefkat, merhamet, korumak ve kollamak gibi asillik ister. Birçok kadının potansiyelinde “annelik” olgusu mevcuttur. Her ne kadar ilk olarak doğurmanın annelik olduğu anlaşılmış olsa da daha sonra anneliğe yüklenen nitelikler öncelikli olmaktadır. Bazen annelik algıları değişmekte, gerçek anne “anne” olamamakta, anne olamamış bir kadın ise gerçek anne gibi davranabilmektedir. İyiler ve kötüler, iyilikler ve kötülükler anne bağlamında ortaya çıkabilmektedir.  

En nihayetinde anne ve baba köktür, kökendir, soydur, arka plândır, genetiktir. Kişinin kaynağı olan anne ve baba, onun aynası ve sınırıdır. Silinmez izler bırakan, damgasını vuranlardır. Bundan dolayı kişi, aileyi yani kökenini bütünüyle kendi benliğinden silemez, ondan da uzaklaşamaz.