Kader meselesi

Düşünün ki, denizde yaşayan bir balığın bile ne zaman kimin tarafından yeneceği bellidir. O balığın, tutulduğu yere getirilip rızkı olan şahsın yemesinin temini gereklidir. Bu gibi ufak işlerin bile milyarlarca galaksinin her birinde bulunan milyarlarca gezegende cereyan ettiğini düşünürseniz, ne kadar karışık ve ne kadar hacimli işlemlerin aynı anda tatbikinin harikulâdeliğini bir nebze anlayabilirsiniz. Bunun içindir ki, olacak işlerin önceden belli olması, hazırlıkların önceden belirli bir düzen (program) dâhilinde yapılması lâzımdır.

Giriş

KÜLTÜR Ajanda mecmuamızın önceki (Ocak ve Şubat) sayılarında hız karşısında zaman ve mekân mefhumlarının değişebileceği mevzusu üzerinde durmuştuk. Söz konusu makalelere göre, ışık üstü hızlarda koordinat sistemi farklı olan mekânlar ve zamanlar oluşabiliyordu. İç içe geçmiş olan bu mekân ve zamanlar, bünyelerinde hayret verici özellikler ihtivâ ediyorlardı. Fen âlimleri, “takyon âlemi ve türevleri” olarak adlandırdıkları bu yapılarda benzer görüşler ileri sürmekteydi. Yeni çalışmalar (Princeton Deneyi) bu teorileri desteklemektedir.

Başlangıçta sonucun sebepten önce gelmesi, dikkate şayan bir husustur ki bizlerin akaidinde bilhassa “kader” mevzusunun izahında zorlandığımız karanlık alanları aydınlatmaktadır. Ehl-i Sünnet âlimlerinim içtihatlarının doğruluğunu şüpheye mahâl bırakmaz tarzda bir defa daha gün yüzüne çıkarmaktadır.

“İnsanlara afakta (dış âlemlerinde), enfüste (iç âlemlerinde) âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’ân’ın) gerçek olduğu onlara iyice belli olsun.” (Fussilet, 53)

Kader ve kazâ

Kader, lügatte “hüküm ve emir” anlamındadır. İslâm’da, “Allah-u Teâlâ’nın yaratacaklarını ezelde bilmesi, yaratacaklarını ezelde takdir etmesi” şeklindedir. Kaderin tahakkukuna (belli bir zamanda ve mekânda) yaratılmasına “kazâ” denir. Yani Allah-u Teâlâ’nın yaratmayı istediklerinin var olmasına “kazâ” denilmektedir. Bazı ulema, kazâ ve kaderi anlam itibariyle birbirlerinin yerine kullanmışlardır.

Kader mevzusu çok derin, ince sırlı, anlaşılması ve izahı muhâl gibi olan bir özelliği ihtivâ eder. Bir şahıs gelip de Hazreti Ali’ye (ra) kaderi sorduğunda, “Karanlık bir yoldur. Bu yolda yürüme” buyurdu. Tekrar sorduğunda, “Derin bir denizdir” dedi. Israr edince, “Kader, Allah-u Teâlâ’nın sırrıdır. Bu bilgiyi senden sakladı” buyurdu. Eğer zaruretler hâsıl olmasaydı, biz de bu mevzuya girmezdik. Ne var ki, bazı ilâhiyatçılar tarafından bâtıl olan görüşlerin tekrar hortlatılmak istendiği görülmektedir. Cahil olan insanlarımız aldatılmak istenmektedir. Kadere inanmak o kadar önemlidir ki mezhep imamlarımız, iman şartlarından saymışlardır.

İmâm-ı A’zâm Ebû Hanîfe (Hicrî 80-150), “Allah-u Teâlâ’nın mâsivayı yoktan yarattığını bildirmektedir. Allah-u Teâlâ varlıkları yaratmadan önce, onları ilm-i ezelîsi ile bilir. Eşyayı takdir eden de, kazâsını tayin eden de O’dur. Dünyada ve ahirette Allah’ın dilemesi, bilgisi, takdiri ve kazâsı dışında hiçbir şey olmaz. O (cc) her şeyi Levh-i Mahfûz’da yazmıştır. Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, hayır ve şerriyle kaderin Allah-u Teâlâ’dan olduğuna, hesaba, mizana, Cennet ve Cehennem’e inanmak ve bunlara inandığını söylemek vaciptir” der (El-Fıkhu’l-Ekber).

İmâm-ı Şâfii (Hicrî 150-204) ise, “İnsanlar amellerini yaratamazlar. Onların bütün amelleri, Allah’ın yaratması ile olur. Kader,hayrıyla şerriyle Allah Azze ve Celle’dendir. Kabir azabı ve kabir ehlinin suali haktır. Ölümden sonra dirilmek haktır. Ahiret hesabı haktır. Cennet ve Cehennem haktır” der (Beyhaki, Menakıbü’ş-Şâfii).

İmâm Ahmed bin Hanbel (Hicrî 164-241), “Mümin kaderin hayrına, şerrine, tatlısına ve acısına, hepsinin Allah’tan geldiğine iman eder. Kula isabet eden her şey Allah’ın hükmü iledir. Allah, kullarının üzerinde kaderini takdir etmiştir. Hiç kimse Allah’ın dilemesini geçemez ve O’nun kazâsını aşamaz. Allah Azze ve Celle, itaati ve günahları takdir ettiği gibi hayrı ve şerri de takdir etmiştir” der (Ebu Abdurrrahman, es-Sünne).

Teftazâni (Hicrî 712-792), “Kader; varlığı, ayrıntılı bir şekilde teker teker Allah’ın bilmesidir. Kazâ; âlemde var olan gizli, açık bütün varlıkların yaratılışıdır” (İmâm Teftazâni, Şerhü’l-Makâsid fi İlm-i Kelâm) şeklinde tariflemekte ve “İnsanın kasıt ve iradesinin geçerli olmadığı fiilleri de, kasıt ve irade ile kendi tercihiyle yaptığı fiillerini de Allah yaratır. Hepsi Allah’ın kazâ ve kaderiyle meydana gelir. Çünkü bir şeyi kudret ve irade ile yaratmak, mutlaka o şeyin tafsilat ve teferruatını bilmeye bağlıdır” (İmam Teftazâni, Şerhü’l-Akâid) demektedir.

Kader mevzusunda Müslümanlar üç ana kısma ayrılmışlardır:

1) Cebriyye (Mürcie mezhebi)

“İnsanın kastı, ihtiyarı, kudreti yoktur” diyenler… Bunlara göre insanlar, yaprağın rüzgârda sürüklenişi gibi kaderlerini işlemekte cebir (zorlama) altındadırlar. “Rad Sûresi’nin 16’ncı âyet-i kerîmesinde, “her şeyi yaratanın Allah-u Teâlâ olduğu bildirilmiştir; insan istese de, istemese de her işini yalnız Allah yapıyor” derler.

Bunlara göre, günah işlemeye kullar mecburdurlar. “Her işte cebir olduğundan, iyi işlerde sevap, kötü işlerde günah yoktur” derler. Dolayısıyla kâfirler de imansızlıklarından mazur olmuş oluyorlar. Ahirette hesap, Cennet ve Cehennem mevhumları da ortadan kalkmış oluyor. Hadîs-i şerîflerde, yetmiş peygamberin Mürcie mezhebinde olanlara lânet ettiği bildirilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’in birçok sûresinde, meselâ Secde, Ahkaf ve Vâkıa Sûrelerinde, insanların yaptıklarının cezasının olduğu bildirilmektedir. Ahkaf Sûresi’nin 14’üncü âyet-i kerîmesi, insanların, yaptıklarının mükâfatını alacakları bildirilmektedir. Kehf Sûresi’nin 29’uncu âyet-i kerîmesinde, “Dileyen iman etsin, dileyen inanmasın, Biz, zalimler için ateş hazırladık” buyurulmaktadır.

Nahl Sûresi 33’üncü âyet-i kerimesinin, “Allah onlara zulmetmedi, lâkin onlar kendi nefislerine zulmediyorlardı” şeklindeki mealinde de bildirilmektedir ki, bunlar insanlarda seçme iradesinin bulunduğunu, iman edip güzel ameller işleyenlerin Cennet’te mükâfatlandırılacaklarını ve iman etmeyenlerin, şer ameller işleyenlerinse Cehennem’de cezalandırılacaklarını açık olarak göstermektedir. Bütün bu âyetler, insanda iradenin ve ihtiyarın bulunduğunu, yaptıklarından mesul tutulacaklarını bildirmektedir.

2) Mu’tezile (Kaderiyye) mezhebi

Cebriyye’nin zıddı olan görüştür… Cennet ve Cehennem’i kabul etmektedirler. “Şerler ve kötülükler Allah-u Teâlâ’nın kazâsı ile olsaydı, bunlar için azap yapmazdı” derler. Yani kader ve kazâya inanmazlar. İşlerin tamamen kulun irade ve kudretiyle hâsıl olduğunu söylerler. Böylece mahlûka yaratıcılık sıfatı addederek doğru yoldan sapmış oluyorlar.

Bunlara göre, yaratılıştan kıyamete kadar her işin ve hareketin yazılı olduğu Levh-i Mahfûz bilgisi de yoktur. Hâlbuki Kur’an-ı Kerîm’in birçok âyeti bunu bildirmektedir. Meselâ, “Allah, dilediğini ortadan kaldırır ve bırakır. Kitabın anası O’nun katındadır” (Râd, 39) veya “İnkâr edenler dediler ki, ‘Kıyamet saati bize gelmez’. De ki, ‘Hayır, gaybı bilen Rabbine andolsun, o muhakkak size gelecektir. Göklerde ve yerde zerre ağırlığınca hiçbir şey O’ndan uzak (saklı) kalmaz. Bundan daha küçük olanı da, daha büyük olanı da, istisnasız, mutlaka apaçık bir kitapta(yazılı)dır’” (Sebe, 3) yahut “Hiç şüphesiz, Biz her şeyi kader ile yarattık” (Kamer, 39) veyahut da “Yeryüzünde olan ve sizin nefislerinizde meydana gelen herhangi bir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta (yazılı) olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre pek kolaydır” (Hadid, 22) mealindeki âyetler bu konudan bahseder.

Allah-u Teâlâ’nın, bir şeyin nasıl olacağını olmadan evvel takdir ve irade buyurması, insanlara cebr (zorlamak) değildir. Çünkü kulların irade ve ihtiyarlarını nasıl kullanacağını ezelde biliyordu. Bu bilmesi ve takdir etmesi, kulların isteklerine ve iradelerine müdahale değildir. Bir insan hayır veya şer bir hareket yapar; Allah-u Teâlâ, ezelde o işin yapılacağını bilmiş ve bildiğine göre takdir etmiştir. İnsan bu işi yapmakta mecbur olmamaktadır. Kulun seçimi ve iradesi, ezeldeki kaderin kazâ olarak vukuuna sebep olmaktadır.

3) Ehl-i Sünnet Yolu

İnsanda ne tamamen mecburiyet, ne de Yaratıcıyı dışlayarak yaratma fiilinin olmadığını yani irade ve ihtiyarın bulunduğunu bildiren orta yol, “sırat-ı müstakim”, Ehl-i Sünnet yoludur. Peki ama Ehl-i Sünnet ne demektir?

İmâm-ı Muhammed Gazâlî (Hicrî 450-505), “Kimyâ-i Saâdet” kitabında şöyle açıklıyor: “Müslüman olan bir kimsenin ilk önce, ‘Lâ İlâhe İllâ-Allah, Muhammedu’r-Resûlullah’ kelimesinin mânâsını bilmesi ve inanması farzdır. Bu kelimeye Kelime-i Tevhîd denir. Kelime-i Tevhîd’in mânâsını Kur’ân-ı Kerîm bildirmekte, Resûlullah da (sav) bu bildirilenleri açıklamaktadır. Ashab-ı Kirâmın hepsi bu açıklamaları öğrendi ve kendinden sonra gelenlere (tabiîn) bildirdi.”

Ashab-ı Kirâmın bildirdiklerini hiç değiştirmeden, olduğu gibi kitaplara geçirerek bizlere ulaştıran yüksek din âlimlerine “Ehl-i Sünnet” denir. Herkesin Ehl-i Sünnet itikadını öğrenmesi, bu inançta birleşmesi ve birbirini sevmesi lâzımdır. Saâdetin tohumu bu itikattır ve bu itikatta birleşmektir.

Kelime-i Tevhîd’in mânâsını Ehl-i Sünnet âlimleri şöyle bildiriyor:

“İnsanlar yok idi. Sonradan yaratıldı. İnsanların bir Yaratanı vardır. Her varlığı O yaratmıştır. Bu Yaratan, birdir. Ortağı, benzeri yoktur. Bir ikincisi yoktur. O hep var idi. Varlığının başlangıcı yoktur. Hep vardır. Varlığının sonu olmaz. Yok olmaz. O’nun hep var olması lâzımdır. O, yok olamaz. O’na muhtaç olmayan hiçbir şey yoktur. Her şeyi var eden, her varı her an varlıkta durduran O’dur. O, madde değildir. Cisim değildir. Bir yerde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yoktur, ölçülemez. ‘Nasıldır?’ diye sorulmaz. ‘O’ deyince, akla hayâle gelen her şey, O değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar hep O’nun mahlûklarıdır. O, mahlûkları gibi değildir. Akla, vehme, hayâle gelen her şeyi O yaratmaktadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yoktur. Her varlık, arşın altındadır; arş ise O’nun kudreti, kuvveti altındadır. O, arşın üstündedir. Fakat bu, ‘Arş O’nu taşıyor’ demek değildir! Arş, O’nun lütfu ve kudreti ile vardır.


O ezelde (sonsuz öncelerde) nasıl ise, şimdi de hep öyledir. Arşı yaratmadan önce nasıl idi ise, ebedî sonsuz geleceklerde de hep öyledir. O’nda değişiklik olmaz. O’nun sıfatları vardır. Sıfat-ı Sübûtiyye sekizdir: Hayat, İlm, Sem’i, Basar, Kudret, İrâde, Kelâm ve Tekvîn… Bu sıfatlarda da hiç değişiklik olmaz. Değişiklik olması kusurdur. Onda kusur ve noksanlık yoktur. Bu dünyada, O’nu ancak Kendisinin bildirdiği kadar bilmek, ahirette de görüleceğine inanmak lâzımdır. Burada nasıl olduğu anlaşılamadan bilinir. Orada da anlaşılamadan görülecektir.

Allah-u Teâlâ, kullarına Peygamberler (aleyhimüsselâm) gönderdi. Bu büyük insanlar vâsıtasıyla kullarına, saâdet ve felâkete sebep olan işleri bildirdi. Peygamberlerin en yükseği, Son Peygamberi olan Muhammed’dir (sav). Yeryüzündeki dinli dinsiz herkese, her yere, her millete Peygamber olarak gönderilmiştir. Bütün insanların, meleklerin ve cinnin Peygamberidir. Dünyanın her yerinde, herkesin, O Yüce Peygamber’e tâbi olması, uyması lâzımdır.” (Ahmed Cevdet Paşa, Malûmat-i Nâfia) (Allah-u Teâlâ, İmâm’dan râzı olsun.)

Ehl-i sünnet âlimleri bu bilgileri bize doğru ulaştırmasalardı, biz nasıl doğru yol üzerinde bulunabilecektik?

Şunu da önemle belirtmek gerekir ki, bazı ilâhiyatçılar, Tanrı’ya inanıyorlar diye diğer din mensuplarını da Cennet’e sokmak gayreti içerisindedirler. Evet, önemli olan, Allah’tan başka ilah olmadığına inanmaktır; fakat insaf etsinler, diğer din mensuplarının Tanrı inancı, yukarıda İmâm-ı Gazâlî’nin saymış olduğu, Allah-u Teâlâ’nın sıfat bilgilerine uyuyor mu? Elbette hayır! Onların nefislerinin hoş gördüğü Tanrı inancının, kusur ve noksanlıklardan münezzeh olan Allah-u Teâlâ’ya inanmakla hiçbir benzerliği yoktur. Bu yüzden müşrik olmaktan kurtulamıyorlar.

Biz, kendi aklımızın erdiği şekilde değil, Allah-u Teâlâ’nın bildirdiği şekilde iman etmekle mükellefiz. Bu mükellefiyet, ancak Son Peygamberi Muhammed’e (sav) uymakla tamam olur. Kur’ân-ı Kerîm O’na inzal olmuştur. Kur’ân-ı Kerîm’deki yüksek bilgileri O ashabına açıklamıştır. Ulema da ashaptan almış olduğu itikadî ve amelî bilgileri belirli bir usûl (metot) ve sistem dâhilinde bize intikal ettirmiştir. İşte Ehl-i Sünnet yolu budur! Kurtuluşa ulaştıran sırat-i müstakim/dosdoğru yoldur…

Ehl-i Sünnet’te kader inancı

Ehl-i Sünnet’te kader ve kazâ bilgileri, Eş’arî ve Maturidî olmak üzere iki mezhebe ayrılıyor. İmâm-ı Rabbânî (ks), Molla Bedreddin’e yazmış olduğu mektupta bu mevzuda ince bilgiler vermektedir:

“Kazâ ve kader bilgisini çok kimseler anlayamamış, doğru yoldan ayrılmıştır. Bu bilgi üzerinde akıl yürütenler, vehm ve hayâllerine kapılmışlardır. Bunlardan bir kısmı, insanların isteyerek yaptığı işlerinin cebr, zor ile olduğunu sanmış; birçoğu da insanların her işi yaratarak yaptığını, isteyerek yapılan işlere Allah-u Teâlâ’nın karışmadığını söylemiştir. Üçüncü anlayış şekli de doğru yoldan gidenlerin, şeriatı iyi anlayanların sözüdür ki bunlar, ‘Fırka-i Naciyye’ ismi ile müjdelenmiş olan, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’tir. (Allah-u Teâlâ o yüksek âlimlerden ve onların yolunda gidenlerden râzı olsun.)

Ehl-i Sünnet’in reisi olan İmâm-ı A’zâm Ebu Hanîfe, İmâm-ı Cafer-i Sâdık’tan sordu:

‘-Allah-u Teâlâ insanların istekli işlerini onların arzusuna bırakmış mıdır?

-Allah-u Teâlâ Rubûbiyyetini (yaratmak ve her istediğini yapmak büyüklüğünü) âciz kullarına bırakmaz.

-Kullarına işlerini zor ile mi yaptırıyor?

-Allah-u Teâlâ, Âdil’dir. Kullarına zor ile günah işletip sonra cehenneme sokmak, O’nun adaletine yakışmaz.

-O hâlde, insanların istekli hareketi kimin arzusu ile oluyor? Kim yapıyor?

-İşleri insanların arzusuna bırakmamış ve kimseyi cebretmemiştir. İkisi arası olagelmektedir. Yaratmayı kullarına bırakmadığı gibi, zor ile de yaptırmaz.

İşte Ehl-i Sünnet âlimleri diyor ki, ‘Kulların ihtiyârî (istekli) hareketlerini Allah-u Teâlâ yaratmaktadır. Onun kudreti ile var oluyorlar. Fakat insanın kudreti de karışmaktadır. İstekli hareketlerimiz Allah-u Teâlâ’nın kudreti ile yaratılır ve bizim kudretimiz ile kesbedilmiş olur’.”

Eş’ariyye, “Kul bir iş yapmak isteyince, Allah-u Teâlâ o işi hemen yaratmaktadır. İşin yapılmasında kulun kudretinin tesiri olmaz” demektedir. Bu görüşleri biraz Cebriye mezhebine yaklaşmakta. Eş’arî’de istek var, işin yapılmasında insanın kudreti yoktur. Maturidî mezhebine göre ise kulun kudreti, yaptığı istekli işte tesir eder. İşin meydana gelmesinde kuvvetinin etkisi de vardır. Bunun içindir ki, iyi işlerde mükâfat, fena işlerde ceza verilmektedir.

Kısacası, kulların istekli hareketleri iki kısımdan meydana gelmektedir:

1) Kulun irade ve kudreti: Bu duruma “kesbetmek” denir.

2) Allah-u Teâlâ’nın yaratması, var etmesi: İyi-kötü bütün işleri yaratan, Allah-u Teâlâ’dır. Kulun kesbi, mesuliyetini gerektirmektedir.

Sâffat Sûresi 96’ncı âyet-i kerimede, “Allah sizi de, işlerinizi de yarattı” şeklinde bildirilmektedir. İnsanın işi olduğunun bildirilmesi, kesbinin bulunduğunu da göstermektedir. Kehf Sûresi 29’uncu âyet-i kerîmesinde ise, “(…) Dileyen iman etsin, dileyen inanmasın” buyurulması, kulun seçim hakkının ve iradesinin (irade-i cüziye) mevcûdiyetinin delilidir.

Levh-i Mahfûz

Allah-u Teâlâ, her şeyi ileride ne zamanda ve nasıl olacak/olmayacak ise öylece bilmiş, bildiğini takdir etmiş ve yazmıştır. Takdiri ve kazâsı, ilm-i ezeline uygundur. Her şeyi yaratmadan evvel biliyordu. İmâm-ı Rabbânî (ks), yukarıda beyan ettiğimiz mektubun devamında şöyle der:

“Kazâ demek, bir insanın bir işi kendi ihtiyârı ile yapıp yapmayacağını, Allah-u Teâlâ’nın önceden bilmesi demektir ki insanda ihtiyârın bulunduğunu göstermektedir. Allah-u Teâlâ’nın yaratacağı şeyleri ezelde bilmesi, irade sıfatını yok etmediği gibi, kullarının yapacağı şeyleri de ezelde bilmesi, kulların irâde ve ihtiyâr sahibi olmalarına mâni değildir. Evet, insanların kudreti azdır ve “İşi yalnız insan kudreti yapar” demek pek akılsızlık olur. Düşüncesizliğin son derecesidir. Mu’tezile’nin burada da doğru yoldan ayrılmış olduğunu Maveraünnehr âlimleri bildirmiş, ‘Bunların sözü Mecûsilerin (ateşe tapanların) sözünden daha fenadır’ demişlerdir. Çünkü Mecûsiler, Allah-u Teâlâ’nın bir ortağı var sanmışlardır.

Mu’tezile ise sayısız ortaktan bahseder. Yani ‘İnsan, işini kendi kudreti ile yapmakta, yaratmaktadır’ diyerek, insanları Allah-u Teâlâ’ya şerik (ortak) ediyorlar.”

Levh-i Mahfûz, ilmi sonsuz olan Allah-u Teâlâ’nın takdiri ile kâinatta (bütün âlemlerde) olacakların bilgisinin bulunduğu yerdir. Olacakların vukuuna (meydana gelişine) “kazâ” denildiğini, bir kısım kazâların değişebileceğini ifade etmiştik. Bu bilgiler, şeytan gibi süflî varlıklardan korunmuştur. “Mahfûz” (muhafaza edilmiş, korunmuş) adı buradan gelmektedir. Alâkalı melekler bunları görerek vazîfelerinin yerini ve zamanını öğrenirler. Düşünün ki, denizde yaşayan bir balığın bile ne zaman kimin tarafından yeneceği bellidir. O balığın, tutulduğu yere getirilip rızkı olan şahsın yemesinin temini gereklidir. Bu gibi ufak işlerin bile milyarlarca galaksinin her birinde bulunan milyarlarca gezegende cereyan ettiğini düşünürseniz, ne kadar karışık ve ne kadar hacimli işlemlerin aynı anda tatbikinin harikulâdeliğini bir nebze anlayabilirsiniz. Bunun içindir ki, olacak işlerin önceden belli olması, hazırlıkların önceden belirli bir düzen (program) dâhilinde yapılması lâzımdır.

Kader yolları

Halîfe Ömer’e (ra) bir hırsız suçlu getirdiler. Halîfe, niçin hırsızlık yaptığını sordu. Suçlu, “Kaderimde bu yazılmasaydı, bu fiili işlemezdim” diyerek kendini mazur gösterdi. Halîfe, suçun cezasının tatbikini istedi. Ayriyeten seksen sopa dayak cezası verdi. Etrafındakiler şaşırdı. Biri, “Ya Emir el-Mü’minin, bu ceza da nereden çıktı?” diye sorunca, “Allah-u Teâlâ’ya iftira karşılığıdır” cevabını verdi. İftira atanlara tatbik edilen “hâd” cezasını vermişti.

Yine Halîfe Ömer, mâhiyetiyle birlikte bir şehre sefere çıkmıştı. Yolda, şehirde veba hastalığının çıktığının haberini aldılar. Şehre girmeyip bir başka yere yönelmeyi emretti. Müslümanlardan biri, “Ya Ömer, Allah-u Teâlâ’nın kaderinden mi kaçıyorsun?” diye sitem edince, “Allah-u Teâlâ’nın bir kaderinden diğer bir kaderine kaçıyorum” dedi.

Bu misâller insanda kesbin bulunduğunu, önünde tercih edeceği birçok yol (alternatif) olduğunu göstermektedir. Tercih neticesi, hayır ve şer işlenebilir. Hayır yapan mükâfatını, şer işleyen cezasını görür. Her durumu da yaratan, Cenâb-ı Hakk’tır.

Kaderin zamanında meydana gelmesine “kazâ” dendiğini söylemiştik. İki kısma ayrılır.

1) Kazâ-i mu’allâk: Yaratılması şarta bağlı olan hâdiseler… Şartlar değiştikçe netîceler de değişebilir. Veya hiç yaratılmaz. Rad Sûresi’nde, Allah-u Teâlâ’nın dilediğini sildiği, dilediğini yazdığı bildirilmektedir.

2) Kazâ-i mübrem: Şarta bağlı olmayan, muhakkak yaratılacak olanlar… Kaf Sûresi’nde “Sözümüz değiştirilemez” âyet-i kerîmesi bunu bildirmektedir. Bunda kulun isteği ve hareketi hiç tesir etmez. Dolayısıyla bundan etkilenen fiillerde sevap veya günah yoktur.

Meselenin daha iyi anlaşılması için “şema ile” şöyle bir teşbih yapabiliriz: Bir insanın doğumundan ölümüne kadar karşılaşabileceği birçok hâdise vardır. Şekil 1’de 1, 2, 3 sayılarıyla gösterilen ince çizgiler, kader yollarını temsil etmektedir. Düşeydeki A, B, C işaretleri de buralarda karşılaşılacak hâdiseler olsun. Kişinin dünya hayatını idame ettirirken iyi ve kötü olmayan (yemek, içmek, uyumak gibi) hareketleri yatay çizgi; yaptığı doğru ve güzel hareketleri yukarı doğru çizgi; yanlış ve kötü durumları ise aşağı doğru çizgi ile gösterelim. Bu kimsenin hiç yaşama ihtimâli olmayan durumları altta ve üstte kalın çizgiyle belirtilmiştir. Şemaya dikkat edilirse, 8’inci ilâ 14’üncü yollarda “G-K” aralığına girilememektedir (Şekil 1).

Kişinin hayatı 7’nci yolla, doğumla başlamıştır (Şekil 2)…

C’ye kadar düz çizgi var. Çünkü bu safha, bebeklik ve çocukluk alanıdır. Dolayısıyla çocuğun sevap veya günah bir hareketi söz konusu olamaz. Çocuk, ailesinden aldığı terbiye sonucu, akil baliğ olduktan sonra doğru çalışmalar yaparak 6’ncı yola geçmektedir. Burada bir müddet hayatını sürdürdükten sonra kötü alışkanlıklar edinerek amel defterine günah olarak geçen davranışlarda bulunuyor. 6’ncı yoldan 7, 8, 9 ve 10’uncu yola kadar kötü hâl ve hareketlerini devam ettiriyor. Fakat burada karşılaştığı bazı kimselerin nasihat ve yardımlarına kulak vererek kendini toparlıyor ve kötü davranışlarını terk etmiştir. İyi insan olmaya karar vermiş, zararlı alışkanlıklardan uzaklaşmıştır. Ailesine, çevresine faydalı insandır artık ve sevip sayılmaktadır. 10’uncu yoldan 4’üncü yola doğru ilerler. Bu safhadaki hayatı güzel ve hayırlıdır.

Ama ne olmuşsa, bir tökezleme geçirerek eski olumsuz hayatını devam ettirme fikrine dönmüştür. Belki de edindiği yeni kötü arkadaşlarının etkisi vardır. Bundan sonra düşüştedir artık. Yanlış insanlarla ve çevrelerle düşüştedir… Mâlî durumu iyi, şan ve şöhret sahibi olabilir ama davranışlarıyla hem kendine, hem de etrafına zarar vermektedir. Amel defterinde günahlar yığılmaktadır.

Hâlbuki G-K aralığında kişinin düşüş yapacak seyri oldukça engellenmişti. İyi bir cemiyette hayatına devam ediyordu. Yanlış kararlarla menfaatperest arkadaşlar edinmesi, durumunu kötüleştirmiştir. Mevki sahibi ya da zengin olma hırs ve azmi, çok kimseye doğru olmayacak davranışlarda bulunmaya zorlar. Bir kere yanlış adım atmayagör, ardı çığ gibi büyür. Şeytanın bu merhaledeki rolünü de unutmamak gerek. Devamlı yangına benzin taşır. Fakat bu etki, doğrudan bir müdahale değil, “vesvese”dir. Devamlı nefsin kulağına fısıldar durur. Katalizör etkisi gibi…

Katalizör madde, diğer maddelerin kimyasal reaksiyonlarını hızlandırır, kendi girmez. Deney sonunda tekrar çıkar. Bunun gibi onun da vazîfesi, fısıldamak sûretiyle tahrik etmekten ibarettir. “Şeytana uydum” diyenler, bununla onun fısıldama netîcesinde nefislerine uyduklarını demek istiyorlarsa doğrudur. Yok, “Bu işi bana o yaptırdı” deniliyorsa, yalan söyleniyordur. Bu, geçerli olmayan bir mazerettir.

Kişide mevcût olan, akıl, sağduyu ve iman gibi melekeler, daha ağırlıklı artılardır. Mahşer hesabında günahları yekûn tutmuş bir kısım insanlar, sorumluluğu şeytana yüklemek isterlerse, o gayet sakin şekilde işini hatırlatır, kişiye uymuş olduğu nefsini işaret eder.

Şema 2’ye tekrar bakalım: “11P” kesişmesi, çok kritik bir noktadır! Terazinin günah kefesi dibe oturmuş insan, davranışlarına devam edecek, ileride değerlendirmediğinden dolayı sonsuz pişmanlık duyacağı dünya hayatı son bulacaktır (13 yolunun sonu). Ya da aklını başına alacak, yaptıklarından nedâmet (pişmanlık) duyacak, yüzünü Rabbine çevirip hulûs-i kalp ile tövbe ve istiğfar edecektir. Yanlışlıklarını düzeltme imkânı varsa, ilk işi bunları telâfi etmek olmalıdır. Kalan ömrün uzunluğu önemli değildir. Kısa olsa da önemli olan, finaldeki mevcût durumdur. Üçüncü yolun sonunda hayatı sonlanır.

Bazı okuyucularımız şemamızı bulmaca oyununa benzeterek tebessüm veya istihza edebilir. Onlara cevabımız şudur: “Bu dünya hayatı bir eğlenceden, bir oyundan başka (şey) değildir. Ahiret yurdu, şüphe yok ki o, (asıl) hayatın ta kendisidir; (bunu) bilmiş olsalardı…” (Ankebût, 64)

 

Şekil 1

 

Şekil 2