BİR elmanın iki
yarısı, bir ayakkabının iki eşi, bir kuşun iki kanadı gibi birbirine eş ama
denk olmayan, diğerini tamamlayan, biri olmadan diğeri nakıs kalan “erkek ve
kadın”…
İkisi
de eşref-i mahlûkat ve ikisi de vahye muhatap olmuş, ikisine de akıl ve irade
verilmiş. Lakin bir bütünün iki yarısından biri olan kadına, insanoğlunun
doğumu ile “analık” gibi büyük bir vazife verilmiş. Bundan mütevellit kadın, Allah’ın
rahmet sıfatının yeryüzünde temayüz etmiş mümessilidir.
Bir
bütünün yarısı olan, erkeğin eksik taraflarını tamamlayan kadın…
Hz.
Havva ile başlayan kadının serencamı, o günden bugüne çok değişik badireler
atlatarak geldi. Kadın ve erkek… Hangisinin üstün olduğunu tartışmak abesti,
ama kadim çağlarda kadın-erkek çatışması ile üstünlük tartışması yaşandığı
gibi, modern çağlarda da bu tartışma yaşanmakta ve bu yüzden de yıllardır “kavvamün”
kelimesi üzerine fikir teatileri, muhalif fikirler çatışıp durmakta.
Antik
çağlarda kadına hayvan muamelesi yapıldığını, bir beyin, ölünce eşini
evlatlarına miras olarak bıraktığını okuyoruz. Hatta ölen kralın eşlerinden
birini de öldürüp, ona diğer tarafta hizmet etsin diye aynı mezara gömdüklerini
pek çok tarih vesikalarında okumuşuzdur.
Hep
ikinci sınıf insan muamelesi gören kadın, İslâm ile hak ettiği kimlik ve
kişiliğe kavuştu. “Tarağın dişleri gibi eşitsiniz” diyen İslâm, fizyolojik
farklılıkları gözden kaçırmadan, denklikten ziyade adaleti gözeten, iki tarafı
mağdur etmeyen bir sistemle bütün çarpıklıkları izale etti ve kadının ayağının
altına cenneti verdi. Kadını, narin, nazik, nazenin yapısından dolayı “Kadını
hoyratça düzeltemeye kalkmayın, kırarsınız; o, eğe kemiğinden yaratılmıştır,
kırılır” diyerek kırılgan ve naif oluşuna dikkat çekti.
“Kadın
insan mı, hayvan mı?” tartışmalarının rağmına İslâm, ona “en iyi davrananın en
hayırlı insan” olduğunu vurguladı.
Günümüzde
hâlâ kadın-erkek arasında “erk” çatışması varsa, bu, İslâm’ın düsturlarının
bilinmemesine, bilinse bile fiiliyata dökme konusunda geleneklerin daha etkin
bir şekilde ön plana çıkarılarak geleneksel dayatmaların yaşanmasından
kaynaklanmaktadır.
Kendi
rızkını dahi kendisinin kazanma vecibiyetini kadının üzerinden almış, rızık
konusunda erkeği onun hizmetine vermiş olan İslâm, iki tarafı ezmeden, “Bir
ayakkabının iki yarısı gibi eşitsiniz ama aynı/tıpkı değilsiniz” diyerek iki
tarafa uygun rol biçmiş, iş bölümü yapmıştır. Bugün kadın gözyaşı döküyorsa,
toplumca rol-model olarak yanlış ve bozuk sistemleri örnek almamızdan,
geleneksel bağnazlıkların hayatımızda önemli yer almasından ve erkekle kadının
fıtrî yapısına muhalif roller biçilmesindendir.
Kadın
anadır, eştir, yârdir, hem yarendir. Kadın, eşref-i mahlûkat olan insanı
meydana getiren en kutsi merciidir. Kadın, evinin aşçısı, çocuklarının
mürebbiyesidir. Kadın, aileyi, dolayısıyla toplumu ayakta tutan temel
direktir.
Kadın,
erkeğin ruhunun kirli odalarında kendinden bile sakladığı kirli duygularını
şimşek gibi yakan, düştüğü yeri tarumar eden hislerini bir regülatör, bir
paratoner, bir akü gibi kötüden iyiye çeviren, bütün kirleri aklayan, insanoğlunun
mevlüdüne müsebbib olan kutsal varlıktır. Sevgi ve merhametin kaynağıdır “kadın”…
Aynı
zamanda ahlakî ve ruhanî dengesi bozulduğunda sadece erkeği değil, tüm toplumu
ifsat eden, huzur denizlerinde derin çukurlar açan, lahutî iklimlerde tsunami
yaratacak yahut insanlığı yere batıracak kadar tehlikelidir “kadın”.
Bu iki kadın arsındaki tek fark, “edep” ve “iman” anlayışının beslenmesi ya da ruhundan ve aklından bu iki kavramın yok edilmesidir.