
VARLIĞIMIZ,
yaratılışımızın tezahürüdür. Yaratıcımızın bir “Kün” emriyle düştük her birimiz
ana rahmine. Yani ki, bir kadının bünyesine yerleştirildik önce… Doğduk ve anne
dedik bizi sancılarla doğuran sebeb-i vücûdumuza. Her birimiz evvelâ bir
kadının varlığında vücût bulduk. Bizler derin sancılarla doğurulduk. O sancılı
doğuşumuzdaki avazı, ayazı, acıyı hatırlayamadığımız için kadir kıymet bilme
noktasında hep bir gafletin kıyısında savrulduk.
Sabiydik,
mesuliyetten münezzehtik. Ne var ki, kulaklarımızla duymadığımız sancılı avazı,
ruhlarımız işitti. İşte o işitmişliği hakkıyla hisseden kadınlar ve erkekler
önce anaya hürmeti layıkıyla bildi. O hürmet, “kadına hürmet”in ilk şerhiydi.
Kadın
olduk; anne olmanın, eş olmanın, abla olmanın, bazen kız kardeşten öte
bulduğumuz kız arkadaş olmanın stajını hep bir annenin şefkatli gölgesinde
yaptık.
Erkek
oldunuz, fıtratı ziynet hükmünde zarif ve naif bir kadın emanet edildi size, o
kadına eş oldunuz. Onunla birlikte tıpkı kendi yaratılış menkıbenizdeki gibi
bir “Kün” emriyle kız ve erkek çocuklarınıza baba oldunuz. Yani ki, onların
ardında dağ gibi durdunuz. Adam oldunuz bir kadına ve çocuklarınıza kol kanat
geren... Ama ve illâ ki bir kadının bedeninde vücut buldunuz.
Evet,
her birimiz, hepimiz bu hakikat çerçevesinde, ilk insanın yaratılışından bu vakte,
kıyamete kadar sürecek sonsuzluk döngüsüyle hayata karıştık.
Adem
ve Havva ile başlayan bu döngü içerisinde zaman akarken tarih yazıldı. Yerküre
üzerinde var olmuş, var olan ve var olacak her birey bu muhteşem yaratılış
mucizesinin halkalarıyla oluşan yaşamak zincirini oluşturarak insanlık tarihine
iz bıraktı. Dünyanın tüm erkekleri ve kadınları bu serüvenin bir parçası olma
hakikatini hatırlasın veya hatırlamasın, gerçek hiç değişmedi, değişmeyecek.
Coğrafyaların
kaderinde kadının dahli
İnsanlık
tarihi yazılırken kadının varlığı ya bizatihi yahut dolaylı olarak -bir erkeğe
ana olarak- aktif ve etkin bir rol üstlendi. Bu rolün izdüşümüyle insan dünyayı
ya âbâd eyledi, ya azâd eyledi, ya da ezâya, zulme mahkûm eyledi.
Dünya
doğusu ve batısıyla, kuzeyi ve güneyiyle, kırsalı ve kentiyle hep bir sebeb-i
vücûd hükmünde olan kadının varlığından neşet ederek inşâ edildi. Kadın hayatı
ya direkt varlığı ile yahut bir erkeğe nakşettiği şefkat, sevgi, muhakeme,
adalet nakışlarıyla bir görgü mektebi olarak şekillendirmekle birlikte, olumsuz
vasıfların bozulmuş kadın fıtratında yer etmesi, kadın genlerinin erkeksiliğe
evrilerek dönüşüp bozulması ile anne-çocuk bağından başlayan ve topluma sirayet
eden erdem ve inanç zafiyetleri sadece bulundukları toprakları değil, uzak
coğrafyaları da dehşet ve vahşet rüzgârlarına katıp sürüklemektedir. Hasılı her
coğrafyanın kaderinde kadının bir dahli vardır!
İşte
Yaratıcımızın ikrâmı bu döngüsel varoluşu ve döngüsel sürecin ehemmiyetini
fehmeyleyen ve o fehm ile idrak kapılarını ardına kadar açan ceddimiz, tarih
sayfalarına düşen gerçek olduğu kadar, üç kıtaya hâkim olan bir medeniyet inşâsı
ile kadını anlamanın hayatı anlamak olduğunun izahını ve ispatını tarihe
kaydetti. Sadece bize değil, kulaklarını tıkayan, gözlerini kapayan, bu günün “büyük
gücü” olarak tabir edilen ve dünyaya fıtrat asimilasyonu ile zulmü, ezâyı,
hoyratlığı, sömürmeyi, tüketmeyi tüm dünyaya servis eden Batı ülkeleri de bu
ispattan nasibini aldı.
Kadın,
bir coğrafyada aslî melekelerinden ve fıtri özelliklerinden “izm” uzantılı
ideaların dünyaperest hesaplarıyla uzaklaştırılmış ise o topraklarda insanlık
adına bir medeniyet inşâsı mümkün olamayacaktır! Zira Yaratıcının hayatı idame
ve ikame formülleriyle muazzam bir biçimde kodladığı kadınının zarif ve naif
fıtratı, hayatın hoyrat, çirkin ve vahşi alanlarının terbiyecisi hükmünde bir
dengedir. Kadının aslî fıtratını fenizm, kapitalizm, materyalizm gibi süfli ve
fani dünyayı bakiymişçesine yücelten idealar ile deforme etmiş coğrafyalarda
görüp göreceğimiz; merhametten, şefkatten, zarafetten, incelikten, letafetten
yoksun, hayvanî bir bencillik ve vahşetten başka bir şey olmayacaktır. O
coğrafyalarda insanın izahı kendini koruyan ve fakat kendinden başkasını
parçalamaya amade bir hayvan-ı natık şeklinde olacaktır, ki malûm, onlar için
bir medeniyet inşâsı söz konusu bile değildir!
Medeniyet inşâsında
kadının dahli
Yaratılışında
net, detaydan azâde düşünce biçimi, kayırıp kollamaya yönelik vasıfları ve
savaşçı meleklerle kodlanmış erkeğin güçlü iradesi tarafından kadının
melekelerini, zaaflarını, yeti ve yetenekleri anlaşıldığında ve
anlamlandırıldığında toplumun en küçük birimi aileden başlayarak akrabaya,
bulunduğu mahalleye, semte, şehre hasılı bir ülkenin yönetimine sirayet edecek
bir insanlık menkıbesi ancak yazılabilir!
Bu
argümanımızın ispatı mazimizde gerek belgeler, gerek eserler ve gerekse sair
coğrafyaların Osmanlı Devleti hakkında kayda geçtiği tarihi notlar ile
sabittir!
Osmanlı
Devleti’nin dünyaya altı asır hükümferma oluşundaki başarı ve hikmetin erkeğin
ve kadının Vahy-i İlâhide izah bulduğu biçimde ve fıtrî nitelikleri göz ardı
etmeden kabul edilerek hayata yansıtılmış olmasından mülhem olduğu muhakkak
görünüyor!
Zira
köklü geçmişimize baktığımızda, İslâmî prensipleri esas almış Osmanlı Devleti’nde
şehrin silûetine yansıyan kadının elini, emeğini 100 yıl sonra bile
hissedebiliyoruz. Yedi cihan sultanları Mihrimah Sultan, Nurbanu Sultan,
Mahpeyker Kösem Sultan, Emetullah Rabia Sultan’ın gayret ve şefkatleriyle inşâ
ettirilmiş imaretler, külliyeler, su sebilleri, çeşmeler ve dahi kadın
zarafetinin taşa düşmüş hâline şahit olduğumuz camiler, gönül zenginliğinin,
yoldan, yolcunun hâlinden anlamanın işareti hanlar bize devlet yönetiminde
kadının varlığının medeniyet inşâsında ne denli ehemmiyetli olduğundan söz
ediyor. İnkâra mahal tanımayacak bu söz ediş, günümüz şehirlerinde bize hâlâ
kadının sadece sesi, sözü ve sazıyla değil, taş üstüne taş koyarak şehirlerin
hem maddî, hem manevî yüzünü nasıl değiştirebileceğinin izahını yapıyor.
Velev
Osmanlının hanım sultanları maddî yatırımlarla bir şey inşâ etmemiş olsun.
Osmanlı Padişahlarının inşâ ettiği maddî-manevî her değer bir annenin evladı
olan, bir hanım sultanın sinesinde durulan bir erkek yöneticinin “İslâm Devleti”
olma yolunda ilerlerken, yaratılış hikmetlerini esas almış olduğunun izharıdır
ve her ne eylemiş ise gözünde bir kadının sûreti, kulağında bir kadının sesi,
kalbinde yine bir kadının hürmeti ve sevgisi, aklında bir zarafet timsali
vardır ve bu “var”lar tastamam kadının ve erkeğin “varoluş” hakikatiyle
uyumludur!
Modern
ve post modern zamanları soluduğumuz bu yüzyılda, çok değil tek bir örnek bile kadını
nasıl hak etmediği bir süreçten geçirerek hak etmediği bir serüvenin sahte ve
metalaştırılmış kahramanı hâline getirildiğini görebiliriz.
Evet,
o basit misali verelim ve hem hanımlardan, hem beylerden verdiğimiz bu küçük
misâle dokunmalarını isteyelim. Tek bir kalemde, çok basit ve bir o kadar
aşinası olduğumuz bir eşya üzerinden kadınlarımızın fıtratları üzerinde
oluşturulan baskıyı ve o baskının tezahürlerini duyumsamaya çalışalım: Bir
saten, bir ipek kumaşa dokunmayı deneyelim. Sonra o kumaşa dokunuşumuzun,
parmak uçlarımızda, aklımızda, kalbimizde oluşturduğu tesirin tadını
yorumlayalım. Sonra Amerika’nın işçilerin ağır çalışma şartlarına dayanıklı
amele giysisi olarak ürettikleri branda kumaştan imal edilmiş kot pantolona
dokunalım. Ve yine tahlil edelim dokunuşumuzun oluşturduğu hissi.
Kadınlar,
her gün giyme pratiği kazandıkları kot kumaşın bedenleri ve ruhları üzerindeki
tesirini tahlil etsinler. Bu sert, bu kavi, bu daracık, bu estetikten yoksun,
bu erkeksi kumaşı üzerlerinde taşımanın hâl ve edâlarını nasıl değiştirdiğine
bir baksınlar. Marifet mi? “Evet” diyorlarsa çok geç kalınmış demektir. Öyleyse
devam etsinler!
Sonra
bir ipek elbise ile geçsinler ayna karşısına… O ipeğin hafifliğini, zarafetini
hissetsinler ruhlarında ve fıtratlarının asli hâlini duyumsasınlar. Belki bir
Osmanlı Sultanı olup sarayda süzülemeyecekler fakat bir erkeğin kalbinde sultan
muamelesi görme ihtimalini yükseltecekler.
Zira erkekler kendi varlıklarının barındırdığı güç ve heybetin yorgunu olduklarından kendilerine giyimleriyle, söylemleriyle, hâl ve tavırlarıyla benzerlik taşıyan ve fakat varlığını kadın olarak takdim eden değişmiş ve dönüşmüş kadınlara hiç mi hiç muhtaç değiller. Bilakis, Rabbimizin belirlediği kodlara sadık kalmış kadınları sultan bilip baş tacı etmeye fıtratları yaratılıştan meyyal.