John Berger’e Müslümanca bakmak

“Bunun üzerine onlar (Âdem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve Cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.” (Tâ-Hâ, 121)

HAYATIMDA ilk defa John Berger okumaya başladığım gün, yazarın ölüm yıldönümüne rastladı. Nedendir bilmem ancak kendimi böyle rast gelişlerin ortasında bulurum çoğu zaman. Ve çok da hoşuma gider bu durum. Seçilmiş bir vaktin seçilmiş bir anında doğru bir iş yaptığımı düşündürtür bana.

Nihayetinde, Berger’in “Sanatla Direniş” isimli kitabına başladığımda bu tür duygular içerisinde yer alıyordum.

Sahifelere gömüldükçe kafamı bazı soruların kurcaladığını fark ettim. Ben bu kitabı neden okuyorum ve yazılan tüm bu paragraflara Müslümanca bir bakış açısıyla yaklaşabilmek mümkün mü?

İşte beni tüm bu satırları yazmaya iten kuvvet, bu sorulara aradığım cevaptı. Ve en nihayetinde, yazarın Michelangelo’ya ayırdığı bölümü okuyup birkaç dakika nefeslenmemin ertesinde kurduğum soru cümlelerinin karşısına nitelikli cevaplar koyabildiğimi sanıyorum.

Rönesans’ın en meşhur ressamının bugün Vatikan’da yer alan Sistine Şapeline resmettiği fresklerden bahsediyordu Berger. “Âdem’in Yaratılışı” ve “Son Hüküm” gibi ünlü fresklerin yanı sıra Davut heykelinden açılmıştı bahis. Her bir anlatının anlam kuyusunu kazarak bugüne değin gezmiş olduğum arkeoloji müzelerini, antik kent ve kiliseleri, kutsal kitapları, okuduğum metinleri, el kitapçıklarını ve daha öncesinde yazmış olduğum yazıları bir arada düşünmeye çalışarak bir bütün oluşturmaya gayret ettim.

İşin başında söylemeliyim ki, insanoğlunun dünyadaki serüveninin kesintisiz devam ettiğine inanan biri olarak, yeryüzüne işlenen her satırdan sorumlu olduğumuzu düşünüyorum. Hele konu Berger’in de kitabında detaylı şekilde irdelediği Michelangelo bahsine gelince, bu noktada biraz durup düşünmek gerektiği fikrini savunuyorum.

Öncelikle bahsedilmesi gereken husus, meşhur ressamın yüzyıllardan beri konuşulagelen fresklerini bugün Vatikan’da bulunan Sistine Şapeline yapmış olmasıdır bana kalırsa. Bu noktada bahsi geçen şapelin Papa’nın resmî ikametgâhı ve Papalık seçimlerinin yapıldığı    Apostol Sarayı’nda bulunması, işin önemini kavramak açısından bir başka detaylandırma olacak.

Bu freskler arasında en meşhurlardan biri olan “Âdem’in Yaratılışı” tasvirinde, Tanrı ve Âdem arasında gerçekleşen kısa süreli dokunmatik an için şöyle diyor John Berger: “Acaba sen de benim gibi o elin dokunuşunu ve geri çekildiği o olağanüstü anı hayâl ettin mi bir zamanlar?” Ve evet, yaratılışın bu freskte anlatılandan çok daha öte ve çok daha anlamlı bir anlatıya sahip olduğuna iman eden bizler için 1500’lü yıllarda yapılan ince işlemelerin başkalarının dünyasında ne anlam ifade ettiğinin sırrına da erişmek gerekiyor. Bir görüşe göre freskteki anlatı Tanrı’nın Âdem’i yaratması hâdisesiyken, diğer görüş Rönesans döneminde toplumun dinden kopuşunu simgelediği yönünde savunmada bulunuyor. Bu noktada sanat ve dinî yaklaşımın dünden bugüne her toplumda bir araya gelmiş olduğunu ve bu bir aradalığın gelişen yeni modellere karşı koyarak sonsuza değin devam edeceğini de görmüş oluyoruz.

Sonunda, John Berger’in de dikkat çektiği gibi, genel Hıristiyan anlatısı uyarınca Michelangelo’nun insanlarının çıplak tasviri, Âdem’in, Davut’un, Son Hüküm’deki binlerce insan figürünün öne çıkardığı güç, erk, yücelik ve doğurganlık gibi unsurlar gözetildiğinde, dünden bugüne uzanan belli bir anlayışla karşılaştığımızı görüyoruz.

Ermiş’in yazarı Cibran, yaptığı karakalem çalışmalarında insanlarını her zaman çıplak olarak resmeder ve yaratılışın temelinde çıplaklığın yattığını savunur. Bu noktada Berger’e, Michelangelo ve Cibran’a Müslümanca bakma anlamında tam karşılarına Tâ-Hâ Sûresi’nin 121’inci ayetini koymamıza kim karşı çıkabilir: “Bunun üzerine onlar (Âdem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve Cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Âdem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.”