Kadına şiddet, cinnet ve cinayetlerin arka plânı

8 Mart Dünya Kadınlar günü, “100 yıllık” geçmişiyle kadını metalaştırarak sömürmenin, kadın üzerinden ticârî rant elde etmenin aşikâr olaylarından sadece biridir. İdrakimizi orijinal kodlarla okumadıkça, zalimi zulmünden, mazlumu cefadan muaf kılmak mümkün olmayacaktır.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü... Kaynaklar bu ehemmiyetli günü (!) şöyle tanımlıyor: “Dünya Kadınlar Günü, her yıl 8 Mart’ta kutlanan ve Birleşmiş Milletler tarafından tanımlanmış uluslararası bir gündür. İnsan hakları temelinde kadınların siyâsî ve sosyal bilinçlerinin geliştirilmesine, ekonomik, siyâsî ve sosyal başarılarının kutlanmasına ayrılmaktadır. Bu, kadın hakları hareketinde odak noktasıdır. Amerika Sosyalist Partisi, 28 Şubat 1909’da New York’ta bir Kadınlar Günü düzenledikten sonra, 1910 Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı her yıl bir Kadınlar Günü düzenlenmesini önerdi. 1917’de Sovyet Rusya’da kadınlar oy hakkı kazandıktan sonra, 8 Mart orada ulusal bayram oldu. Daha sonra gün, 1975’te Birleşmiş Milletler tarafından kabul edilene kadar ağırlıklı olarak sosyalist hareket ve ülkeler tarafından kutlandı.”

Bu tanımlamadan sonra, Türkiye’de ilk kez 1921 yılında kutlanmaya başlanan “8 Mart Kadınlar Günü’ne dair” bir arka plân okuması yapalım…

İslâm ve kadim Türk devletlerinde ve toplumlarında kadının yeri ve önemi tartışmaya ve hak mücadelesine açık bir mesele hâline hiç gelmemiştir. Çünkü İslâm dinini kabul eden toplumlar vahyî prensipler çerçevesinde kadının hassas bir emanet, incitilmemesi gereken naif bir dinamik, anne olma vasfıyla hürmetin yanında eşine hayat arkadaşı, yavrularına ilk eğitimci olma konumuyla sevgiye lâyık bir “refika” olduğu kabul edilmiştir.

Kadının muhtemel meseleleri, Vahiy ve Sünnet çerçevesindeki içtimaî şartlar dairesinde ve özellikle fıtrî özelliklerin esas alındığı kurallarla belirlenmiş, dinî vecibeler ve fıkıh âlimlerince şartlara bağlanmıştır.

Toplumun ana dinamiği olan kadınların ve erkeklerin birbirini tamamlayan varoluşları ve hakları, Rabbü’l-Âlemîn’in Vahy-i Kerîm’inde belirtilen âyetler çerçevesinde değerlendirilmiş, Peygamber Efendimizin fiilî ve zikrî hadîsleriyle şekillendirilmiş, hayata uyumluluğu noktasında tartışılacak bir meseleye mahâl bırakmaksızın muazzam bir sistem olarak tüm insanlığa sunulmuştur.

Yarattığı kullarının (kadın-erkek) fıtratını, nefsî tercihlerini, aklî beklentilerini çok iyi bilen Rabbimiz, toplumların hayat prospektüsü hükmündeki İlâhî yasalarıyla insanlığın itminan içerisinde yaşayabileceği, farklı kavimlerin birbiri ile tanışıp kaynaşarak her türlü içtimaî ihtiyaca huzurla erişebileceği bir sistem ikram buyurmuştur.

İslâm toplumlarında kadının hakları, en küçük toplum birimi olan “aile”nin saâdetini esas alacak biçimde düzenlendiğinden, sosyal ilişkilerinde sağlıklı, birbirinin fıtrî özelliklerine ve konumuna kabullü, birlikte huzurlu bir topluma erişmeleri mümkün kılınmıştır. Kadını ve erkeği müstesna bir fıtrî uyum ve birbirini tamamlayacak biçimde var eden Allah, “Müminlerin erkekleri de, kadınları da birbirlerinin velîleridir; iyiliği teşvik eder, kötülükten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onları Allah merhametiyle kuşatacaktır. Kuşkusuz Allah mutlak güç ve hikmet sahibidir”1 âyet-i celîlesinde insan türünün iki cinsini apaçık bir netlikte yan yana zikretmektedir.

İlâhî Vahiyde kadın ve erkekten biri, diğerinin ötekisi şeklinde karşı karşıya hiç getirilmemiştir. “Müslüman erkekler, Müslüman kadınlar; mümin erkekler, mümin kadınlar; ibadet ve itaat eden erkekler, ibadet ve itaat eden kadınlar; özü sözü doğru erkekler, özü sözü doğru kadınlar; sabreden erkekler, sabreden kadınlar; gönlünü ibadete vermiş erkekler, gönlünü ibadete vermiş kadınlar; (Allah için) yardım yapan erkekler, yardım yapan kadınlar; oruç tutan erkekler, oruç tutan kadınlar; iffetlerini koruyan erkekler, iffetlerini koruyan kadınlar; Allah’ı çokça anan erkekler, çokça anan kadınlar; işte bunlar için Allah büyük bir ödül hazırlamıştır”2 âyeti, beşerî yasaların fıtrî tahrifatına, ötekileştirme gayretine muazzam bir cevap olarak saygın, adil, dengeli bir kabule davet eder. İnsanlığın dünyevî ve uhrevî saâdete mazhar olacağı sistemoloji, son din İslâm’ın yasalarıyla insanlığa sunulmuştur.

Öte yandan, modern dünya yasaları, çoğalmak ve iletişim hâlinde olmak mesuliyeti ile var edilmiş sosyal bir varlık olan insan türünün, oluşturduğu çevrenin ve içinde bulunduğu toplumun şekillenmesi, “cinsiyet ontolojisi” üzerinden gerçekleştirilmiştir. Her toplum, hangi inanış biçimine, hangi geleneksel ve kültürel değere sahip olursa olsun, ilkel zamanlardan çağlar atlamış ve medenîleşmiş süreçlerine dek bir bütünün iki ehemmiyetli parçası olan kadın ve erkeği cinsiyet hiyerarşisi, yasaları ve hakları üzerinden disipline etme ihtiyacını duymuştur.

Bu ihtiyaçtan hâsıl olan düzenlemeler netîcesinde toplumların kadın-erkek nezdinde geliştirdikleri “toplumsal cinsiyet olgusu” tarihî, ahlâkî, siyâsî ve maişet alanlarında yaşam kalitesini direkt değiştiren, dönüştüren, ilerleten yahut gerileten ehemmiyetli bir mesele olarak durur karşımızda. Kadının önemi, hakları, sorunları ve çözümleri gibi alanlarda, her ülkede her sistemin kurucuları, kurum ve kuruluşları tarafından ve ayrıca devlet yetkililerince yasalar düzenlenmiş, uluslararası kongre ve sempozyumlar yapılmış, bildiriler yayınlanmış, basın harekete geçirilmiştir.

İki boyuttan yani insanoğlunun hilkat spektlerini bilen Yaratıcı’nın koyduğu yasalar ve özellikle son yüzyılda, güya “büyük güçlerin” koordinasyonu ile yönetilen uluslararası kurum ve kuruluşların menfaatvari kaygılar ile belirledikleri beşerî yasalar üzerinden “kadın-erkek” ilişkisine nazar ettiğimizde görünen odur ki, İlâhî yasalara ardını dönen insan türünün iki cinsi, kadın ve erkek, fıtrî özellikleri göz ardı edildiğinde hem bir cinsiyetsizleştirme maksadını seziyor, hem de dünyayı yönetme kaygısı ile oluşturulmuş “izm”lerin devamlılığının Yaratıcı’ya bir meydan okuma çalışması olduğunu anlıyoruz.

Bu maksat ve meydan okumanın; insanın eşyalaştırılması, metaryalizm ve kapitalizm gibi alanlar için her iki cinsi de malzeme konumuna indirme çabasının aleni izharı olduğunu anlıyoruz. Son din İslâm’a karşı emperyalist ülkelerin düşmanlığı netîcesinde doğan/doğurulan hakikat ölçüşünden mahrum akımlar ve yönetici sistemlerin oluşturduğu duyarsızlık ve körlük, Âdemoğlunun fıtraten kendisine bahşedilen rahattan vazgeçmesini buyuruyor ve görünürde özgür fakat ruhun kuytularında esarete mahkûm edilmiş kadın ve erkeklerden mülhem asabî ve huzursuz bir toplum mayası oluşturulmaya çalışılıyor.

Bu tuzaklar sair ülkelere servis ediliyor ve hakikat ölçüsünü yitirmiş olanların düştüğü tuzaklarla Rabbin “yaratmak” vasfına meydan okuyanlar, metalaştırdıkları insan üzerinden kazanımlarını arttırıyorlar.

İnsan kendisine yabancılaştığında ve orijin kodlarına aykırı edinimlerle donatıldığında hırçınlaşıyor. Huzursuz bir varoluş hikâyesinin kahramanı olmakla kalmıyor, agresif refleksler geliştirerek başka bireylerin hikâyelerini de târumâr ediyor. Hırs, güç gösterisi, hassasiyet yitimi gibi zafiyetler netîcesinde insanın yaratılıştan adalete meyyâl fıtratı zalim kesiliyor.

Erkek ve kadın ilişkilerinde şiddet, cinnet ve cinayet gibi merhametten, adaletten ve hayâdan yoksun vakalar, insanın İlâhî yasalara bilerek yahut bilmeden, anlamadan, farkına varmadan yönlendirilmesinin kefareti olarak çıkıyor ve toplumun vicdan yarası olmakla kalmayıp, önüne geçilemez, durdurulamaz bir hızla zulüm yol alıyor.

İnsanlık İlâhî yasalara ardını dönüp yaratılmışlar arasında belirlenmiş hiyerarşiden çıktıkça, bireyden topluma sirayet eden bir hızla zalimlerin zulmü artacaktır. Mesele kadın-erkek ilişkisi gibi cinsiyet üzerinden tartışılıyor olsa da, üçüncü bir cins söz konusu olmadığından, toplumun ana direklerinin çökertilmesinin temel prensibini aktif tutan İslâm düşmanı zihinlerin projelerine ancak her bireyin orijinal vasıflarını, tercihlerini ve varlık bilincini tespit etmeleriyle “Dur!” diyerek geçerliliğine son verilebilir.

İlâhî yasalara meydan okuyan zihinler tarafından senede bir günün atfedilmesi, her sosyal konum ve durumun ardında saklı bir sömürü ve rant kaygısını perdeleyen bir teşvik primidir.

8 Mart Dünya Kadınlar günü, “100 yıllık” geçmişiyle kadını metalaştırarak sömürmenin, kadın üzerinden ticârî rant elde etmenin aşikâr olaylarından sadece biridir. İdrakimizi orijinal kodlarla okumadıkça, zalimi zulmünden, mazlumu cefadan muaf kılmak mümkün olmayacaktır.

 

1) Tevbe, 71

2) Ahzab, 35