Kaçış plânı

Bir müddet sokaklarda harbimi çetin bir şekilde yaşadıktan sonra, geceyi nerede geçirmeye karar verdim, biliyor musunuz? Söylemek istemem, çünkü 19 yaşında, belki birazcık büyükçe bir kız için komik sayılabilecek bir yere… Evimizin çatısına…

BİR gün evden kaçmıştım. Peşimde ne bir iz bıraktım, ne bir haber. Çok kırgındım. Beni bulamayacakları bir yere saklanmak istedim. Peşime düşerler miydi? Birazdan aramaya çıkarlar mıydı beni? Bulabilirler miydi saklandığım o yerlerde?

“Allah aşkına saçmalama Feyza! Koca kız oldun, hâlâ nelerle uğraşıyorsun? Evden kaçmakmış… Onlara kırgın olduğunu biliyorlar mı? Bilmiyorlar! Belki evden kaçtığını bile bilmiyorlar. Çünkü bunun için fazla büyüksün. Tamam, çok fazla büyük değilsin belki, fakat çok endişelenecekleri kadar da küçük değilsin. Hem kapıyı kapatıp ‘Gidiyorum ben!’ demek, sana göre kaçmak, onlara göre ise ‘birazdan eve dönmek’ anlamına gelebilir. Sonuçta her sabah ‘Gidiyordum ben’ deyip çıkıyor, akşamsa dönüyorsun…” 

İlk kez evden kaçışım olması sebebiyle biraz afallamıştım. O gün birkaç saatliğine evsiz yaşamayı plânladım. Çok kırgındım ve “Bu gece bir yerde uyusam, yarın da eve dönsem… Hem biraz endişelendiririm, hem de kıymetimi anlarlar” diye düşünmüştüm. (Ah, özür dilerim!) Yanıma biraz ekmek ve bir litrelik süt almıştım. Aslında abur cubur dolabında çikolatalar vardı ama ekmekle sütü seçtim. Çünkü hikâye böyle olmalıydı. 

Biraz sokaklarda dolaştım. Garip ve şüpheciydim. Kendimi hiçbir yere ait hissetmiyor, boşlukta adım atıyor gibiydim. Biraz gözyaşı döktüm, silmedim. Yanağımda izler bırakmasını istedim. Bir günlüğüne yarınımı düşünmedim fakat çantamdaki ekmek aklımı kurcalıyordu. Daha önce dikkat etmediklerimin farkına varmaya başladığımı sezdim. Örneğin kaldırımların arasından betonu çatlatıp çıkan çiçekler bana ne kadar da benziyordu; benim şu kırgın ve evden kaçmaya cüret eden âsi yanıma… Âdeta meydan okuyordu var olmak için. Şehir ne kadar dağınıktı; tıpkı ben gibi… Hava soğuktu mevsimlerden yaz olmasına rağmen. Kimsesiz insanları düşündüm. Sokaklar bomboştu. Neredeydi bu kimsesizler? “Kimsesizlere kimse olsaydım, yalnız kalmazdık” diye geçirdim içimden.

Ah! Maverasız dolaştım sokaklarda, sözsüz ve sessiz. Şehrin kesif “maverasızlığını” ise o gün, o sessizlikte fehmettim. Kendimi sorgularken sataşacak bir şey aradım ve buldum. Bu gece evim olduğuna inandığım şehre daha önce hiç bakmadığım gibi bakmayı deneyecek ve şaşıracaktım.

***

Ömer İbnü’l-Hattâb şöyle dedi*: Bir gün Resûlullah’ın huzurunda bulunduğumuz sırada, elbisesi beyaz mı beyaz, saçları siyah mı siyah, üzerinde yolculuk eseri bulunmayan ve hiçbirimizin tanımadığı bir adam çıkageldi. Peygamber’in yanına sokuldu, önüne oturdu, dizlerini Peygamber’in dizlerine dayadı, ellerini (kendi) dizlerinin üstüne koydu ve “Ey Muhammed, bana İslâm’ı anlat!” dedi.

Hazreti Muhammed (sav), “İslâm, Allah’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in, Allah’ın Resûlü olduğuna şehadet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı (tastamam) vermen, Ramazan orucunu tutman, yoluna güç yetirebilirsen Kâbe’yi ziyaret etmendir” buyurdu.

Adam, “Doğru söyledin” dedi. Onun hem sorup, hem de tasdik etmesi tuhafımıza gitti. Adam, “Şimdi de imanı anlat bana” dedi. Hazreti Muhammed, “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe inanmandır. Yine kadere, hayrına ve şerrine iman etmendir” buyurdu.

Adam tekrar, “Doğru söyledin” diye tasdik etti ve “Peki, ihsan nedir, onu da anlat” dedi. Hazreti Muhammed, “İhsan, Allah’a, O’nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir. Sen O’nu görmüyorsan da O seni mutlaka görüyor” buyurdu. Adam yine, “Doğru söyledin” dedi…

***

Akşama yakın, aydınlık, eteklerini sürüyerek uzaklaşırken benden, evlerin pervazlarından sesler işittim. Eve gitmeyi düşünmüyordum. Komşularımı dinledim. Kapılardan, pencerelerden ne çok ses geliyordu! Küsenleri duydum, barışanları gördüm, ağlayanları ve gizlenenleri fark ettim. Pencerelerden akşam ışıklarını topladım. Sokaklarımızda, aynı insanımızda olduğu gibi bir dağınıklık hissediyordum. “Bu ruhsal ve bütünsel dağınıklık, bize bir zamandan miras kaldı” diye geçirdim içimden, “Çınar kesilince yabanî otlar çevirdi etrafımızı. Gölgesiz ve başıboş kaldık. Şehir çatlak kaldırımları, sahip çıkılmayan mirası, yeşilsizliği ve kâinata aykırılığı ile fıtratını örtüyorsa, o şehirde tutsak sensin Feyza! Kaçış plânı senin neyine! Neden kaçıyorsun, evden mi? Senin bu şehirden kaçmak gerek” dedim kendi kendime. O hâlde fıtratım kan ağlayacaktı o gece.

Mükellefiyet, zihniyet ve Müslüman olma kimliğimizin bütününe dair tanımı Cibril hadîste buluyor ve şehri sorgulamaya koyuluyorum. Öncelikle kalpte Müslüman coşkusunu taşımak gerektiğine inanıyorum bir medeniyet inşâsı için. O coşkuyu nerede yitirdik? Nasıl buluruz? Yola çıkmak için hangi soruları sormak gerek? Yalnızlaştığım ve bir anda evsizleştiğim bu şehirde bir güzellik aramanın peşinde soruyorum: “Men İslâm, men iman, men ihsan?”

Etik, inanç ve estetik

“Men İslâm?” sorusu ile başlıyor çetin sorgu. Yani etik (ahlâk) ile... Uygulamalar bu aşamada karşımıza çıkıyor. Neyi nasıl yapacağımız burada sorgulanıyor. İslâm, bir yol haritası çiziyor bize ve ahlâkı sunuyor. “İman sahibi olanların tatbik mükellefiyeti” diyoruz buna. Yaptığımız davranışlar etik mi? Eylemlerimiz iyi mi, kötü mü? 

Âniden bir soru daha geliyor: “Men iman?” Yani inanç aşaması… Burada teorik akılla kavradığımız bir yola çıkıyoruz. Mutlak bilgiye dair ne söylüyorsak, içinde inanç barınıyor. Mutlak, burada elbette Allah’tır. Eylemlerimizi sınırlandıran yahut harekete geçiren her ne varsa inanç aşamasında sorguluyor ve mutlak olanla uyumu arıyoruz. “Eylemlerimiz doğru mu, yanlış mı?” sorularını bu aşamada soruyoruz.

Ardından son sorumuz çıkıyor karşımıza: “Men ihsan?” “Görüyor olmasan da Allah seni görüyor ve biliyor. Bu gerçeğe göre yaşa ve ibadetini buna göre yap.” İşin içine samimiyet ve içtenlik giriyor ve bu aşamada ise karşımıza sanat (estetik) çıkıyor.

Sanat, his duyarlılığıyla ortaya çıkan algıdır. İlgi ile başlar, yönelim gerektirir. İncelen hislere ihtiyaç vardır sanatın ortaya çıkabilmesi için. İhlas da öyle değil midir?

Tüm yapıp etmelerimize/eylemlerimize bu soruları sorduğumuzda ve yanıtladığımızda bir hikâye çıkıyor ortaya. Bu hikâye, ister medeniyet, ister insan ve toplum inşâsı olsun, bize ortak bir amaç için yol ve yöntem sunuyor. Şehri ve aslında birçok şeyi maverasızlıktan kurtaracak tarifi bize veriyor. Yaşadığımız kültür bizleri şekillendirir; bu yüzden şehrimizin fıtratına kavuşmasına ihtiyacı vardır ki bizler de iyileşebilelim. Asfalt ve ziftle mücadele eden o çiçekler fıtratımızı çağırıyor, duyalım!

Şehir-toplum inşâsında ilk soru: “Yapacaklarımız; iyi mi,  kötü mü? Sonuca ulaşacağız, fakat ahlâkî bir yolla mı?” Sonraki soru: “Yapacaklarımız doğru mu, yanlış mı? Mutlak olanla uyuşuyor mu, nassa aykırı mı?” Ve son soru: “Yapacaklarımız güzel mi, çirkin mi? Samimiyet barındıracak mı, estetik bir haz uyandıracak mı?” Ancak ve ancak bu sorular dürüstlük ile cevaplandığında güzel olana şahit olacak ve güzeli yaşayacağız.

***

Evden birkaç saatliğine kaçmış bir kızın bunları düşünmeye ne hakkı vardı, değil mi? Üzgünüm, ben maverasız şehrin çocuğuyum. Çatlamış kaldırımların arasındaki çiçeğim ben. Beni fark etmiyorlar, üstüme basıp geçiyorlar bazen. Suçlamıyorum onları, çünkü herkesin acelesi var. O yüzden bu gece evsizim! Dünya dönüyor. Herkesin yetişmesi gereken bir yeri, bir kimsesi var.  Ben ise, işte durduğum yerde duruyorum, köklerimden toprağa çakılıyım! Hesap soruyorum asfaltlara; kendime bir yer arıyorum. Benim adım “çiçek”. Fakat bir gün beni söküp atacaklar kaldırımların arasından çirkin ve uyumsuz göründüğüm için. Sokakları ve şehirleri beğenmediğim ve onları yargıladığım için…

Bir müddet sokaklarda harbimi çetin bir şekilde yaşadıktan sonra, geceyi nerede geçirmeye karar verdim, biliyor musunuz? Söylemek istemem, çünkü 19 yaşında, belki birazcık büyükçe bir kız için komik sayılabilecek bir yere… Evimizin çatısına…

Ama söylemeliyim, orada bulamadılar beni. Akşam olduğunda “Eve gel, neredesin?” dediklerinde, “Sizden ve kendimden çok uzaklardayım, bu gece gelmeyeceğim” dedim. Sütüm yarımdı, ekmeğim bitmişti. Gelmem için çok ısrar ettiler, dayanamadım. “Geliyorum, ama yolum uzun; eve varışım biraz zaman alabilir” dedim. Yaklaşık bir saat çatıda bekledikten sonra, beş kat aşağı inmemle eve vardım. Fakat elbette bir saat yürümüş ve yorulmuş hâlimle kapıyı çaldım. İşte evden böyle kaçtım!

 

*Müslim, Îmân 1, 5. Ayrıca bk. Buhârî, Îmân 37; Tirmizi Îmân 4; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Nesâi, Mevâkît 6.