Kadında zarafet, tesettür, özgürlük ve değerler

İnsan, yaşadığı ve dolaylı ya da direkt müdahalede bulunduğu evrende sınırlarla ve kurallarla bir anlam kazanır. İlâhî sınırların eksiltilmesi veya arttırılması, maddenin, nesnenin ve mefhumun yapısını bozar.

KADININ toplumsal ve zâtî kıymetinin eleştirildiği dönem deyince, akla “Cahiliye Dönemi” gelir. Bu Cahiliye Dönemi, kavram olarak bir hayli geniş... İslâm literatüründe belirli bir devrin adı olarak bilinmekle birlikte, alt anlamı ondan çok daha güçlüdür. Şöyle ki, “Cahiliye Dönemi”, İslâm’la henüz şereflenmemiş dünyanın Arap toplumu için kullanılır, İslâm’ın ve Hazreti Peygamber’in İlâhî ilmiyle bu dönem nihâyet bulur. Fakat bugün hâlâ belli coğrafyalarda, belli kesitlerde ve bazı travmatik zihinlerde devam etmediğini söylemek hayâlperestlik olacaktır.

İslâm’dan önceki tüm yargı ve yönelimler, insanî değerler bakımından oldukça eksik kalıyor. Böyle bir vasatta kadına bakışın ve hak görülen kıymetin de beklentiyi karşılamayacağı açık. Ticaretten insan ilişkilerindeki topallamalara, hayvan ve de çocuklara olan merhamet yoksunluğundan tüm normatif kriterlere kadar derin gediklerin varlığı, zikredilen dönemle çağdaştır.

Bunun ilk ve kaçınılmaz sebebi; Allah’ın kelâmıyla var edebileceğimiz bir ahlâk ve insanlık seviyesine, insan aklı ve adalet anlayışıyla erişemeyecek olmamız.

Bir tümevarımla süjenin derinliklerine inebiliriz. Bunun için dikkate değer birkaç teşbihten yararlanmamız da faydalı olabilir.

Tabiat ve mahlûkatın sınırlarıyla insanî hudutlar

·       Güneş Sistemi’nde yer alan ve Güneş’e uzaklık bakımından üçüncü derecede olan Dünya, mahlûkatın yaşam gereksinimleri için Allah’ın yarattığı bir varlıktır. En geniş çember olarak kabul edilen ekvatorun uzunluğu ortalama 40 bin kilometre kadar… Dünya’nın yüzölçümü ise 510 milyon kilometrekare...

Yani Dünya denilen gezegenin de sınırları mevcût ve bunlar, Allah’ın sanatı ve ilmiyle bir gereklilikler silsilesi olarak bilimin inceleme alanında yer alıyor. 

·       Dünya’nın en belirgin konturları, su kütleleri ve kara parçaları olarak ayrılır. Daha detayda göller, dağlar, mağaralar, akarsular ve benzeri pek çok ayrım da mevcût. İnsanın ayak bastığı kara parçaları, su kütleleriyle sınırlı. Pek tabiî su kütleleri de karaların başladığı yerde son bulur ve bir kimliğe kavuşur.

Yani su karayla, kara suyla sınırlandığında deniz ve toprak niteliğine erişebiliyor.

·       Örneğin bir su kütlesinin göl niteliği kazanabilmesi için toprakla çevrelenmiş olması gerekir.

·       Yer şekillerinde yükselti olarak bilinen dağ ve tepelerin de kendine has birtakım özellikleri bulunuyor. Dağın en yüksek tepesine “zirve” adı verilir.

·       En düşük rakım ise deniz seviyesi olarak kabul görür. Burası sıfır noktasıdır.

·       Denizler ve okyanuslar birer su kütlesidir. Fakat kapladıkları alan bakımından okyanuslar çok daha geniş ve hacimlidir. Her iki su kütlesinde de yaşam olanakları farklıdır. Güneş ışınlarının alımı ve karayla olan mesafeleri de ayrıklık gösterir. Tüm bu ayrımlar, bir su kütlesinin göl, deniz veya okyanus olarak adlandırılmasına imkân verir.

·       Tabiatta doğal ya da insan eliyle oluşturulmuş daha pek çok sınır, o alanın ya da bölgenin bir ad ve sıfatla anılmasını sağlar. Bir yerleşim yerinin köy, mahalle, kasaba, şehir ve ülke olarak adlandırılmasında, topografik özellikleri de hesaba katılmakla birlikte siyâsî ve idarî bir müdahale daha etkili olur.

·       Mevsimler de Güneş’e olan uzaklıkla ve Dünya’nın yörüngedeki tutarlı hareketiyle birlikte meydana gelir. Dünya’nın Güneş’e belli bir uzaklıkta olması, yaşanabilir bir gezegen niteliğini kazanmasını sağlar. Daha fazla yaklaşması, Güneş’in yakıcı etkilerine maruz kalmaya, biraz daha uzaklaşması ise ısınamayacak bir gezegende donup gitmeye sebebiyet verir.

Yani insanın ve her türlü yaratılmışın “Dünya” adlı gezegende hayatî kabiliyetlere sahip olabilmelerinde, Dünya ile Güneş’in mesafesinde de bir sınır bulunmak durumunda...

·       İnsanın fizyolojisi de birtakım ilâhî ölçümlerin sınırlarında en ideal kabiliyetlerle donatılmış durumda. Tıp ilmi, insanın iç organlarında bazı üst ve alt sınırların varlığını gerekli görür. Buna göre kalbin görevlerini icra etmesinde yardımcı kapakçıklardan olan mitral kapağın ideal alanı 4 ilâ 6 santimetrekare olarak belirtilir. Bu aralıktan daha küçük ya da daha büyük olması, “darlık ve yetmezlik” yani bir “anomali” olarak nitelendiriliyor ve tedavi edilmesi gerekiyor.

Demek oluyor ki, tüm vücûdun iç ve dış organlarında da hassas bir ölçü bulunuyor. Ölçünün şaşması ya da Allah’ın yarattığı düzenin dışına çıkılmasıyla ya hayatın ya da sağlıklı hayatın sürdürülebilirliği sekteye uğruyor.

·       Matematikte ve sanatta da parçanın bütüne uyumunu gösteren bir altın orandan bahsedilir. Mimaride, sanatta ve pek çok yerde bu oran hedef alınır. Meselâ bir insan heykeli yapılırken başın vücûda ve diğer organlarla nispeti mükemmelliğe erişmede kıstastır.

Yani insanın Allah’tan aldığı ilimle meydana getirebileceği her bir mahsulde de doğruya, güzele varmanın yegâne sağlayıcısı, kurallara ve hudutlara bağlı kalmak.

İnsanın müdahalesi ve yetkisiyle şekillenen yaşam alanlarından, tabiatta Allah’ın “Ol” dediği şekliyle var olan oluşumlara kadar her bir kavram, boyut ve hacimde belli sınırlara tâbidir. Bu sınırlar aynı zamanda o mefhumun ne olduğunu ve neye yaradığını da belirler. Her şey maddesel bileşiğinin yanında, gözle görülür bir sınırla birlikte özünü bulur. Birtakım moleküller bir araya gelerek elementleri meydana getirirler. Fakat bu elementler, molekülleri ekleme ve çıkarma yöntemiyle elde edilemez. Elementlerin bir araya getirilmesinden de bileşikler ortaya çıkar. Tüm bu teşkilâtlanmada katılan ve eksiltilen maddelerin miktarı, meydana çıkarılacak maddenin adını ve niteliğini belirler.

İşte insan, yaşadığı ve dolaylı ya da direkt müdahalede bulunduğu evrende sınırlarla ve kurallarla bir anlam kazanır. İlâhî sınırların eksiltilmesi veya arttırılması, maddenin, nesnenin ve mefhumun yapısını bozar.

Tabiat, insan ve tüm uzantılarını, hassas ölçü ve hudutlarda var edebilir ve yaşanılır kılabiliriz. Tümevarım yöntemiyle çıktığımız bu yolda süjeyi meydana getiren parçalardan en güçlü olanlarına değindik. Şimdi süjeyi ele alabilir ve sonuca istikrarlı bir şekilde varabiliriz.

Cahiliye Dönemi’nden İslâm ahlâkına

Zamanın belli bir kesitini işaret ederek dile getirdiğimiz Cahiliye Dönemi, tıpkı yukarıda bahsi geçen, maddenin ve mahlûkun gerekli sınırlarda olmadığı türden bir bozulmaya örnektir. Dünya’nın Güneş’le olması gereken mesafeyi aşması, organların ihtiyaç duyulan çaplarda olmayıp kapladıkları alanlarda normalin dışına çıkması, yer şekillerinde tekrar eden ve elzem olan niceliklerin bilinenden şaşması ne ise, Cahiliye Dönemi insanı da öyledir. Sınırları ve kuralları olmadan, hiçbir adlandırmaya ve sıfata sığdıramayacağımız her insan ve topluluk, bu dönemin uzantılarıdır. Ve her biri bir hastalığın ve yıkımın müsebbibidir.

İslâm; insan olmanın sınırlarını belirler ve böylece insanın kendini değerli kılar. Nasıl ki maddeye has kriterlerin altında ve üstünde ölçülere sahip her bir olgu hastalıklı ya da aykırı kabul ediliyorsa, insanın İslâm’sız kalması da kendinin sınırlarında olmaması ve hâliyle insan sıfatına nail olamaması anlamına gelir.

Biz, yaratılmış varlıklar olarak, hareket etme, düşünme ve karar verme yetilerine sahibiz. Fakat kota aşımında kendiliğinden duran bir GSM operatörü tarifesi gibi işlemeyiz. Ayrıca hareket ve karar verme aşamalarında, sadece düşünme yetimizi kullanmak da sonucu her zaman garanti altına almaz. Hareketimizin en az zararla sonuçlanması, kendimizi hasara uğratmaktır. Fakat bir hareketimiz sonucunda bir başkasına ya da başkalarına zarar verebilme ihtimâli bile oldukça ürkütücü... İşte İslâm, insanın cahilce hareket edebilmesini engellemek üzere bir yol gösterir. Böylece kendimize ve çevreye zarar vermeden, daha çok fayda amacıyla “insan” adlandırmasına lâyık olabiliriz. Şayet Allah’ın koyduğu sınırlar olmasa, insan, sadece var olan kabiliyet ve melekelerle yıkıma götürebilecek eylemleri fütursuzca hayata geçirecektir.

Akıl; Yaradan’ın gösterdiği doğru yol ve onun sınırları dışında kalan yanlış yönler arasında bir seçim yapabilecek niteliktedir. Fakat hiçbir numune olmadan, bir rehber bulunmaksızın bu dünyada dengeyi ve adaleti sağlayabilecek kadar üstün olamaz. İnsanın iç tepileri nasıl ki günaha ve kendi çıkarına hareket etmeye meyilliyse, doğrudan sapmaya ve kendi arzuladığı her şeyi doğru saymaya da tutkundur.

-El ve kol kabiliyetlerini üretmek, vermek, yapmak ve kurmak gayesiyle kullanmak, İslâm ahlâkıdır. Bunun tersine vurmak, kırmak ve yıkmak gayesi, insana verilmiş bu fiziksel yetinin kötüye kullanımıdır. Bu kötüye kullanım da baştan aşağı cehalettir.

-Malını mülkünü dünyaya fayda ve ahireti kazanma hedefiyle harcamak, İslâm ahlâkıdır. Zevk ve eğlence adı altında sergilenen bir düşkünlük ve sapkınlık ise cehalettir.

-Gücünü, erkini merhametle idare etmek ve güçsüze yaşayacak, geçinecek alan açmak niyetiyle sarf etmek, İslâm ahlâkıdır. Acizi ve güçsüzü ezmek, zulmetmek, kendi menfaatine kullanma ihtirasına vesîle kılmaksa cehalettir.

-Erkeğin kadına, kadının erkeğe saygı ve sevgisi, İslâm ahlâkıdır. Kadının erkeğe karşı onursuz ve pervasız davranması da, erkeğin kadına gönül kırıcı ve şiddetle yaklaşması da cehalettir.

İşte tüm bunlar İslâm’dan önceki Cahiliye Dönemi’nin birer uzantısıdır. Her bir hareket, insanı Cahiliye Dönemi insanından farksız, hattâ ondan daha aşağı bir kıymette, insan görünümünde fakat insan olamamanın acziyetiyle sonsuz ve onulmaz bir cehalet üzere sabit kılar.

***

Bugün hak sınırlarını aşan ve kadının değerine sekte vuran davranışlar, yalnızca erkekler tarafından mı gerçekleştiriliyor? Aksine, kadının zarafetine ve değerine atılan her bir çamurda, kadınların da parmak izleri oldukça derin ve hissedilir bir nispette...

Cahiliye Dönemi’nin puta tapan zihniyetiyle, ne kadına, ne çocuğa, ne hayvana, ne komşuya, ne dosta doğru ve hakkaniyetli bir anlayışla yaklaşmak mümkündür. Bu zihniyet “zorbalık çağı” olarak adlandırılırken, o dönem insanının her işte zorba bir tavır içinde olduğunu ifade etmede de oldukça yeterli. Peygamber Efendimiz’in (sav) Nübüvvet mâkâmına ermesiyle değişen ve yıkılan dogmalar, Kur’ân’ın zarâfetiyle, insanın kendi değerini bulması olarak yeniden teşkilâtlandı. Öncesinde kız çocuklarını öldüren zalimlik, yerini kız çocuklarının büyük bir lütuf olduğu gerçeğine bıraktı. Elbette İslâm’dan önceki tüm örf, âdet ve gelenekler, Peygamber Efendimiz’in ve Kur’ân’ın yeni kılavuzluğunda ortaya konan insanî vasıflarla -hâlâ- süregelen bir çatışma içine girmiştir. O dönemin cehaletinde kutsal ve kıymetli sayılan değerler, İslâm’la birlikte ayaklar altına alınmış, gerçek mukaddesler hak ettiği seviyeye yüceltilmişti. Fakat hak olanla bâtıl olanın bu mücadelesi bugün bile devam etmektedir.

Örnek olarak, bir erkeğin eşine saygı duyması ve ona hak ettiği muamele ile yaklaşması İslâm’la birlikte bugüne kadar yayılarak devam etmişse de, Cahiliye Dönemi kırıntıları bugün hâlâ kadına psikolojik ve fiziksel şiddet uygulayabiliyor. Yine Cahiliye Dönemi karakterini yansıtan “kan dâvâsı’ olgusu da, günümüz Cahiliye Dönemi’nden kalma insan zihniyetiyle bir yerlerde yaşatılmaya devam ediyor.

Özetle, İslâm’ın gelişiyle yerle bir edilen “cana kıymak, zulmetmek, puta tapmak, kız çocuklarını öldürmek, çalmak, hak yemek” gibi her bir insaniyetten uzak davranış, Kur’ân’la yerini hak olana, adil olana ve insanî olana bırakmıştır.

Bunun doğal bir sonucu olarak toplumda aşağı görülen kız çocukları ve kadınlar, İslâm’la birlikte hak ettiği değere ve kıymete eriştirilmiştir.

Bugün bu hak sınırları aşan ve kadının değerine sekte vuran davranışlar, yalnızca erkekler tarafından mı gerçekleştiriliyor? Aksine, kadının zarafetine ve değerine atılan her bir çamurda, kadınların da parmak izleri oldukça derin ve hissedilir bir nispette...

İslâm’da kadının değeri

“Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar; mümin erkekler, mümin kadınlar; ibadet ve itaat eden erkekler, ibadet ve itaat eden kadınlar; özü sözü doğru erkekler, özü sözü doğru kadınlar; sabreden erkekler, sabreden kadınlar; gönlünü ibadete vermiş erkekler, gönlünü ibadete vermiş kadınlar; (Allah için) yardım yapan erkekler, yardım yapan kadınlar; oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar; iffetlerini koruyan erkekler, iffetlerini koruyan kadınlar; Allah’ı çokça anan erkekler, çokça anan kadınlar; işte bunlar için Allah büyük bir ödül hazırlamıştır.” (Azhâb, 35; kaynak: diyanet.gov.tr.)

Kadının değerini anlamaya imkân veren âyet ve hadîsler ağırlığınca mevcût. Fakat bu âyet bile feminizmin ve Cahiliye Dönemi kalıntılarının hem kadınlara, hem de İslâmiyet’e attığı iftiraları yerle bir edecek niteliktedir. Feminizm; hem kadının bulunduğu yere muhalif oluyor, hem de bu vesîleyle İslâm’daki kadın figürünü kabul etmeyerek, İslâm’dan başka bir plâtformda kadını daha değerli kılabileceğini zannediyor. Bu âyette de gayet açık ki, kadın ve erkeğin Allah katında; iffeti korumada, ibadette ve doğru sözlü olmak gibi aslî insanî vasıflarda bir ayrımı bulunmuyor. Fakat hem Cahiliye Devri kafasıyla kadına yaklaşan erkek zihniyeti, hem de kadını daha özgür ve değerli kılmaya çalıştığını zanneden kadın içgüdüsü İslâm’la değerini bulan insanın ve kadının, var olan ehliyetini zedeliyor.

Tesettür kadının kısıtlanması değil, onun kıymetidir

Kapanmak ve örtünmek gibi fiillerle karşıladığımız tesettür, hissettirdiği ya da karşı güruhta uyandırdığı duygu ile eksik bir anlama mahkûm ediliyor. Bunu kadının kendisiyle birlikte erkekler de körüklüyor. Sonuçta akıllarda şöyle bir paradoks yer ediyor: Kadın açıldıkça özgürleşir, kapandıkça kısıtlanır(!).

Hemen yazının başına dönerek bu algıyı yıkma hareketimi başlatıyorum.

Öncelikle insan, ancak ve ancak sınırlarda insandır. Fütursuz ve hudutsuz bir ömür sürmek, tabiattaki ölçünün kaybı kadar vahim. Bir insan ki, sınırsız ve ölçüsüz bir özgürlükte yaşıyor; mümkün değildir ki kendine ya da çevresine zararı dokunmasın!

Ne demiştik?

Denizler kendi karakterinde ve belli hacimlerle “deniz” olabilir. Okyanuslar da... Güneş Sistemi’nde yer alan Dünya’nın yaşanabilir olması da ancak mesafeler, sınırlar ve dengeyle mümkündür. Her şey ve her mefhum, bir sınır içinde kaldığı müddetçe adına ve hilkatine lâyıktır. Öyleyse bu önermenin verdiği sonuç da şöyle ki, insan (kadın ya da erkek) belli sınırlar içinde “insan”dır.

Yıkıma devam ediyorum...

Bu paradoksu kökünden kazıyacak bir başka önermem de “özgürlük” kavramı üzerine olacak. Nasıl ki sınırları ve kuralları olmayan bir insan, gerçek insan kimliğine bürünemiyorsa, özgürlük de kendi içinde sınırlara ve kurallara tâbi bir kavramdır. Kavramın ve kelimenin kendisinde bile sınırsızlık ve kuralsızlık anlamı mevcût değilken, bir insanın kuralsız yaşamak arzusuna “özgürlük” adını vermesi, akla yatkın olamaz.

Kadın, Allah’ın yaratma kudretinde var olan tüm meziyetlerini gözler önüne sermediği müddetçe özgürleşir. Bu, aslında şu demektir: Kadının kendine has tüm lâtifliği ve güzelliği, bir değer olarak kabul görmekte ve değerli bulunan her bir kavramın lâyık olduğu muameleyi hak etmektedir. Öyleyse tesettür insanı ne derece kısıtlar bilemiyor ve ölçemiyor ve kabul etmiyor olsam da, tesettürün bir değer ifadesi olduğunu “kavram” olarak tasdikliyor ve iddia ediyorum. Fakat bizim kavramlara bakışımızda da derin oluklar mevcût. Nasıl ki İslâm kıymetliyken “Müslümanım” diyen ama insana zulmeden bir şahıs aynı kıymette olmayacaksa; tesettür bir değerken, tesettürlü olup da bu değere lâyık olmayan her kadın da değerli olmayacaktır. Yani kavramlar sabittir fakat onları üzerine giyinen kişinin değeri sadece kavramla sabit olamaz. Diğer tüm insanî karakterleri üzerine giymek de ayrı bir mecburiyettir.

Bunun tam tersini de dile getirerek bir yanlış anlamanın da önünü kesmek gerekiyor.

“Tesettüre tamamen uygun olmayan her insan da değersizdir” önermesi buradan çıkmaz. Çünkü kavram olarak ‘tesettür’ bir değerdir; fakat insan eksiğiyle, hatâsıyla pek çok değerden bazılarını ya da birkaçını gerçekleştirebiliyor. Tesettürü uygulayabilen bir kadının başka değerlerde eksiği olabileceği gibi, tesettürü uygulamayan bir kadın da başka değerlere erişebilmiş olabilir. Bunların ölçüsü de Allah katında bulunduğundan, çok da fazla yoruma açık değildir.

Fakat zannedildiği üzere tesettür, kadını kısıtlamak şöyle dursun, kadının değerli bir varlık olduğuna işaret etmektedir.

Nadir değildir, çok kıymetli değildir, toprağın üzerinde yüzlercedir çakıllar... Fakat altın; yerin içindedir, saklı gizlidir, emek ister, çaba ister fakat kıymetlidir.

***

Hâl böyleyken, kadının erkeğe benzemesi, jest ve mimikleriyle, seçtiği kelimelerle ve tüm davranışıyla zarafetine aykırı bir hoyratlık içinde olması da yine kadını kadın eliyle değersizleştiren durumların başında geliyor.

Özgürce (!) tüm kelimeleri kullanmak (teklifsiz, argo vb.), özgürce (!) giyinip soyunmak, özgürce (!) ve sınırsızca yaşamak, kadının değeri ve hakkı değildir. Tam aksine, kadını hak ettiği yerden alıp uygunsuz bir değere duçar etmektir.

Bu “özgürlük” denilen şey sadece kadın için değil, baştan beri savunduğum üzere tüm yaratılmış âlem için, erkek için, çocuk için, Dünya için de belli sınırlarla var olan bir olgudur.

Din, insan için vardır. İnsan, aklıyla ve değeriyle üstün mahlûkattan olduğu için, diğer tüm canlılar arasında en çok kural ve sınıra sahip olmasıyla ayrılır. Kurallar ve sınırlar azaldıkça değer de aynı paralelde düşüş gösterir. Hayvanlar, insanlardan daha sınırsız ve kuralsız yaşamakla birlikte, insandan akıl, ruh ve diğer tüm kabiliyetlerle daha aşağı değerde bulunmaktadır.

Kadın da, erkek de önce kendi saygınlığını muhafaza edecek sınırlarda yaşamalı. Bir başkasının günahını ve hatâsını ölçmek ve tartmak yerine doğrularla örnek teşkil etmeli. Hem kendine, hem kendi cinsine hem de karşı cinse saygı sınırlarında davranmalı. Çünkü Allah’ın yarattığı bu âlemde var olan tüm sınırlamalar ve kurallar “insan”ı değerli kılarken; evlilikte, dostlukta, iş dünyasında ve hayatımızın her bir segmentinde ancak belli kurallarla başarı ve saâdeti yakalamamız mümkün olabiliyor. Demek ki bu devran, bazı hudutlarda kıymet taşıyor.

Kadın insandır. İnsan olabilmenin tüm sınırları içinde değer kazanır. (Erkek de...)

Kadın annedir. Anneliğin inceliği, vefakârlığı ve sebatıyla anne olmanın şerefine nail olur.

Kadın kuldur. Kulluğun gerekliliklerini yerine getirdikçe kul olmanın haysiyetini korumuş olur.

Kadın değerdir. Kendi değerini koruduğu müddetçe yücelir.

Kadın ilim öğrenir, ilim öğretir; özgürleşir. Çocuk büyütür, âleme bir “insan” kazandırır; özgürleşir. Kadın eşini sever, sevilir; özgürleşir. Kadın işini sever, helâlinden kazanır; özgürleşir. Kadın okur, öğrenir; özgürleşir. Kadın güzelliğini korur; özgürleşir. Kadın fikrini söyler; özgürleşir. Kadın eser verir; özgürleşir. Kadın, Allah’ın koyduğu insaniyet sınırlarında hayatın tüm nimetlerinden faydalanır ve ömrünce Allah’ın kulu olmanın mücadelesini verir; özgürleşir.

Kadın da, erkek de, Allah’ın sınırlarında olabildiğince özgürdür. Ancak, bir başkasına ya da kendi değerine halel getirene kadar...

Kuralsızlık; özgürlük değil, ölçüyü bozmak ve değeri yıkmaktır. Allah’ın kurallarında ve insana koyduğu hudutlarda değerimizi bulmak ve özgürleşmek duâsıyla...