
“HAKK tecelli eyleyince her işi âsân eder/ Halk eder esbâbını, bir lahzada ihsân eder…”
Bir dağcı istediği kadar “Everest’e çıktım” desin, zirvede yaşayacağı ölüm tehlikesi, dağın ovasından da, yamacından da fazladır. Yukarıların yüksekliği aldatmamalı. Çıkışa en yakın yer düz, düşüşe en yakın yer zirvedir zira.
Bugün Türkiye, geldiği noktaya kolay yollardan erişmedi. Gerek Devletimizin geleneksel dinamikleri, gerek Devlet Başkanımızın liderliği, gerek Cumhur İttifakı’nın millî ruhundaki büyük kenetlenme bu işi öyle bir seviyede yürüttü ki mesele kolay gibi göründü. Bu duruma “sehl-i mümteni” denir. Yani “imkânsızı kolay eylemek”…
Fakat ne yazık ki hâlâ insanımızdaki düşüncesizlik, endişesizlik, utanmazlık, arlanmazlık ve nankörlük oldukça fazla. Devlet’in millî çıkarlarını kendi siyâsî çıkarları üzerinde tutanlarla birlikte yaşamak, lânet olsun ki çaresizlik içerisinde insanı üzüyor. İçimizde öyle hain beslemeleri var ki, Türkiye’nin artık bölgesel oyun kurucu ve küresel oyun bozucu bir devlet olmasından rahatsızlık duyarak ABD ve İsrail’in eteklerine yapışmış durumda hareket ediyorlar.
ABD Başkanı Trump’ın görevini henüz eline almadan evvel sarf ettiği “Türkiye büyük bir güç ve Erdoğan iyi anlaştığım biri, büyük bir askerî gücü var. Ve savaştan yorulmadı. Yani çok güçlü, kuvvetli bir ordu kurdu” şeklindeki sözlerine bile tahammül edemiyorlar.
Suriye’de kazanan, Türk Devleti oldu. Bu yorum değil, tespittir!
Nitekim herkes bunu kabul ediyor. Sırf Erdoğan’a da siyaseten yarayacak diye Türk Devleti’nin her yönüyle lehine gerçekleşen bir gelişmeye karşı çıkmak, Türk Devleti’ne karşı çıkmaktır. İktidara muhalefet olmayı Türk Devleti’ne muhalefet görmeyenlerden Allah korusun!
Emekli asker analizciler, Avrasyacılar, BOP takıntılı Ulusalcılar! Ne dediyseniz, hepsinin tersi çıktı. Hep yanıldınız, hep yanılttınız. Hâlâ yanıltmaya devam ediyorsunuz. Bin defa, “Ortadoğu kaosundan Türkiye küçülerek ve zayıflayarak değil, büyüyerek ve güçlenerek çıkacak” dedik; İsrail endişeyle “Türkiye komşumuz oldu” derken, Yunanistan panik hâlinde Yeni Osmanlı’nın canlandığını düşünürken, ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa şaşkın şekilde Türkiye’nin bölgede çokça güçlendiğini konuşuyorken, Rusya ve İran moralsiz durumda Suriye’de kaybetmelerine inanamıyorken, Çin dahi heyecanlı biçimde Yeni Suriye’nin inşâsı için rol kapmaya çalışıyorken yani dünya Türkiye’den bahsediyorken, kimi kıskançlıkla izliyor, kimi hakkını teslim ediyor. Üzülerek belirteyim, bizde muhalefet bu anlamda yeni Suriye’yi okuyamıyor, eski ezberlerden, klişelerden ve ideolojik taassuptan kurtulamıyor.
Biz Türk’üz!
İsrail ve ABD kendine artık yetmiyor. Öyle ya, herkesin, her şeyin bir sonu var. Bütün akıbetler yaşanan hayat gibidir. İsrail ve ABD’yi de kuruldukları ve yaşadıkları şekil üzere bir son bekliyor. Bu ana hedef dışındaki her şey boştur.
Biz Türk’üz. Camilerin kubbelerindeki kurşunu söküp kadınlarımıza mühimmat atölyelerimizde mermi yaptırmışız. Bu milleti bu kadar boş beleş görmemek gerek bu yüzden. Maya başka!
Biz Türk’üz. Adamın aklını başından alırız. Şu an sahadayız. Olmamız gereken yerdeyiz; olmamız gerektiği kadar… Ümitsizliğe bu yüzden yer olmamalı. 300 seneden beri sıkıntıdaydık. Yokluk çektik, yenilmedik, yok olmadık. Şu an varlıklıyız, kudretliyiz ve muktediriz. Lütfen düşman tarafındaki tepelerden bakmayın bizim tarafa. Bizim tarafımızdan bakın. PKK kadar bile cesur olamayacak mıyız?
“Ha bugün, ha yarın yok olduk, olacağız!” anksiyetesi geçirenler vardı, buna gerek var mıydı? Biz Türk’üz, İslâm’ın son ordusuyuz. Âleme nizam koyucusuyuz. Bizsiz dünya dönmez. Biz bilmesek de bu böyle. Çünkü bugüne kadar böyleydi. Tarihte aynı anda onlarca cephede savaşıp galip geldiğimiz bir durum yaşanmadı. Bugün her üssümüz eskinin bir ordusu gibi.
Korkmayın, saldırın!
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (sav) dünyayı şereflendirdiklerinde, Kisra’nın sarayı sallandı, binlerce yıl yanan Mecusi ateşi söndü. Yine aynısı olacaktır. Kerbelâ’nın intikamını Allah geriye bırakmaz. Şiilerin helaki, Firavun’un helakinden daha uzun sürmeyecek. İsrail, aç kalınca kendi kuyruğunu yiyen bir milletin ürünü. Biz elâlemin artistliklerine ömür harcamayalım, düşmanı kendi silahımızla vuralım.
Tabiî ki endişelerimizi dile getirmeli, ikazımızı yapmalıyız. Ancak korkudan uzak durmak, korkuyu yaşatmamak lâzım. Bunun için de hainlerin ve dış mihrakların yaymaya çalıştığı plânlı stratejik bilgileri iyi süzmek gerek.
Devlet’in aylardır hazırlığı vardı. Bizim bilmediğimiz yığınla bilgiyi harmanlayıp alternatifli bir sürü yol tespit edilmiştir. Burası Ortadoğu, kurtlar sofrası. Devlet bu bölgeyi ve bölgede cirit atanların plânlarını bilmiyor mu? Devletsek, biliriz. Devlet Aklımız varsa, biliriz. Elhamdülillah, binlerce yıllık bir Devletiz ve müthiş bir Devlet Aklımız var.
Elbette karşı taraf da boş durmayacak, durmuyor da... Ama emin olalım, onların hamlelerine karşı bizimkiler de hamle yapıyor ve yapmaya devam edecek. Soluğumuz uzun, endişe etsek de ikazımızı yapıp ümitsiz olmayalım. Son bir aylık süreç için ne zafer naraları atmak doğru, ne de karamsar bir tablo oluşturmak... Bu milletin geleceğini düşünenlerin kaygılarını eminim hepimiz taşıyoruz. Müslümanların zaferi kolay olmayacak, gelişmeler kimine göre İsrail’in yararına görünüyor olabilir. Ancak bizim de kurulan oyun içinde bir oyun kurmamız gerekiyor. Bu uygulanıyor da. Bu anlamda Devlet Başkanımızın “çakal” açıklaması önemli. Hamasete kapılmadan, vakur bir şekilde, her türlü hazırlığımızı yapmaya devam etmeliyiz.
Suriye Hava Kuvvetleri ve hava savunma sisteminin yıkımını İsrail yapıyor. 50 yılı aşkın süredir ilk kez düşmanın hava kuvvetleri, bu üslerin tamamına saldırıyor. İki günden kısa bir sürede yüzlerce uçakla 300’e yakın saldırı… Bu konuda Esed’in İsrail ile işbirliği yaparak vurulan hedeflerin koordinatlarını dahi Esed’in ve hainlerinin vermiş olabileceği düşünülüyor. Zira saldırılar böyle görünüyor. Yeni Suriye yönetimini silahsız, hava gücünden yoksun ve savunmasız bir hâlde bırakmak istiyorlar.
Bu anlamda temkinli ve duyarlı olalım. Kaldı ki, dünyanın en yalancı üç devleti yani Rusya, İran ve İsrail ile karşı karşıyayız. Onların ürettiği argümanlara dikkat etmemiz lâzım. Neden onların oluşturduğu algıların peşine takılıyoruz ki, onlar bizim peşimize takılsınlar.
Türkiye’de eğitim almış, Türkçe öğrenmiş ve burada deneyim kazanmış milyonlarca Suriyeli, ülkelerine döndüklerinde Suriye’nin yeniden yapılanmasında önemli bir rol oynayacak. Suriye’de 300 binden fazla Türk vatandaşı seçimlerde oy kullanacak ve 5 milyon Türkçe bilen Suriyeli, Türkiye ile bağlarını sürdürerek iki ülke arasında doğal bir köprü görevi görecek. Bu insanlar, Suriye’nin geleceğine yön verirken Türkiye’nin bölgedeki etkisini de güçlendirecek.
Suriye’deki yeni gerçek
Suriye’de artık bir gerçek var: Sahada ve masada iki devlet, Türkiye ve ABD (İsrail, İngiltere, AB ve diğerleri) mevcut. Tel Aviv geçmişte olduğu gibi gelecekte de Siyonist ittifakın desteği ve himayesi altında siyaset izlemeyi sürdürecektir. Kendisi masada olmasa da yıkıcı ve caydırıcı gücünün yanı sıra siyâsî gücünün daima masada olmasını Siyonist ittifakın büyük güçleri (ABD ve Birleşik Krallık) aracılığıyla sağlamaya çalışacaktır. İkinci kez ABD Başkanı seçilen Trump’un bu döneminde de devam edecektir.
Türkiye şu ana kadar içeride ve dışarıdaki hainlere “Dur!” dediyse,
şimdi daha güçlü ve birçok şeyi başarmış olarak masada olacak. Her şeye rağmen gelecek, bugünden daha iyi olacak. ABD Başkanı Trump’un coğrafya ile izleyeceği strateji, insanlığın yüksek değerlerini mi önceleyeceği yoksa Siyonizm’in hizmetkârı mı olacağı konusunda sadece bölgeyi değil, insanlığın geleceğini derinden etkileyecek veriler sunacak.
Siyonist terör rejimi bölgede İran’ı acil karşı konulması gereken tehdit olarak değerlendiriyor. Tahran rejiminin gücünün zayıflatılması ve geriletilmesi ile birlikte Türkiye’nin güç kazandığını ve birleştirici bir güç olarak Suriye ile Irak’ta inisiyatifler geliştirdiğini yakından takip eden Siyonist terör rejiminin gelecekte Türkiye ile karşı karşıya gelme ihtimâline karşı proaktif bir yaklaşımla hareket ederek bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmek isteyeceğini görmek gerekiyor.
Suriye’de rejimin çökmesiyle birlikte bölgede tarihî bir dönüşüm süreci başladı. Türkiye’nin yıllardır savunduğu ilkeler bir kez daha doğrulanıyor.
Tarihî bir açmaz
Gelelim tarihî açmazlarımızdan birine, ki tam zamanıdır!
Halep, Lozan’da kaderine terk edildi. Acı ama gerçek bu. Bu konuya girmek ve meseleyi aydınlatmakta fayda var. Çünkü gerçekleri tarih yazar.
Hatay ve Musul gibi Halep de Mîsak-ı Millî sınırları içindeydi; bu yüzden zaferden sonra gidilen Lozan Antlaşması’nda dâvâ ve talep edilmeliydi. Fakat Lozan’da ayrılmaz bir bütün olan Mîsak-ı Millî sınırları esas alınmamış, “Ne pahasına olursa olsun, bir an önce antlaşmak” politikası takip edilerek taviz üstüne taviz verilmişti. Lozan müzakerelerinde İsmet Paşa, Halep konusunda doğrudan veya dolaylı olarak hiçbir talepte bulunmadı. Tam tersine, Halep’in kaybını öngören 1921 tarihli “Ankara İtilâfnamesi”nin teyidi talebinde bulundu. Hâlbuki Fransa ile imzalanan Ankara İtilâfnamesi tam anlamıyla ve hukuken bir antlaşma (muahede) değil, bir anlaşma (uzlaşma) idi. En önemlisi de, bu itilâfname Fransız Parlamentosu ile TBMM’de onaylanmış değildi. Dolayısıyla yapılması gereken, Lozan’da bu itilâfnameyi müzakereye açmak ve Suriye hududunu Mîsak-ı Millî’de belirlenen tabiî sınırlar olarak kabul ettirmeye çalışmaktı.
Ankara İtilâfnamesi’ni Sevr ile mukayese etmek gerekiyor. Nasıl ki Sevr mukabil parlamentolar tarafından onaylanmadığı için proje olarak kalmışsa, Ankara İtilâfnamesi de mukabil parlamentolarda onaylanmadığı için proje safhasında kalmıştı. Lozan’da bu durum dermeyan edilmeli ve Suriye hududu yeniden müzakereye açılmalıydı. Ankara İtilâfnamesi’nin savaş sırasında yapılmış geçici ve taktik bir ateşkes anlaşması olduğu ileri sürülmeliydi. Fakat İsmet Paşa Lozan’da bunun tam tersini yapmış, Ankara İtilâfnamesi’nin bütün ekleriyle kabulü için gayret sarf etmişti.
Hâlbuki diplomatik müzakerelerde prensiptir; niyet edilen ve hedeflenenden daha fazlası istenir, niyet edilen noktaya kadar pazarlık yapılır ve en sonunda da en azından niyet edilen gayeye ulaşılır. Bu prensipten hareketle Lozan’da İsmet Paşa, Halep’ten ötesini, hatta Suriye’nin tamamını talep etmeliydi. Pazarlıklar sonucu hiç olmazsa Halep dâhil, Misak-ı Millî’nin gereği olan Suriye’nin kuzeyini alarak müzakereyi tamamlamalıydı. Fakat İsmet Paşa’nın Lozan’daki psikolojisi, muzaffer değil de mağlûp ve teslimiyetçi bir komutanın psikolojisine daha yakındı.
Halep neden dâvâ ve talep edilmeliydi? Çünkü Halep siyâsî, sosyal, kültürel ve iktisadî olarak Mîsak-ı Millî sınırları içinde kalan bölge ile bütünlük arz ediyordu ve aynı bölge içindeydi. Halep Antep’ten, Hatay’dan, Urfa’dan ve Maraş’tan da, Kilis’ten, Nusaybin’den ve Suruç’tan da ayrılamaz. Bütün bu yerler aynı bütünün parçalarıdır.
Ankara İtilâfnamesi’nin anormal sınırlarını Meclis’te tenkit eden İzmit Mebusu Sırrı Bey’in dediği gibi, bütün bu yerler bir bütünün parçalarıdır, “coğrafya ve etnografya birbirinden ayrılamaz”. Yine Sırrı Bey’e göre bu itilâfnamenin kabul ettiği hudut, gayr-i tabiî ve gayr-i ilmîdir; ayrıca bu hudutlar Batılıların kabul ettiği “milliyetler” prensibine de aykırıdır.
Yeni Suriye’de Türk Devleti etkisi
Suriye’de rejimin çökmesiyle birlikte bölgede tarihî bir dönüşüm süreci başladı. Türkiye’nin yıllardır savunduğu ilkeler bir kez daha doğrulanıyor. Sığınmacılar, Geçici Koruma statüsünden çıkacak ve birçoğu ülkelerine dönecek. Ben bir sene içinde en az 1 buçuk milyon Suriyelinin ülkesine döneceğini tahmin ediyorum. Bu binlerce arabanın, evin ve eşyanın satışı anlamına geliyor. Satılık ve kiralık ev bulmanın 2025'te çok daha kolay olacağı görüşündeyim.
Ancak Türkiye’de eğitim almış, Türkçe öğrenmiş ve burada deneyim kazanmış milyonlarca Suriyeli, ülkelerine döndüklerinde Suriye’nin yeniden yapılanmasında önemli bir rol oynayacak. Suriye’de 300 binden fazla Türk vatandaşı seçimlerde oy kullanacak ve 5 milyon Türkçe bilen Suriyeli, Türkiye ile bağlarını sürdürerek iki ülke arasında doğal bir köprü görevi görecek. Bu insanlar, Suriye’nin geleceğine yön verirken Türkiye’nin bölgedeki etkisini de güçlendirecek.
Bundan sonra Suriyeliler, diğer bağımsız ülke vatandaşları gibi pasaportlarıyla Türkiye’ye gelip gidecek, oturma ve çalışma izni alabilecek. Türkiye’nin yıllardır sürdürdüğü insanî ve stratejik politikalar, bu süreçte bölgesel barışa ve istikrara önemli katkılar sağlayacak. İki ülke arasındaki bağlar bu yeni dönemde daha da güçlenecek.
Fransa, Şam’da büyükelçiliğini açtı. ABD, İngiltere, Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri de en kısa sürede Şam’daki büyükelçiliklerini açacak. Batılı demokrasiler Suriye’deki yeni muhalif iktidarı meşru iktidar olarak tanıyacak ve Suriye bölünmeyecek. Bu da Türkiye’nin dik duruşu ve başarısı olarak kabul edilip tarihe geçecek.
Suriye’deki Kürt nüfus yüzde 3-4 civarındadır. YPG ise Suriye’nin yüzde 30’unu yani Kürtlerin demografik oranlarının 10 katı büyüklüğünde bir alanı kontrol ediyor. Suriye’deki Türkmen nüfus (5 milyon), Suriye’deki Kürt nüfusun (1,2 milyon) en az 3 katı. Türkmenlerin yeni dönemde ne kadar etkili olacaklarını göreceksiniz.
Türkiye olarak şimdiye kadar Suriye meselesinin hep cefasını çektik, en büyük bedeli biz ödedik (ödüyoruz), bırakın da Suriye’deki mevcut yeni durumun birazcık sefasını biz çekelim. “Bu BOP projesidir” diyerek, cefasını çektiğimiz yerin sefasını başka güçlere mi bırakalım?
İstanbul’dan Hicaz’a doğru: Kâbe’ye giden yol
Etrüksler vardı, Kavimler Göçü olmuştu, dünya şekillenmişti. Sonra Peygamberimiz (sav) doğdu, Mecusilerin ateşi söndü, Kisra’nın sarayı yıkıldı. Sonra Mescid-i Aksa, sonra Mescid-i Haram kıblemiz oldu. İslâm fetihleri önce düşmanı def etmekle başladı. Bedir’le başlayan cihat silsilesi Mekke’den sonra ilkin Şam’ın fethiyle devam etti. Emeviler ve sonra Abbasiler devri girdi. Sa’d bin Ebî Vakkas tâ Çin’e kadar gitti. Efendimizin ailesi Semerkand ve Buhara taraflarına gittiler. Uzak Asya Müslümanlarını ise Semerkand üzerinden Anadolu’ya gönderdi kader. Yine bir Bağdat ve Şam (Irakeyn Seferi) üzerinden Mısır Seferi sonrasında Osmanlı bir cihan devleti oldu…
Dünya yuvarlaktır. Bir şeyin başı ile sonu bu yüzden birbirine çok benzer. İlkbahar ile sonbahar aynıdır neredeyse. Bazen şaşırtır da insanı. Kader de yuvarlaktır. Çünkü merkezinde dünya vardır. Tarih bu gerçeklerden dolayı tekerrür eder; istediğiniz edebiyatı yapın, tarih tekerrür eder. Çünkü sahibi Allah’tır. Hikmetiyle iş görür.
Bütün bunlardan sonra yaratılışa bakalım. Allah kâinatı, “Ben gizli bir hazineydim, bilinmek murâd ettim” buyurarak yarattı. Kendisini en iyi bilecek olan da Efendimiz’dir (aleyhi’s-salât u ve’s-selâm). “Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım” buyurduğu Habibi, Sevgilisi… Kâinatı ve insanlığı Efendimize (sav) arkadaş kılmak için İslâm’ı gönderdi. Âdem Nebî’den (as) beri Allah (cc), hem insanlığı, hem İslâm’ı Efendimize uyacak şekilde geliştirerek ona getirmiş, İslâm ve Peygamber Efendimizi güzel ahlâkın tamamlanmış hâli olarak göndermiştir. Yani bu varlık âleminde esas olan İslâm’dır, şeytan ve avenesi değil.
Allah (cc), İslâm’ın muhafızı olarak Türkleri yaratmıştır. Bunu sorgulayan, anlamakta zorlanan Türk değildir. İzah etmeye gerek yok, çünkü bu genetik bir meseledir. Türk olmayan anlamaz bunu. Dolayısıyla Müslüman kaybetmez, Türk kaybetmez. Müslüman şehit olur veya ölüp ebediyete göç eder. Türk muharebe kaybedebilir ama harbi asla kaybetmez. Aslolan muharebe değil, harptir.
Uzun lafın kısası, Kurtuluş Savaşı’nın şekli ve manzarası, bugünkü Âlem-i İslâm’ın manzarasından daha kötü ve imkânsızdı. Bolşevik İhtilâli’nden sonra Türk cumhuriyetlerinin hâli perişandı. Fakat her şey değişti; tıpkı şundan birkaç yıl öncekine göre bugün gibi…
Yeni dünya düzeni geliyor. Bu yeni düzende kılıç kalkan yok, atın hepsini. Bu yeni düzende gaz lâmbası yok, dökün gaz yağlarını, kırın fenerleri. Bu düzende eskilere yer yok, terk edin onları. Bu düzende eski fikirlere yer yok, bırakın köhne düşünceleri.
Bugün içeride 3 buçuk milyon, Suriye içinde 4 milyon insana bakmak ve yetiştirip onlardan Kuva-yı Milliye ordusu çıkartmak zordur. Üstelik Esed’e karşı PKK ile birlik olanları bile kendi tarafımıza almak az bir iş değil. İsrail ise henüz bizimle karşılaşmadı. Dünyanın en büyük palavracısı İran’ın bir kâğıttan kaplan olduğunu gördük. Ayrıca ABD daha bugüne kadar bir savaş kazanmış değil. İkinci Dünya Savaşı dâhil... Almanları Ruslar yendi, ABD değil. Üçüncü palavracı da Ruslar çıktı.
Türkiye’nin Sağ-Sol kavgasında bu üç palavracı var. Buna “propaganda” deniyor. Bizse şimdi sahadayız, piyade hâlde yürüyoruz. Bugüne kadarki sistemle yetişenler bu yeni manzarayı göremiyorlar. Hazırlanın karşılamaya, Türk cihan hâkimiyeti tesis ediliyor!
Aslında şöyle bir şey oluyor: Gerek açık, gerek dijital ve ana akım medya kaynaklarında tamamen bir tiyatro sergileniyor. Meselâ Ukrayna, Güney Kore, Kuzey Kore, Kanada, Afrika’nın tamamı (Somali, Kenya, Sudan, Madagaskar, Güney Afrika Cumhuriyeti ve Kuzey Afrika) ve Ortadoğu’da bir tiyatrolar bütünü mevcut. Çin’in Afrika ve Ortadoğu’daki varlığına karşı ABD’nin 35 trilyon dolar borcu bulunuyor. Türk Cumhuriyetleri güçlenirken Rusya ölüm kalım savaşı veriyor. Fransa’nın içine düştüğü yok oluş sıkıntısı bir başka yanda… Bizim televizyonlar yangın çıkan bir binayı “atom bombası” diye yemişler(!). Japonya gibi anlatıyorlar şimdiki haberlerde. Bunun sebebi şu: 20 yılı aşkındır iktidardayız ve muktediriz ama gerek Devlettekiler, gerek siyasettekiler ve de halk, buna inanamıyor. Çünkü Menderes ve Özal deneyimleri var. Bu durum etraf-ı âleme bakışımızı etkiliyor ve bizi, tıpkı dayısını tahttan indirmek isteyen İkinci Abdülhamid’in torunu Prens Sebahaddin’in durumuna sokuyor. Buna karşı fikir ve hareket sistemimizi İlâ-yı Kelîmetullah için Türk cihan hâkimiyeti mefkûresi ve Kızılelma istikametinde revize etmeliyiz.
Özetle diyorum ki, Suriye’deki halkın devrimi Orta Doğu’da yeni bir milât olacaktır. Bugüne kadarki sistemle yetişenler bu yeni manzarayı göremiyorlar. Oysa Ortadoğu’dan Kafkaslara kadar uzanan bir Türk-İslâm cihan hâkimiyeti geliyor. Komutanı da Recep Tayyip Erdoğan…
Kanımız aksa da zafer İslâm’ın! Allah, Türk’ü korusun ve yüceltsin! (Âmin.)