Kadim ruhunu yaşatan aziz şehrimiz: Diyarbakır

Kazancılar Çarşısı, etkileyici bakır ürünlerinin sergilendiği ihtişamlı bir çarşı olarak karşımıza çıkar. Tarihin ilk yerleşik yerlerinden olan Ergani, kültürün ve arkeolojin başkenti konumundadır. Selçuklular zamanında inşâ edilen Malabadi Köprüsü ise türkülere ve efsanelere konu olan bir diğer tarihî köprüdür. UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan Heysel Bahçeleri ve Diyarbakır Surları unutulmaması gereken mekânlardır. Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden birisi olan Hasuni Mağaraları, Diyarbakır’ın en önemli mağaralarından biridir. Son olarak din ve kültür kardeşliğinin timsali olarak ayakta duran Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesi de bir diğer önemli şaheserlerden biridir.

“MEMLEKET isterim/ Ne başta dert, ne gönülde hasret olsun;/ Kardeş kavgasına bir nihayet olsun.// Memleket isterim/ Ne zengin fakir, ne sen ben farkı olsun;/ Kış günü herkesin evi barkı olsun…”

Diyarbakır denilince akla gelen ilk isimlerden biridir Cahit Sıtkı Tarancı. Yaşama dair sevincini, çocukluğuna duyduğu özlemi, aşkı ve ölümü anlattığı eserleriyle binlerce okuyucusunun gönlünde taht kuran bir şairdir Tarancı. 

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Paris’ten bisikletle kaçıp Lyon ve Cenevre üzerinden Türkiye’ye dönen Diyarbakırlı şair, Balıkesir’de vatanî görevini yerine getirirken yazmış olduğu “Haydi Abbas” eseriyle şiir yarışmasında birinci olur. “Yaş Otuz Beş” şiiriyle de ün kazanır. İstanbul ve Ankara’daki çalışma hayatlarının ardından bir ara geçirmiş olduğu kriz sonucunda Avrupa’da tedavi görür ama kurtarılamaz. Viyana’dan naaşı getirilen Tarancı, henüz 46 yaşında iken Ankara Cebeci Asri Mezarlığı’na defnedilir. 

Diyarbakır’da doğduğu ve çocukluk anılarının geçtiği geleneksel ev, 1974 yılında Kültür Bakanlığı’nca müzeye dönüştürülür. Ahde vefa adına atılan bu adım, birçok okuyucusunun onu yakından tanımasına vesile olur.

Diyarbakır yazımıza bu güzel insandan bahsederek başlamak istedim. Medeniyetlere ev sahipliği yapan bu güzide şehir, mimarî eserlerinin yanında yetiştirmiş olduğu güzel insanlarla da bilinmeli. Çünkü yaşadığımız şehirlerin ruhlarımıza sinen orijinal kodları vardır dostlar Sezai Karakoç ve Ziya Gökalp gibi…

Diyarbakır, Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı yönetimine geçti

Gelelim şimdi kadim medeniyetlerin bu gizemlerini hâlâ ayakta tutan Diyarbakır şehrimizi yakından tanımaya…

Dicle nehri kıyısında yüksek bir plato çevresinde bulunan bu şehir, Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nin Şanlıurfa ilinden sonra ikinci büyük ilidir. Yaklaşık 12 bin yıllık tarihî bir geçmişiyle Hititler, Asurlular, İskitler, Medler, Büyük İskender komutasındaki Makedonyalılar, Romalılar, Sasaniler ve Bizanslılar, 7. yüzyıla kadar şehre hâkimiyet kurmuş olan büyük medeniyetlerden bazılarıdır. Halife Ömer (ra)’ın döneminde İslâm ordusu Diyarbakır ve çevresini fethetmiş ve Halid bin Velid, Diyarbakır’a giren ilk Müslüman olmuştur. Böylece şehir bir eyalet olarak İslâm Devleti’ne bağlanmıştır. Sonraki dönemlerde Mervaniler, Selçuklular, Artuklular ve Moğollar derken Yavuz Sultan Selim döneminde şehir Osmanlı yönetimine geçmiştir. Bu noktada şu hususu eklemek gerekir ki, Müslümanların hâkimiyeti sırasında buraya yerleşen “Bekr” kabilesinden dolayı buraya “Diyaru Bekr” yani “Bekr kabilesinin yurdu” ismi verilmiştir. Cumhuriyet döneminde ise Atatürk’ün 1937 yılında Diyarbekir’den Elazığ’a geçtiği gece yapılan seyahat sonrasında, Türk Dil Kurumu’na gönderilen bir telgrafla değişikliğe gidilmiştir. Telgrafta yer alan cümle aynen şu şekilde olmuştur: 

“Esasta bu şehrin ismi ‘bakır memleketi’ manasına olan ‘Diyarbakır’ olması gerektir ve artık bu isimle tanınacaktır…”

“Diyarbekir’i gördüm mü, gerisini görmeye gerek yok”

Mezopotamya ve Anadolu medeniyetlerinin geçiş bölgesinde bulunan Diyarbakır, tarihi ve kültürüyle görülmesi, orijinal kodlarıyla ruhuna inilmesi gerekilen ender şehirlerden biridir. Yörede yaşayan gönlü güzel insanların “Diyarbekir’i gördüm mü, gerisini görmeye gerek yok” sözü misali bu şehrin atmosferi yaşanmalı ve yaşatılmalıdır.

Bu güzide şehrimizde ilk rotamız, tarihî Diyarbakır Ulu Cami oluyor. Bu aziz mekân, İslâm Devleti hâkimiyeti altına girilmesiyle şehrin en büyük mâbedi konumundaki Martoma Klisesi’nin camiye çevrilmesiyle oluşturulmuştur. İslâm âleminin 5. Harem-i Şerifi olarak kabul edilen Ulu Cami, çevresindeki dinî ve kültürel yapılarıyla ayrı bütünlük arz eder. Burada ünlü bilgin El Cezeri’nin yapmış olduğu güneş saati, ayrı bir atmosfer oluşturmaktadır. 900 yıldan uzun bir geçmişi bulunan bu tarihî güneş saati, yuvarlak bir mermer üzerine yerleştirilen metal parçasının güneşin hareketiyle oluşturduğu gölge sayesinde zamanı göstermektedir. Burada diğer bir enstantane de Ulu Cami yakınlarında bulunan ve imamlığını El Cezeri’nin yapmış olduğu Zinciriye Medresesi’dir. Bu medreseye baktığınızda kapıların küçük olması hemen göze çarpar. Bunun nedeni ise medresede büyük âlimler olduğundan odaya girerken eğilerek girilmesi gerekliliğidir. 

Ulu Camii hakkında birçok kitabe yer almaktadır. Bunlardan biri de Selçuklu Sultanı Melikşah’ın emriyle caminin onarıldığı 1090 tarihinden kalan bir kitabedir ve kitabede aynen şunlar yazılıdır:

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla. Allah’tan başka Tanrı yoktur. Muhammed onun elçisidir. Bunun yapılmasını Büyük Sultan, Büyük Şahların Şahı, ümmetin ve emirlerin başı, Arap ve acemlerim efendisi, dünya ve dinin yücelticisi, Devletin Kudreti, Fetih babası, Alparslan oğlu Melikşah. Allah saltanatını devamlı kılsın ­emretti…”


“Hasan Paşa Hanı”, Ulu Camii’nin doğu girişinin karşısında bulunan tarihî bir han olarak biliniyor. Rivayete göre Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa tarafından yaptırılan bu tüccar hanının yapımında, yüzlerce yıla meydan okuyan özel bir Horasan harcı kullanılmıştır. 

Bu aziz dağ, Hz. Âdem’in yeryüzüne indirildiği yer olarak kabul edilir

Diyarbakır’da ikinci rotamız ise, Dicle Köprüsü olarak da anılan “On Gözlü Köprü” oluyor. Burası Sur ilçesinde Dicle nehrinin üzerinde yer alan, on açıklığı olduğu için yöre halkı tarafından On Gözlü Köprü olarak adlandırılan, kitabelere göre 1065 yılında Mervaniler döneminde yapılan tarihî bir köprüdür. 


Köprü hakkında birçok efsane anlatılır. Aktarılan bir efsaneye göre, Allah (cc), Danyal Peygamber’in Dicle’nin suyunun çıktığı mağaranın önüne gitmesini istemiş ve ona şöyle buyurmuştur: 


“Suyun çıktığı yerden itibaren çizgi çizerek yürü! Su, seni takip edecek. Ama fakirlerin, vakıfların mallarına yetiştiğin zaman yol değiştir ki su onlara zarar vermesin!” 


Hz. Danyal da bu şekilde elindeki asayla, suyun akacağı yol haritasını belirlemiş. Nehrin bu yüzden zikzaklar çizdiği düşünülmüş ve bu yol da “Allah’a giden yol” olarak anılagelmiş. 


Köprünün doğu yakasında yer alan Kırklar Dağı da ayrı bir öneme sahiptir. Bu aziz dağ, ilk insan olarak kabul edilen Hz. Âdem’in yeryüzüne indirildiği yer olarak kabul edilir. Rivayetlere göre Hz. Âdem, bu dağda kırk suyla yıkanır ve dağ ismini buradan alır. 

Hikâyesi derin olan öyle güzel türkülerimiz var ki

Dicle Köprüsü’nün diğer bir hatırası da dillere destan olmuş Suzan Suzi türküsüdür. Bu türkü, Kırklar Dağı’nın ardında yaşanan hüzünlü bir aşk hikâyesini anlatır. Rivayete göre Süryani bir aile uzun yıllar boyunca çocuk sahibi olamayınca, son çare olarak bu dağa kırk gün boyunca gider, adak adar ve dualar edermiş. Kırkıncı günün sonunda dualar kabul olmuş ve aileye Suzan (Suzi) adında bir kız nasip olmuş. Sevinçten tabii ardı sıra kurbanlar kesilmiş. Yıllar geçmiş Suzi büyümüş, serpilmiş ve güzel bir kız olmuş. Komşusu ve çocukluk arkadaşı olan Adil’le birbirlerine âşık olmuşlar. Yıllarca birbirlerini uzaktan sevmeye devam etmişler. Bir gün Suzi’nin doğum günü geldiğinde, annesi onu hizmetçilerle kurban kestirmek için “Kırklar Ziyareti”ne göndermiş. Bu arada Adil de onları takip etmiş. Hizmetçiler kurban kesmek üzereyken, Suzi, kaçarak Adil’in yanına gitmiş. İki genç, Kırklar Dağı’nın ardında birlikte olmuş. Ancak, Kırklar Ziyafeti bu beraberliği affetmemiş ve Suzi’yi çarpmış. Suzi, bu köprünün bulunduğu yerde boğularak ölmüş. Adil, sevdiğinin yokluğuna dayanamamış ve “Ziyaret çarptı bizi” diye diye Suzi’yi sayıklamaktan aklını kaybetmiş. Hikâyesi derin olan ne güzel türkülerimiz var değil mi?

Bu yolculukta üçüncü rotamız da “Hasan Paşa Hanı” oluyor dostlar. Burası Ulu Camii’nin doğu girişinin karşısında bulunan tarihî bir han olarak biliniyor. Rivayete göre Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa tarafından yaptırılan bu tüccar hanının yapımında, yüzlerce yıla meydan okuyan özel bir Horasan harcı kullanılmıştır. Hem konumu hem de tarihiyle pek çok misafirperverliğe ev sahipliği yapan bu tarihî hanı 1612’de ziyaret eden Leh Simeon şu sözlerle özetler: 

“Muazzam kârgir bir bina olan bu hanın 500 beygiri barındırabilecek yer altında iki ahırı, rengârenk demir parmaklıklarla çevrilmiş çok güzel havuzu, üç kat üzerine birçok kârgir odaları vardı.”

Kültürlerin şehri Diyarbakır’da gezip görebileceğimiz yerler bunlarla sınırlı değil elbet. Medeniyetlere beşiklik yapmış bu tarihî şehirde şu tarihî yerleri de mutlaka ziyaret etmeliyiz:

Kazancılar Çarşısı, etkileyici bakır ürünlerinin sergilendiği ihtişamlı bir çarşı olarak karşımıza çıkar. Tarihin ilk yerleşik yerlerinden olan Ergani ki, kültürün ve arkeolojin başkenti konumundadır. Selçuklular zamanında inşâ edilen Malabadi Köprüsü ise türkülere ve efsanelere konu olan bir diğer tarihî köprüdür. UNESCO Dünya Miras Listesi’nde yer alan Heysel Bahçeleri ve Diyarbakır Surları unutulmaması gereken mekânlardır. Anadolu’nun en eski yerleşim yerlerinden birisi olan Hasuni Mağaraları, Diyarbakır’ın en önemli mağaralarından biridir. Son olarak din ve kültür kardeşliğinin timsali olarak ayakta duran Meryem Ana Süryani Kadim Kilisesi de bir diğer önemli şaheserlerden biridir. 

Umuyorum ki Diyarbakır’ın tarihine doğru uzanan bu yolculuğumuz, sizlerin de bu gizemli kapıları aralamanıza vesile olacaktır…