Kadının sosyal konumu ve sistemin kadın üzerinden var olma gayreti

“Şeriat” kelimesinin etrafında toplanan bu korku dili artık halka kadar inmiş ve her başörtülü kadın, seküler yaşamın en büyük tehdidi hâlini almıştı. “Çoğalmak” ile suçlanıyorlardı yurdun öz sahipleri. Çarşıda pazarda, otobüste, halka açık her alanda sözlü ve fizikî tacize maruz kalan başörtülü kadına yöneltilen suçlamanın ana fikri, Batılılaşma hareketlerinin başladığı zaman dilimine aitti. Ve “karanlık” ve “gerici” gibi tanımlamaların ekseninde neşet eden, pratikte belki ama düşünsel olarak asla değişmeyecek reddedişin fiili bir dışavurumuydu bu.

TÜRKİYE’de “sorun” tanımlamasıyla ele alınan kadının başörtüsü konusu, bazen söylem ve uygulamalarda ivmesini arttırarak, bazen de daha durağan bir seyirle gündemde yerini hep korumuştur. 

Konunun kaynağına indiğimizde ise ana unsurun İslâm’a karşı alınan tavır olduğunu görmemizle beraber, bu karşıtlığın tavrından beslenen çeşitli paravan düşüncelerin dayatmalarıyla da sıklıkla karşılaşmak mümkündür. 

Tanzimat Dönemi aydınlarının hayranlığı ekseninde başlayan Batılılaşma hareketlerinde kadın, toplumun gelişmişlik seviyesini gösteren bir parametre olarak görülmüştür. Cumhuriyet’in ilânından sonra ise “Osmanlıcı” ve “Cumhuriyetçi” gibi tanımlar yeni rejimin uygulamasında oluşan sosyolojinin ifadeleri olarak zihinlerdeki yerlerini almışlardır. Bu ifadelerin hayata aksi, yine kadının fıtrî ve geleneksel konumundan koparılması düşüncesinden ilerliyor ve tanımların altını buna göre doldurmayı hedefliyordu. 

İmparatorluğun Tanzimatçıları ve yeni düzenin ideologları olan aydın zümre, yapılan reformların mükemmelliğini “kadına açılan alan” üzerinden ispat etmeye koyulmuştu. Ziya Gökalp’e göre kadının özgürleşmesi, “Osmanlı” kimliğinden sıyrılarak “Türk” kimliğinin temsilciliğiyle vurgulanmalıydı. Ki bu da ulus devlet olma istikametinde alınan yol adına çok önemliydi. Çünkü hak ve özgürlükler üzerinden ifade edilen söylemler, daha çok İslâm’a yüklenen sıfatların karşısında mevzi alıyordu. 

Kadının yeni kimliği ve görüntüsündeki değişim ise siyasal, kültürel ve ekonomik alanlarda onu var edecek ve kadın, bir zihniyet imgesi olarak daima kullanılacaktı. Ancak tüm bu sosyal hakları kullanması hususunda bir de kriteri vardı elbette: Batılı normları taşıyacak bir görüntü... 

“Cumhuriyet kadını” ifadesi işte bu kompleksin aynı cinsin bireylerini kabulleri doğrultusunda kategorize ettiği gibi kalın duvarlar da örerek birbirinden ayrıştırıyordu. Kısacası, kökü bir asırdan daha öteye uzanan bu durum, siyasetin önemli bulduğu ve hatta hükümetleri darbelerle devirmeye götürecek kadar çözümsüz kalmaya mahkûm edilmiş bir konu olmayı sürdürecekti.

“Alt kültür” olarak görülen başörtülü kadının en önemli hakkı olan eğitim hakkını almaya başlamasıyla beraber, bakış açısı “başörtülü kadının tehdit olduğu” kanaatine sahip kanada doğru yön değiştirdi. “İrtica” uyarısı üniversite kapılarındaki genç hanımların psikolojik ve fiziksel şiddet görmelerine kadar uzandı 90’lı yıllarda. Cumhuriyet’in ilk yıllarında eğitimli hanımların törenlerle başörtülerini çıkarıp attıkları günlerden zorbalıkla tesettürlerini açmalarına varan zamanlara taşındı bir inancın gerekliliği.

1990’lı yılların sonuna doğru mütedeyyin camianın fertleri, özellikle kadınları, çetin bir dönemden geçeceklerdi. Birincilikle okulundan mezun olan bir kız öğrencinin başka bir kız öğrenci tarafından ağzı kapatılarak susturulmaya çalışılması ve kepinin sökülerek çıkarılması, kırklı yaşlarında olan herkesin hafızasında muhtelif yerini koruyordur o günlere dair. Tanzimat’la başlayan bu “dönüştürme” fiiliyatı, 28 Şubat sürecinde başörtüsü sendromu yaşayan seküler camianın içinde olduğu en akut dönemlerdi belki de. Sistemin tehlikede olduğu alarmı verilirken, teatral kurgular zamanın nasıl yönetileceğini belirlemekte basit hileler şeklinde tarihî birer vakıa olarak kayıtlardaki yerini alıyordu. 

İlerleyen zamanlarda “sorun” tanımlamasına sıkıştırılan ve hatta anayasal dayanağının olup olmadığı üzerine tartışmaların bitip tükenmek bilmediği bu durum, giderek bir korku dağına dönüştürülüyordu. 

“Şeriat” kelimesinin etrafında toplanan bu korku dili artık halka kadar inmiş ve her başörtülü kadın, seküler yaşamın en büyük tehdidi hâlini almıştı. “Çoğalmak” ile suçlanıyorlardı yurdun öz sahipleri. Çarşıda pazarda, otobüste, halka açık her alanda sözlü ve fizikî tacize maruz kalan başörtülü kadına yöneltilen suçlamanın ana fikri, Batılılaşma hareketlerinin başladığı zaman dilimine aitti. Ve “karanlık” ve “gerici” gibi tanımlamaların ekseninde neşet eden, pratikte belki ama düşünsel olarak asla değişmeyecek reddedişin fiili bir dışavurumuydu bu.