İzzet Altınmeşe: “Türkü evreninde izimi buldum”

Sevdâmızı, üzüntümüzü, neşemizi, kederimizi anlatır türküler. Çanakkale’den Yemen’e, Sarıkamış’tan Balkanlara kadar cephelerde yaşadıklarımız, cephe gerisinde yaşananlar türkülerimizde işlenmiştir hep. Hasretimiz, ağıdımız, aziz şehitlerimiz ve kahraman gazilerimiz… Hepsi…

TÜRKÜLERİMİZİ o özel sesiyle tertemiz şekilde yorumlayan, Türk halk müziğinin duayenlerinden İzzet Altınmeşe ile gerçekleştirdiğimiz söyleşinin bugünkü bölümünde, çok kıymetli sanatçımızın çok özel şiirlerini de okuma fırsatı bulacaksınız…

Biz kendisinden bizzat işitmekle nasipliyiz; niyâzımız, cümle Anadolu’nun yine onun sesinden işitmesi…

Elbette dün belirttiğimiz gibi öyle hoş bir sohbetti ki, türkülerdeki izzeti duya duya İzzet Altınmeşe’nin türküsünü, türküyle dolu hikâyesini yaşadık her beraber. Bugün de kaldığımız yerden devam edeceğiz…

***

“Bir baktım, bizim Müslüm”

·       Müslüm Gürses ile tanışıklığınız nasıldı?

Müslüm ile biz, aynı mahledeniz. Aramızda beş yaş var. Ben abi sayılırım. O zaman beş yaş, epey büyük bir fark tabiî…

Ağabeyimin berber dükkânı var, ben de kalfaydım orada. Bu meslek olmasaydı, orada ilerleyecektik. İşte o zamanlar biri dedi ki (bizi sanatçı görüyorlar, biz de öyle görüyoruz kendimizi), “Abi, sen sanatçısın (bizim Şefo bu, öyle söylüyor), bizim de bir arkadaşımız var, sesi güzel! Getireyim, sesini bir dinle”…

“Olur” dedim; geldi, kara kuru bir çocuk… Filmi gördünüz mü? Oradaki çocuk tam da ona benziyor. Çok iyi bulmuşlar. Rahmetli biraz daha zayıftı.

Okudu, çok beğendim. Sağlam sesi var. Gür hakikaten... Dedim, “Sen burada kalma, seni Cemiyet’e göndereyim. Orada ders al. Temel sağlam olsun”. “Tamam abi, sağ ol!” dedi, yönlendirdim. Ben sebep oldum. Onur duyarım.

Aradan zaman geçti, ben askere gittim. İki sene sonra geldiğimde mahlenin gençleri dizilmiş, “Hoş geldin” diyorlar. Bir baktım, kenarda uzun boylu biri var. O da “Hoş geldin abi” dedi, hemen tanıyamadım. Bir baktım, bizim Müslüm. Bir boy atmış, insan iki senede o kadar uzar mı? Koca adam olmuş.

Mahlede gördüğü zaman hep hürmet gösterirdi. Elimi öptü, ben de onu gözlerinden öptüm. Sarıldık…

·       Allah rahmet eylesin. Güzel bir insandı…

Âmin. Biliyor musun, bu pek bilinmez, Türkiye’de ilk “küçük sanatçı” olarak sahneye çıkan kişi, Müslüm’dür. Bir iki sene kadar çıktı, çok da sürmedi.

Ondan sonra plâk çıkardı. “Sevdâ Yüklü Kervanlar” ve arka yüzünde “Özür Diliyorum Senden”… İlki aynı zamanda bizim şef sazımız olan Mehmet Genç’in eseri… İkinci de, söz-müzik Halit Araboğlu’nun…

İlk kendi okumuştu, sonra Müslüm okudu. İkisi de çok tuttu. Türkiye’yi salladı. İşte ondan sonrasını biliyorsunuz…

·       Patladı gitti!

Tam da öyle oldu! İşte öyle, bizim Müslüm kardeşimiz, Müslüm Gürses oldu. Sonra o bir tarafa gitti, biz bir tarafa gittik, gurbete çıktık velhasıl. Zaman zaman karşılaşırdık, hasret giderirdik. Gönüllerimiz hep birdi.


“Git, türkünü söyle”

·       Siz o meslekte kalfalıkta kaldınız. Devam etmediniz berberliğe, çünkü müzik çizmişti yolunuzu. Nasıl oldu?

Şöyle ki… Sahne teklifleri geldi. Çok hoşuma gitti. Üç dört yerde sahneye çıkıyordum. Çok kaliteli gazinolar vardı Adana’da. Bugün İstanbul’da öyle gazino yok. Çok nezih, çok temiz. Görsen, Maksim dersin…

Geç çıkıyorduk, geç yatıyorduk. İkide üçte yatınca, sabah erken kalkamıyorduk. Rahmetli Ömer Abim dedi: “Bakıyorum, sabahları dükkâna sekizde gelirken, dokuzda gelmeye başladın. Sonra onda… Derken on bire sarktı. Derken iki günde bir görünür oldun. Sonra hiç uğramadın.”

·       Sahne ağır basmış…

Öyle… Kalfalık, ustalık diplomam da vardı bir yerlerde ama bulamadım. Bulsam gösterirdim. Ömer abi, “Sen bu işi bırak” dedi, “Git, türkünü söyle”. Sahneye çıkarken, rahmetli, elbisesini verdi bana. Onun takımıyla çıktım sahneye.

“Kim bakar ücrete?”

·       Abi, sahneye çıkıyorsunuz, aldığınız ücret iyi değil miydi?

Yok canım, 60’lardan bahsediyorum. Kim bakar ücrete? Düşüktü tabiî, harçlık sayılır…

·       Sonra nasıl ilerlediniz?

Bir süre sonra Adana Radyosu’nda program yapmaya başladım. Şef Selahattin Sarıkaya, Kâzım Karaöz, Halit Araboğlu; biz bir ekiptik. Eski ekip dağılmış, biz başladık. Asfalt Rıza vardı meşhur babalardan, Arnavut. Emirgân Çay Bahçesi sahibi... Süleyman vardı, kardeşi… Bir de Şahin Amca vardı.

Biz gündüz nota çalışıyoruz. Sahne müdürü İhsan… Dediler ki, “Sarı İhsan’la araları açılmış, sen gel, sahneye çık”. Dedim: “Ben hazır değilim. Kendimi yetiştirmem lâzım, hemen olmaz.”

“Ne yetiştirmesi?” dedi, “Hemen gel, başla!”.

Bana akıl veriyor İhsan, “Sen” diyor, “İstanbul’dan geldin. İstanbul Radyosu sanatçısısın. Buraya gezmeye geldin”…

·       Ya sorarlarsa?

Yok canım, kim nereye soracak? Zaten Allah’a şükür ses iyi…

·       Siz bu sesle Zagreb Radyosu deseniz, ona da “Eyvallah” derdi…

Hay yaşa!

·       Neden öyle söyledi ki?

Satış yapıyor. “Yüksek yerden adam getirdim” diyecek. Ben prova yaparken Şahin Amca geldi. Sarı İhsan çok methetmiş. Dinlemiş beni. Geldi, dedi ki, “O biraz önce şarkı söyleyen delikanlı nerede, getirin bana onu”. Beni bana soruyor. Dedim: “Benim!”

“Burada çalışacaksın” dedi. “Yok, çalışmam! Ben gezmeye geldim” dedim. “Olmaz, itiraz kabul etmem, hemen başlıyorsun” dedi. Mahmut isimli arkadaş çıktığı için türkücü açığı var. Öyle yürümez tabiî, biri şart. Neyse, uzatmayalım, sahneye çıktım. Söyledim. Beğenildi çok şükür. Herkes memnun. İndim sahneden ama kaç para alacağımı bilmiyorum…

·       Para konuşmadınız…

Yok canım, ne parası? Mühim olan, orada sahneye çıkmak. “Gel bakayım” dedi. Bir zarf soktu cebime. Kâzım Abi sordu ne kadar olduğunu. Hiç bakmadığımı söyledim. O da merak etmiş. “Aç bakayım” dedi. Bir köşede açtık baktık, yirmi lira. İyi para! Allah bereket versin.

Dedi: “Daha ne istiyorsun? Senden önceki on beş alıyordu. Satışa bak! İstanbul Radyosu demek işe yaradı, görüyor musun?”

“Demek ki kök aynı!”

·       Ama daha sonra İstanbul Radyosu’nda hakikaten görev aldınız…

Tabiî, fakat öncesinde Ankara Radyosu var. Ankara’da rahmetli Nida Tüfekçi, hocamızdı.

·       Nida Hocayla ne kadar çalıştınız?

İki sene kadar çalıştık fakat çok zaman geçirdik rahmetliyle, arkadaşlarla beraber.

·       Nida Tüfekçi deyince, akla hemen Yozgat geliyor…

Tabiî ya, bilhassa Yozgat Sürmelisi… Çok iyi çalardı rahmetli!

·       Kendine has bir tarzı vardı.

Elbette çok yamandı. Sonra gelenler o tarzda çalmaya devam ettiler.

·       İzzet Abi, derleme de yaptınız epeyce…

Tabiî...

·       Neler var hatırınıza gelen?

Neler var?

“Kurban Olam Ben O Kaşı Karaya”, “Maden Dağı”, “Kınayı Getir Aney”, “Odasına Vardım Kahve Pişirir”…

Ankara’dan da vardı, hatırlayınca söylerim…

·       Şiir yazıyorsunuz…

Ha, gelelim o konuya!

Ama istersen önce Adana’daki bir gelenekten bahsedeyim: Düğünlerde davul zurna ile halay çekilirken, bir ara davul susar. Zurna bir açılış yapar. Halaydakiler de durur, içlerinden biri elini kulağına götürür, bir maya söyler; o anda herkes onu dinler.

·       Çok rastlanan bir durum değil bildiğimiz kadarıyla...

Öyle! Ben Adana Çukurova dışında rastlamadım. Seneler sonra, Elazığ Ağın’da Ahmet Hoca vardı, otantik sanatçıları alıyoruz programa suyu pınarından içmek anlamında, orada denk geldim aynı şeye. Orada da gördüm.

·       Neye bağlıyorsunuz bu durumu?

Adana nire, Ağın nire? Demek ki kök aynı! Eski bir Türkmen Yörük âdeti olabilir. Boy, oymak bir olunca devam etmiş gelmiş. Buna benzer bir başka örnek vermek gerekirse, Malatya Arguvan ile aynı şeyi Barak ovasında, Gaziantep’te rastlıyoruz. O da öyle olsa gerek…

“Türküler bizi anlatır”

·       Şiir konusuna gelirsek…

Evet!

İsmi, “Buldum”... Bak, şöyle: 

Aslımı neslimi arayım dedim

Türkü rehberinde çözümü buldum

Geçmişle irtibat kurayım dedim

Türkü evreninde izimi budum

Türküler kültürün anadilidir

Lâlesi, sünbülü, gonca gülüdür

Âşığın gözünden akan selidir

Türkü sellerinde sazımı buldum

Ezgiler nağmedir, candan deyiştir

Sevginin vatanı içe dönüştür

Bu sevdâ gönlümde sönmez ateştir

Türkü küllerinde közümü buldum

Dünya tarlasında insan türünden

Binbir kültür doğar aynı üründen

Ağıtlar, türküler kaynar böğründen

Türkü cevherinde tozumu buldum

Türküler halkımın dilinden taşar

Çalınan sazların telinde coşar

Ülkemin örfünde, dilinde yaşar

Türkü dillerinde sözümü buldum

Künyemiz insandır, Âdem ırkından

Çok insan yaşadı, geçti kırkından

Yozlaştı kültürüm dünya çarkından

Türkü genlerinde özümü buldum

Zerre’yim sazıma akort çekerken

Sevdâmı mızrapla tele dökerken

Yaşamın kışına boyun bükerken

Türkü zemherinde yazımı buldum...

·       Elinize sağlık abi…

Eyvallah, işte böyle! Mahlasım da belli oldu bu arada, “Zerre” dedim.

·       Başka şiirleriniz de var…

Tabiî... “Türküler Bizi Anlatır” var meselâ. O da şöyle: 

Çanakkale, Balkanlarda, Sarıkamış, Yemenlerde

Sakarya’da, İnönü’de türküler bizi anlatır

Türküler sizi anlatır

Beşikten mezara kadar türküler bizi anlatır

Tarladan pazara kadar türküler bizi anlatır

Türkü türkü türküler, türküler bizi anlatır

Türküler sizi anlatır

Bu gönlümü yaktım sana; yağmur oldum, aktım sana

Gözüm gibi baktım sana, türküler bizi anlatır

Türküler sizi anlatır

Halaylarda, horonlarda; horon, zeybek, seymenlerde

Bahçe ile meydanlarda türküler bizi anlatır

Türküler sizi anlatır...

·       Teşekkür ederiz. Hep anlatsınlar inşallah!

Sevdâmızı, üzüntümüzü, neşemizi, kederimizi anlatır türküler. Çanakkale’den Yemen’e, Sarıkamış’tan Balkanlara kadar cephelerde yaşadıklarımız, cephe gerisinde yaşananlar türkülerimizde işlenmiştir hep. Hasretimiz, ağıdımız, aziz şehitlerimiz ve kahraman gazilerimiz… Hepsi…

·       Türkülerin bu yüzden bir ortak hâfıza olduğunu, bir hazîne değerinde olduğunu söyleyebiliriz rahatlıkla…

Elbette!


İzzet Altınmeşe ve Temel Aslan

Türkü olmasa memleket olmaz!

·       Yeri geldi abi, şunu da sorayım: Türküler olmasaydı diye bir an düşünsek… Nasıl bir dünya, nasıl bir ülke çıkar? O geride kalana memleket denir miydi?

Memleket olmaz o zaman zaten. Bir dağ varsa ağaç vardır, taşı toprağı vardır, koyağı pınarı vardır. İnsan varsa, onun da duyguları, hayatı vardır. Türküsü mutlaka vardır. Ezgilerle insan iç içedir…

·       Yeri gelir ah eder, yeri gelir keyfi olunca oh eder, nidasını salar, değil mi?

Gayet tabiî... Ezgisiz olmaz! Bir yerde sazını, gitarını alır eline; İspanya’da meselâ, gitar çalar, söyler. Orada da bizim çok sevdiğimiz ezgiler bulunur. Kökenler yakın. İslâmî birikim var, oradan izler var. Ta Endülüs’ten… Bize sıcak gelir o yüzden. Onlar da bizi yakın bulur. Belki de ortak kültür değerlerimiz yüzünden İspanyol müziğini severim.

·       Yahya Kemal de duymuş o yakınlığı. “Zil, şal ve gül” demiş…

Evet! Beşikten mezara kadar, tarladan pazara kadar ne varsa ezgilerde buluruz.

·       Vatan sevgisine gelsek? Türkülerle iç içe geçmiş bir vatan sevgisinden söz edebiliriz, değil mi?

Kesinlikle! Meselâ “Çanakkale içinde”, Yemen türküleri, “Bir sandığım var”, “Hey onbeşli”… Bunlar hep vatan sevgisini temel alan türkülerimiz… Daha pek çok var!

·       Bizde “Vatan” deyince akan sular duruyor…

Çok şükür! Gayet tabiî gardaşım… “Gerisi teferruat” derler ya, öyle işte! “Keşke öyle acı olaylar olmasaydı da bu türküler de noksan kalsaydı” diyeceğim ama nasip böyleymiş.

“Adam türkü okuyor ama ağzı, türkü ağzı değil”

·       Radyo programı yaptınız yıllarca, televizyon programı yaptınız, sahneye çıktınız, plâklar ve kasetler çıkardınız, konserler verdiniz, derleme yaptınız, film çektiniz… Başka ne kaldı?

Allah’a şükür, hepsi nasip oldu. Bir tek içimde kalan ukde şudur: Bir müzikal yapmak isterdim türkülerle. O fırsatı bulamadım.

·       Zor bir iş!

Muhakkak! “Türküler Bizi Anlatır”, aslında bir müzikal düşüncesiyle başlamıştır. Gerisini getiremedik…

·       Batılılar müzikal işini çok iyi yapıyor ama türküyle müzikal hazırlamak ondan daha zor olsa gerek.

Yönetmen, senarist, oyuncular; hepsi konuya vâkıf olacak, işi iyi bilecek. Biraz yazmaya çalıştım ama öylece kaldı. İlerletemedim. Hikâye anlatıyorsun, yöre yapısını bileceksin; şive ve ağız bileceksin… Belki bir gün…

·       Nasip, inşallah… En çok hangisinden keyif aldınız yaptığınız işlerden?

Sahneye her çıktığımda büyük keyif aldım; her an… Türkü söylemek, harika bir iş! Allah’ın bir ikramıdır. Türküleri dörde bölüyorum ben. (Rahmetli Nida Hoca söylemişti, “Türkü okunmaz, yaşanır” derdi.) Ben şöyle ayırıyorum: Bir, türkü yaşanır. İki, okunur; adam gibi okursun. Üç, okumaya çalışırsın. Ve dört, bozarak okursun…

·       Sonuncuyu nasıl izah ediyorsunuz?

Adam türkü okuyor ama ağzı, türkü ağzı değil. Eğip büküyor, beceremiyor. İşte böyle olunca türkü bozuluyor!

·       Anladım… Evet, var örnekleri…

Türkü ayrı, arabesk ayrı. Ben arabesk okuyana kızmıyorum. Ben de okudum bir ara. Ama türkü, türkü gibi okunmalı; arabesk de arabesk gibi... Meselâ, “Dert bir değil, elvan elvan”... Söz-müzik benimdir, 72’de Altın Plâk almıştı. Piyasa, Unkapanı’ydı o zamanlar. Okumayan kalmadı. 77’de “Maden Dağı” ve “Esmerim Biçim Biçim” var…

(Arkası yarın…)