Kadere inat

İnsanoğlu, kararlarıyla zilletin ya da izzetin sahibi olur, bütün ömrü boyunca seçimlerinin peşinde yorulur, fakir olur ama “Zengin olsaydım bütün açları doyururdum” der dururmuş; hasta olur, “Sağlıklı olsaydım da iyilik peşinde koşsaydım” diye ah çeker, zengin ve sağlıklı olunca da “Fakir olaydım, hasta olaydım, ama kalbim huzurla olsaydı” dermiş.

BİR güzelin kirpiği olup cana batmak da var, bir çirkinin saç teli olmak da kaderde. Kaldırımda bir taş olup üstüne basılmak da var, yüzükte bir taş olup parmağa takılmak da...

Aynı adı alsa da, kimi yerlerin dibine çakılmış, kimi göklere taht kurmuş insanın. Sorsan, iki el, iki ayak, bir baş, iki kulak… Al, bu da insan! Bir dağ var Ferhat’ın deldiği, bir dağ var heybetini herkesin seyreylediği. Sinsice, kıskanarak bakan da bir çift göz, bir yüreği aşka salan da. Kaplanın avını gözetlediği de bir çift göz, ceylanın süzdüğü de. Zehir zemberek konuşan da dil, bal dökülen de. Kırıp döküp yıkan da dil, her cümlesi ziyafet olan da.

Hep aynı isimler; kimi buz gibi donduran, kimi yakıp kavuran… Bir avuç toprak olsam nerede durmak isterdim acaba? Bir tutam saç olsam kimin başında olurdum? Bir bulut olsam nereye yağar, bir ağaç olsam nerede büyürdüm? Bir yudum su olsaydım kime can verirdim? Bir lokma ekmek olsam kimin sofrasında dururdum? Bir nokta olsam hangi cümlenin sonunda olurdum?

“Neden?” demeden, durduğu yeri görmeden, sadece var olmakla yetinen, hesabı bilinmeyen neler var neler... Kimin nesi olmak hiç birinin derdi değil; ne çiçeğin, ne yaprağın, ne taşın, ne toprağın... Bir gözyaşı olaydım hangi gözden akardım? Daha samimi, daha kıymetli olmak elimde değil ki... Ya bir yetimin, ya bir gönlü yaralının yahut pişmanlığına ağlayan bir caninin yanağından süzülmek elimde değil ki… Bir yemin olsaydım yalan yere edilen, bir söz olsaydım boşuna verilen, ister miydim acaba?

Nerede, kimin sulbundan olduğumun, kimin karnında hayat bulduğumun ne ayrıcalığı var öyleyse? Prenses doğmakla köle doğmak aynı şey, öyle değil mi? Öyle ki, doğmaktır aslolan ve yaşamak, sadece yaşamak… Seçmek, karar vermek ve hareket etmek… Karar güzelse, el de güzeli işler; karar doğruysa, ayak yanlışa gitmez. Kaderini yaşadığı halde kaderini eleştiren, varoluşun tadını, kıymetini bilemeyen tek varlık biziz. Nerede nasıl duracağını belirlemeyen tek varlık biziz. Her şey olması gerektiği yerde duruyor aslında. Gücümüzü aşan, sınırlarımızın bir kıl payı ötesindeki her şey mükemmel olarak konumlanmışlar. Yanlış yerde durduklarını söyleyip durduğumuz her şey ama her şey yerli yerinde, yanlış duran biziz.

Başımızdaki beladan yine başımıza konan talih kuşuna kadar her şey bizim içimizde olanı yansıtmamız için var. Kimse içindeki renkleri fırçaya, kaleme, ele, ayağa, dile dökmeden gitmeyecek buradan! Sahne kurulumu, rol arkadaşları ve hatta senaryo bile kader kaleminden çıkmış olacak. Orta oyunu gibi doğaçlama yerler bırakılacak ve rolünü en gerçekçi, en etkileyici oynayan, kupayı gururla kaldıracak. Sağından alacakmış, mahşer günündeymiş, mizandan sonraymış, bunlar Takdir Eden’in sözleri, benim değil. Oyunun sonunda tek Hâkim ve milyarları aşan jüri varmış; jüri insandan olur, hayvandan olur, bitkiden yahut eşyadan olurmuş; hakkı alınan kim varsa, ne varsa o jüriye dâhilmiş... Arkasından konuşulan, alın teri kurusa da ücreti ödenmeyen, hakir görülen, gözyaşı dökülen kim varsa, yaş kesilen ağaçsa, kuruyan çeşmeyse, aç donan serçeyse, atılan ekmekse ve her neyse ve her kimse o jüriye dâhilmiş… Sadece hak almak için değil tabiî, hak vermek için de orada bulunurlarmış. “Beni doyurdu”, “Beni giydirdi”, “Bana güzel söylerdi, nelere sabrederdi”, “Derde bile şükrederdi” demek için oradalarmış. Saygı gören ayakkabı, sokak lambası, kâğıt parçası, hürmet gören ana, şefkat gören yavrusu, sevdiği ve sevildiği eşi dostu, komşusu… Bir oyun ve eğlenceden ibaret olan dünyanın perdesi kapanırken, ödül töreni için hepsi oradalarmış.

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol!”

Apansız karşısına dikiliyor insanın; çıldırtacak, rayından çıkartacak, küfür ettirecek, yumruk attıracak, isyan ettirecek bir şey. Ya unutulmuş bir söz, ya mahremiyete yapılmış bir saldırı, ya gasp edilmiş bir hak… Çileden çıkmaya birçok sebep var ama sorguladığım “ben”im. Çileye ne zaman girdik biz? Ne zaman, ne sebeple girdik? Öyle sudan sebeplerle çileden çıkmak var mıydı kavlî kararda? “Galu: Bela!” denen günden başlar bizim çilemiz. Elest bezminde kuşandık zırhımızı. Bütün derdimiz, dünya köprüsünden nefsimizin zincirlerini kırarak geçmekti. Dünya değildi geçtiğimiz o zamandır, sırattı.

Bir şey ters gidiversin, zerre şaşsın yolundan, çileden çıkarız biz. Ayağımıza taş değse, taşa küfrederiz biz. Ama heyhat! Acı tatlı, güzel çirkin, iyi kötü her şey kader kaleminin çizdiği şekillerden ibaret. Bir duruş sergilemek, bir bakış belirlemek bizi insan yapan…

Yanlış anlıyorlar kaderi, onu bir kelepçe gibi bileklerine bağlayıp çabayı bırakıyor, “Madem kader kaleminin mahkûmuyuz, kılımızı kıpırdatmanın anlamı yok” diyorlar. Kadere ateş püskürenler, kendilerine verilmiş rolü görmüyorlar. İsteme ve seçme gücünün olduğu yerde ümit ve karar, mutlaka çaba olmalı. Mehmet Akif’i anmanın tam da yeri geldi işte! “Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete ram ol!” derken, kulun durması gerektiği yeri muhteşem özetliyor Şair. Allah’a dayanmak zaten tek çaremiz, gayret etmekten başka yol bulamıyorum; hikmete ram olmaksa, kemale ermenin zevkini bağışlıyor.

Gayretin ardından istenen sonucu alamayınca “İnsan yerine konulmadık!” diye kafa tutuyor, dua edip umduğumuzu bulamayınca pes ediyoruz. Ama bu yarımlık, hamlıktır. Gayretin ardından hikmete gönül bağlamadan olmaz. “Ben üzerime düşeni yaptım, sonuç ne olursa kabulüm” deyip durulmalı ve huzur bulmalı.                                                                                                                                              

Kader ilahî istekle kul isteğinin buluştuğu bir başyapıt olduğuna göre, kaderi yazmak ve insanı ortak etmek de işte böyle göz kamaştırıcı bir ustalıktır. Çok konuşmak, boş konuşmak olur kader konusunda. Nihayet imanı gerektiren bir şeyin akılla işi de bir yere kadardır. İnandıktan sonra oturur taşlar yerine. Sorgulama bitip de insan kendi yerini yurdunu bildikten, memnuniyeti öğrendikten sonra geriye ne kalır mutluluktan başka?

Aklıma “kader” gelince, ehliyet kurslarındaki hoca eşliğinde araç süren kursiyerlere benzetirim kendimi. Yanımda hocam var ve ben de acemiyim; gazla frenin yerini karıştırırsam, yanımda müdahale edecek bir usta şoför var. Direksiyon bende ama sadece tehlike anına kadar; bu işbirliğini Yaratan’la kurduğum ve O’na teslim olduğum zaman, kendi potansiyelimi ortaya koymanın neresi yanlış? “Allah’ım! Benim gören gözüm, tutan elim ol!” demenin neresi yanlış? “Her şeyi ben yaparım, ben bilirim” havasıyla ne kadar yol alan olmuş acaba?

İnsanoğlu, kararlarıyla zilletin ya da izzetin sahibi olur, bütün ömrü boyunca seçimlerinin peşinde yorulur, fakir olur ama “Zengin olsaydım bütün açları doyururdum” der dururmuş; hasta olur, “Sağlıklı olsaydım da iyilik peşinde koşsaydım” diye ah çeker, zengin ve sağlıklı olunca da “Fakir olaydım, hasta olaydım, ama kalbim huzurla olsaydı” dermiş. Olan olmayanı, olmayan olanı isterken, olanda hayır olduğunu, hayrın da, şerrin de sabra ve şükre sebep olduğunu unuturmuş. İnsan, kalabalıklarla dolu ama bir başına dönen dünya gibi bir başına vermeli kararını, bir başına seçmeli neye inanacağını, ne yapacağını. Bilirim kalbi ne duygularla doludur, içindeki kalabalıkla gezer yollarda, ama yoluna çıkanı suçlamaya gerek yok, yolundaki her engel, her tuzak, her nimet ve her külfet, sadece o kalbi tanımak için sorulmuş sorulardır. Şımarsa da, sabretse de insanın her hali bir cevaptır.