
KÜÇÜKKEN ilk önce alfabe öğrendim ben; sonra hece, sonra kelimeler ve cümleler… Cümleler kurabilen insan artık heceye döner mi? Ben de dönemedim heceye; geceye, karanlığa dönemedim. Çünkü ışığı gördüm. Hakikatin gül yüzü, gül kokusu mest etti beni. Uğruna başlar verilen bu mavi küre, ciltler dolusu bir kütüphanedeki iki heceden ibaretti: “Dün-ya”.
İşte bu iki hecenin hırlıya hırsıza, arlıya arsıza yetmeyeceğini idrak ettim. “Yar” değil, “yaren” değil; “hasım” desem hiç değil. Bir sebilin başında yazdığı gibi, “Bu sular meste gider, dolanır dosta gider”. “Dost olarak Allah yeter, O ne güzel dost, ne güzel vekildir”.
Hayatın mükemmel akışına bakınca düşünmeden edemiyorum. Onca bilgi birikimine, ciltler dolusu kitaplara bakınca, insanlıktan başka şeyler bekliyorum. Psikologların insan hakkında söyleyecekleri başka şeyler olmalıydı. Hırsı, merakı, zaafı, yüceliği, ürkekliği, zalimliği, kibri, tevazuu, gözyaşı, tebessümü, kıskançlığı, merhameti ve aklındaki karmaşaları bir düzene girmeliydi. Dünyada bir tek çirkin söz kalmamalı, en küçük haksızlık olmamalı, herkes zengin, herkes mutlu, dünya tertemiz bir yer olmalıydı meselâ.
Bunca bilgi deryasının içinde yüzerken boğuluyorsak, hâlâ insanı tam tarif edememişsek, şu yıl, şu mevsim, şu gün, şu saat hâlâ dünyanın niye döndüğünü anlayamamışsak, biz gerçeğin neresindeyiz?
Hakikatle aramızı o denli açmışız ki ruh sağlığımızı geri kazanmak için anti-depresanlarla ayakta duruyoruz. Onca kır çiçeği, dağlar, dereler, kuş sesleri ve gökyüzünün engin mavileri ruhumuza şifa olmak için beklerken hem de… Bir dost tebessümünün, aile sıcaklığının, hiç tanımadığımız birine güvenmenin huzurunu hangi ilaç verebildi?
Gittiğimiz yol doğruysa niye sevgiyle, şefkatle büyüttüğümüz yavrularımız bizi huzur evlerinde yalnızlığa mahkûm etti? Niye o onun, bu bunun karısıyla kaçıp üç çocuğa sırtını döndü? Niye kimse yuva kurmaya yanaşmadı, evlenen de ayrıldı? Niye maddeye bu kadar gönül verdik? Vahşet, duygusuzluk, sorumsuzluk, umutsuzluk, doyumsuzluk ve daha nice karanlığın içinde kaybolduk. Madem yanlış yola saptık, niye ısrarla yola devam ediyor, dönme vakti gelip geçti de biz neden hâlâ dönmüyoruz?
Zaman insandan eski, insan zamandan eski. Tohum, toprak, su, güneş buluştuktan sonra gerisi yapraktır, çiçektir, meyvedir, öyle ya; ne eksik bu formülde, niye doğru sonuç vermiyor dört işlem? Denklemi mi yanlış kurduk acaba? Bunca delile rağmen ateistler çoğaldı, bunca nimete rağmen “Şükür” diyen kalmadı. Uçsuz bucaksız koca evrende bir yıldızın peşine takılmış bu mavi küreden ne bekliyoruz? O bizim arzularımızı karşılayabilir mi? Sorumuzun cevabı olabilir mi?
9,46 trilyon kilometreyi 93 milyarla çarptıktan sonra kaç ederse, çıkan rakamı Pi sayısı (3,14) ile çarptıktan sonra işte o büyüklüğün içinde bulunan bir gezegende saatte 107 bin kilometre hızla Güneş etrafında döndüğümüzü gün içinde kaç kere hatırlarız? Kaşım gözüm, evim barkım, eşim dostum, derdim dermanım, yediğim içtiğim derken kaç kere boy ölçüştük evrenin çapıyla? 13 milyar yılın içinde taş çatlasa 100 yıla sığdırdığımız şeylerin hangisi kayda değer, hangisi beyhude?
Oturup vakit ayırmak lâzım değil mi bu sorulara? İşte görülmesi gereken, nefes kesen manzara bu! Bütün zamanların içinde, aldığımız nefeslerin, yediğimiz lokmaların, içtiğimiz yudumların bir yansıması olmalı değil mi?
Ama her cümleme rağmen takdir gereği dünya hâlden hâle girecek, kötüler hiç azalmayacak, savaşlar bitmeyecek, tek nefisten yaratılan insanlık bu muhteşem gerdanlığın ipini acımadan koparacak ve iyilik inciler gibi saçılacak, kötülük galip gelecek. Sadece yazgı gereği bu böyle olacak ve Cehennem meleği soracak: “Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?”
Sonra itiraflar gelecek peş peşe. Çünkü herkes Yaratıcısının vaat ettiği günde ne getirdiğini adı gibi bilecek. Çünkü zaman bu hesaplaşma için kurgulandı, denklem bu sonuç için kuruldu. Hikmet, dünyaya bu yüzden konuldu, Allah, Cemalini bu yüzden gizledi. Tıpkı iman gibi küfür de Allah’ın yüceliğine muhtaç. İnsanın sırat köprüsü doğduğunda kuruldu, bakmayın siz zevke sefaya, derde kedere; aslında geçip gittiğimiz o köprü, dünya. İllâ kalmak için diretene kahırdan başka vereceği yok. Ama geçip gittiğini bilene lütfu çok.
İnsanın iki ayağını yürüten, aklındakini söyleten biri var. Bütün icatlar için zamanı mekânı, taşı toprağı, havayı suyu tasarlayan bir ilk mucit var. Onu bulmuşken yokmuş gibi yaşanmaz. İnsan bocalar durur mu iki karar ortasında, beynini yakar kavurur mu kendi eliyle? Ya inanır, ya inanmaz. Her nefes alışverişinde, iki yol ayrımında, hep bir karar anında, ya inandığına ya da inanmadığına göre yaşar insan. Balı tattığında arıyı görür. Bu sıyrılan ilk perdedir aslında; arıya bakıp da çiçekten, baldan ötesini göremeyen için çok çetin bir karanlık başlar.
İnsan kamışı fark eder ve ucunu yontar, kalem olur; delik açar, ney olur ama aslında kamış, kalem ve ney olarak ezelde takdir edilmiştir zaten. Dağların bittiği yerde engin bir ova vardır ve yanında bir göl… O düzlükte koca bir şehir kurulmuştur. Hâlbuki şehir takdir olduğu için o koca düzlük yaratılmıştır ve dev çukur suyla dolup göl olmuştur. Işık gözden önce vardı, ses kulaktan önceydi. Allah ezelde vardı, cümleleri O kurdu. Kalem O’nda, yazgı O’nundu.
Gözlük gözden sonra tasarlanmış, ayakkabı ayaktan sonra, öyle değil mi? İşte böyle, insan melekten sonra gelir; çünkü daha üstün bir tasarlanış biçimi vardır. Ruhundaki kuvvetler, fırtınalar, yönler bambaşkadır. Havada hiçbir özellik yokken mi yüzlerce yolcu taşıyan uçaklar icat edildi? Suya kaldırma kuvveti verilirken gemiler hesap edilmedi mi sanıyorsunuz? Her bir madenin atom ve kütle numarası ayarlanırken demirin gücü, çeliğin, elmasın gücü bir rastlantı mı? Yahut yumuşak taşlardan ev yapılacağı mutlak bir akıldan geçmemiş miydi? Âlem birbirine muhtaç, birbirinden haberdar sayısız atomun dansı olmalı. Başka türlüsünü aklım almıyor.
İskelette göz oyuğu açılırken onun korunmasından güzelliğine kadar, kirpiklerin dizilişinden kaş mesafesine kadar, göz bebeğinden irisine ve korneasına kadar her şey düşünülmüş. Bir yemek daveti verdiğimizde, yemeğin tadı tuzu, kıvamı, lezzeti, kaşığı, çatalı, peçetesi, örtüsü, çorbası pilavı, salatası, tatlısı derken her şey muazzam olsun isteriz. “Çünkü”… Ne demek çünkü? İnsan huzuruna çıkmak bunu gerektirir. Dünyanın hangi tarafına yüzümü dönsem, anlıyorum ki dünya, ahireti gerekli kılıyor. Yani demem o ki, dünyayı seyreden bir göz kesinlikle devamını merak edip bekliyor. İnsan bakışlarını kendine çevirdiğinde ve bütün detaylarına kafa yorduğunda çevresindeki her şey gerçek anlamını buluyor. Uyuklamasak yatak yorgan, acıkmasak lokanta, saçımız uzamasa berber olmazdı. Tıpkı böyle, gönlümüz, dünyada kaybettiğimiz, hasret çektiğimiz herkesi bir gün görmeyi umar. Haksızlıkların yargılanmasını umar. Her bir çabanın karşılığını umar. Selâm verdiğinde alınmayı umar, hastalandığında bir tas çorba umar, kırıldığında bir özür umar. Yani her şey ihtiyaçtan doğar.
Hakikatin eşiğinden geçtikten sonra vurdum duymaz olmak imkânsız. İster istemez insanın derdi, ilgisi, sevgisi, önceliği değişiyor. Zaman ayırdığı, güç harcadığı alanlar değişiyor. Yemesi içmesi, uyuması uyanması değişiyor. Dinlediği, konuştuğu şeyler, görüştüğü kişiler değişiyor. Tepeden tırnağa bir yenilik başlıyor.
İnandıktan sonra her şey makamına oturuyor aklımda. Yeteri kadar gözlemleyip kafa yoracak kadar, hidayete erecek kadar, iyilik yapacak kadar, kötülüklere direnecek kadar bir zaman lütfedilmiş. İster hayranlık, ister hayvanlıkla geçiririz vaktimizi, bu bize kalmış. Ama yakışığı; kendini bilmek, kendine gelmek, kendinden yola çıkıp âlemi dolaşmak, seyretmek, hayret etmek ve sonrası muhabbet. Zaten bunca yolun başında da, sonunda da aynı hakikat. Yani daha ne diyeyim, her şey aşktan ibaret!
Toprağı suyla yoğuran, ateşte pişirip kurutan ve canından can katarak insanı yaratan Hayy Allah… Her şey O’ndan ibaret.