
EVVELKİ gün bilgisayarda
bir metin okurken bir ara dalmışım. Kendime geldiğimde gördüğüm şey karşısında
ürperdim. “Aman Allah’ım, bu gerçek olsaydı ne yaparım?” diye düşündüm. Hemen
gittim, elimi yüzümü bir güzel yıkadım. Üstüne bir de abdest alıp iki rekât
şükür namaz kıldım gördüğüm şey dalgınlık hâlindeki düşüncelerden ibaret olduğu
için…
O
kısacık sürede içine daldığım bir çeşit kâbusa benzeyen düşünceler şöyleydi:
Ruz-i
mahşerdeymişiz. Bir taşra kasabasında öğretmenlik yaparken hocalık ettiğim bir
öğrencim belediye başkanı olmuş. Ben, kötülüklerine mâni olmadığım ve onu
engellemek için çalışmadığım için sorguya çekiliyorum. Kabahatim, öğrencim olan
bu kişiye sırat-ı mustakimde olmayı öğretmemek ve göreve geldikten sonra kötü
işlerini gördüğüm hâlde mâkâmına varıp “emr-i bil maruf nehy-i ani’l-münker”
yapmamak…
Onlara
diyorum ki, “Hayır, ben görevimi yaptım! Bahsettiğiniz bu zâta çok şey öğrettim,
gençlik yıllarında İslâm inanç ve öğretisini anlattım. Daha ne yapabilirim ki?
İrade kendi elinde. Allah, Hazreti Peygamber’e (sav) bile ‘Sen sadece uyarmak
ile mükellefsin’ diyor”…
Diyorlar
ki, “Hayır, sen görevini yerine getirmedin! Başkalarının başkanı, ama senin
öğrencin… Bu adamın yanına rahatlıkla gidip hatalarını yüzüne söyleyip
uyarabilecekken bu işi yapmadın. Senin yerine etrafını kötülük ile maruf
insanlar sardı. Yalakalık yaparak kendisinde olmayan meziyetleri varmış gibi
gösterip kandırdılar. O da onların peşine takıldı gitti”.
Ben
diyorum ki, “Hangi kötülüğüne mâni olabileceğim hâlde mâni olmadığımı söyler misiniz?”.
“Hırsızlık
ile maruf filanca kişiyi yanına alırken gidip uyarmadın, ‘Bu adamı yanına alma’
demedin. Sadece sağda solda eleştirdin. Bilgisi, ehliyeti ve liyakati olmayan
insanlar etrafını sararken, sen sadece kendi kendine, ‘Bu adam ne yapıyor,
bunların etrafını çevirmesine neden izin veriyor?’ diye hayıflandın” diyorlar.
Ardından,
“Sırf daha önce arkadaşı olduğu için kıramadığından, bazı kişileri belediye
birimlerinin başına göreve getirirken, incitirim endişesiyle uyarmadın. Senin yerine
başkaları gele gide ünsiyet peydah edip şu aklı verdiler: ‘Siyâsette
muhaliflerin şerrinden kurtulmanın en kolay yolu, ufak tefek görevler vererek
onları yakınına almaktır. Sen de öyle yapmalısın. Falanca ve filanca kişilerin
muhalefetini kırmak için yanına almalısın’ dediler. Sonra ne oldu? Belediye
kötülerin harman yerine döndü.
Başkan
olmadan önce iyilik ile maruf, çevresi tarafından sevilen ve sayılan bu kişi,
zamanla çevresine topladığı insanlara benzedi. Haktan uzaklaştı, halk da ondan
uzaklaştı. Sonunda sevilmeyen, sayılmayan, tıpkı çevresindekiler gibi kötülük
ile anılan bir kişi hâline dönüştü. Bununla da kalsa ne ise, şehrin beş yılı
heba oldu. Kötü insanlar haksız yere haram kazançla zengin oldu. Kötülük
sıradanlaştı” diye ekliyorlar…
Bu
suçlamalar karşısında dizlerimin bağı çözüldü, dermanı gitti, dilim damağım
kurudu, söyleyecek bir söz bulamadım.
Evet,
bütün bunlar doğruydu. Ben gerçekten de görevimi yapmamış, sözüm tesir
edecekken, “Yanlış anlaşılırım” diye başkanı uyarmamıştım. Sadece çevresindeki
bir iki kişiye (dürüst olduklarına inandığım için) bunları anlatıp “Başkana
söyleyin, onu uyarın” demiştim. Meğer onlar da bu işi yapmamışlar.
Sonra
zebaniler koluma girip beni ateşe doğru sürüklerken korkudan ödüm patlıyor. İşte
o esnada kendime geliyorum!
“Kendi
kendime, sırf uyarmadığı için bir insanın akıbeti böyle olursa, bizzat kötülük
yapanların hâli nice olur?” diye mırıldandım.
Sağ
yanına mafyayı, sol yanına mahir bir hırsızı alarak, “Ben hiç haram yemedim,
belediyenin malını da kimseye yedirmem” diyen sözde dürüst başkanlara selâm
olsun(!)…