İzzet Altınmeşe: “Her nimetin bir külfeti olacaktır”

Türkülerin mahallî oluşu dikkate alınmalı. TRT’nin eskiden böyle yanlışları olurdu bazen. Tutuldu bu türkü, sevildi. Fakat sonra bir dedikodu çıkardılar, çok ayıp bir şey! Neymiş, bu affedersiniz, kulampara türküsüymüş güya. Ne alâkası var? Ona bakarsan, bir Urfa türküsü vardı, Eşref… Onun için de böyle abuk sabuk lâflar edildi. Hâlbuki yok öyle bir şey! Bilmeden konuşanların iddiası. Bilse öyle demez kimse.

TÜRKÜLERDE izini bulan ve türkülerden izler gösteren kıymetli sanatçı İzzet Altınmeşe ile gerçekleştirdiğimiz özel söyleşimizin son bölümüyle bugün karşınızdayız.

***

 “Bir türküyü her zaman aynı okuyamazsın!”

·       İzzet Altınmeşe’yi bir türkü ile anlatmak gerekse, hangisini seçersiniz?

Bilmem, o kadar zor ki bir tane seçmek.

(O sırada arkadaşımız Temel Aslan, “Bir teklifte bulunayım” diyerek Türküler Bizi Anlatır’ı teklif ediyor. İzzet Altınmeşe, “Olur” diyor, “Doğru tespit.” Bir türküye indirgemek zor hakikaten. Aynı zamanda böyle bir kısıtlamanın da haksızlık olduğunu fark ediyorum. Sohbetimiz, türkü okumanın zorluğu üzerine dönünce, İzzet Abimiz şöyle devam ediyor:)

Bir türküyü her zaman aynı okuyamazsın! Ancak türküyü yaşadığın zaman, içinde, tam şuranda hissettiğin zaman iyi okuyabilirsin. Türkülerde, “erkek ağzı olanlar” ve “kadın ağzı olanlar” şeklinde bir tasniften söz edilir. Son zamanlarda pek dikkat edilmiyor. Ben hep kaçınmışımdır yanlış okumaktan, dikkat etmişimdir.

Şöyle de bir hatıram var, onu anlatayım: Rahmetli Ahmet Kaya ile bir gün bir programda beraberdik. Çıkışta gazeteciler soru sormak istedi. O da beni gösterdi. Dedi: “İzzet abi konuşsun…” O zamanlar gündemde ikimizin de okuduğu, benim derlediğim bir eser vardı: “Saza niye gelmedin?”… 90’ların ortalarında meşhur olan bu türküyü ben Diyarbakırlı Celal Güzelses’in baldızı Lamia teyzeden derlemiştim. Aslı da, “Saza niye gelmezsen?” şeklindedir.

·       O karışıklık nasıl oluştu peki?

Şöyle izah edeyim: Celal Güzelses’in baldızı Lamia Benek’e sordum bir gün. “Lamia teyze” dedim, “Rahmetlinin okumadığı bir türkü var mıydı, kıyıda köşede kalmış, unutulmuş?”. (O da söylerdi çünkü. Onu Celal Bey’in kardeşi sanırlardı.) Düşündü, “Var bir tane!” dedi, bunu verdi. 81 senesinde ben okudum. Şöyleydi: “Çaldığın saza mı yanım/ Ettiğin naza mı yanım/ Alım yâri yanıma/ Kış yatım, güz uyanım/ Saza niye gelmezsen/ Söze niye gelmezsen/ Var gündüz kârın eyle/ Gece niye gelmezsen…”

Onun verdiği bu kadardı. Dedi: “Öbür sözünü hatırlamırem…”

Son kısmı da ben şöyle ekledim: “Vurgunam kara gözüne/ Yandım sevdâ közüne/ Canım kurban ederem/ Sevdiğim bir tek sözüne…”

Derlemeyi TRT’ye bu şekilde verdim. Kaynak olarak da Lamia teyzenin adını yazmıştım. Ahmet Kaya dedi, “Abi, sen bunu okumuşsun ama benim haberim yok senin okuduğundan. Bana Diyarbakırlı bir arkadaş iki dörtlük getirdi. Sonrasını ben kafama göre yazdım”. Ahmet’in anlattığına göre denetime vermiş, geçmemiş. “Sözler anlaşılmıyor” demişler…

“Türküler yörelere göredir”

·       Neresi anlaşılmamış?

“Yanım” kısmını anlamamışlar. Fakat yörede “Yanım” derler, bunu bilmek gerekir, “Yanayım” demezler, malûm. Türküler de -malûm- yörelere göredir.

·       Abi, burada Mustafa Keser’in anlattığı bir fıkra geldi aklıma.

Nasıl?

·       Elazığlı iki üç arkadaş, Antalya’da bir otele giderler. Bakarlar ki, otelde yüzme havuzu var. “Hadi gidek, çimek” derler. Fakat yanlarında mayo yoktur. “Tumanla çimelim, ne olacak” deyince, öteki “Ayıp olur” diye itiraz eder. Soralım derler. Resepsiyondaki kızın yanına gider biri, sorar: “Bacım, havuzda tumanla çimili mi?” Kız bir şey anlamayınca tekrar eder: “Bacım, tumanla çimili mi?” Kızcağızın tumandan, çimmekten haberi yoktur. Öbür arkadaşı bakar ki kız ne diyeceğini bilemiyor, izah etmeye çalışır: “Bacım, arkadaşım demek istiyor ki, tumanla çimiliyor mu?”

Ya, benzer bir durum hakikaten. Türkülerin mahalli oluşu dikkate alınmalı. TRT’nin eskiden böyle yanlışları olurdu bazen. Tutuldu bu türkü, sevildi. Fakat sonra bir dedikodu çıkardılar, çok ayıp bir şey! Neymiş, bu affedersiniz, kulampara türküsüymüş güya. Ne alâkası var? Ona bakarsan, bir Urfa türküsü vardı, Eşref… Onun için de böyle abuk sabuk lâflar edildi. Hâlbuki yok öyle bir şey! Bilmeden konuşanların iddiası. Bilse öyle demez kimse. Buna TRT’den yetkililerin, bilenlerin cevap vermesi lâzımdı.


·       Nedir aslı?

Deyim ben şimdi, bak!

O kadar incelikler var ki Anadolu’da, hani bazen peş peşe kızları olur bazı ailelerin de bir sonraki erkek olsun isteyenler, daha bebek doğmadan isim verirler. Nedir? Meselâ “Muzaffer” derler, “İsmet” derler, “Eşref” derler. Doğmadan isim koyunca, öyle devam ediyor, sonradan değiştirmiyorlar. Muzaffer Akgün meselâ, buna bir örnektir. Başka isimler de vardır. İşte o yüzden bilmeden konuşuyor bazıları. Cehalet yüzünden böyle karışıklıklar görülüyor.

·       Türkülerin yöresiyle ilgili bir konu var abi… Bazı müzik üstadları der ki, “Bir türkü nerede yakıldıysa, oranın türküsüdür”. Bu düşünce de bir karışıklık doğuruyor. Neşet Ertaş meselâ, Ankara’da yaşadı, İstanbul’da yaşadı, sonra Almanya’ya gitti, son yıllarını İzmir’de geçirdi. İstanbul’da yaptığı türküye İstanbul türküsü mü diyeceğiz? Almanya’daki türkü Almanya türküsü mü olacak?

Olur mu canım öyle şey?! Neşet Ertaş deyince, akla Kırşehir gelir. Nerede türkü yaparsa yapsın, onun türküsü kendi yöresine aittir. Ona İstanbul türküsü diyemezsin. İstanbul türküsünün kendine has özellikleri vardır. Meselâ Muhlis Akarsu rahmetli, Sivas’ı yaşıyor adam, nerede olursa olsun, oranın türküsüdür yaptığı türküler.

“Türkiye dışında rahatsızlık hissediyorum”

·       Sizin yurt dışında da çalışmalarınız oldu…

Evet, oldu tabiî. Gittik, vaktiyle konserler verdik, geldik.

·       Nerelerden söz edebiliriz?

Almanya, Hollanda, Amerika, Avustralya…

·       Dışarı gitmeyi pek sevmiyormuşsunuz gibi anlattınız…

Ne bileyim, öyle işte! Çok rahat edemiyorum oralarda. Kendi memleketimi arıyorum nereye gitsem. Türkiye dışında rahatsızlık hissediyorum. Her şeyi başka; havası, suyu, hayat tarzı… Pek uymuyor bana.

·       Pek çok yörenin türküsünü söylediniz. Söylemediğiniz yöre var mı?

Pek yok gibi… Ama kendi yörem olunca daha rahat oluyorum. Yaşadığımı söylemek mümkün kendi yöremin türkülerini okurken. Diğerlerini de okuyorum işte, okumaya çalışıyorum.

·       Sesinizin özel bir ses olduğunu düşünüyorum. Sadece ben değilim tabiî, tanıyanlar hep o görüşte. Sesinizi tarif etmenizi istesek, ne dersiniz?

Nasıl tarif edeyim ki, Allah vergisi… Bu, Allah’ın bir ikramıdır. Herkesin sesi ayrıdır. Hepsi güzeldir.


“Örf, âdet, gelenek, görenek unutulmamalı”

·       Bazı ünlü sanatçılar halkın ilgisinden yakınır. Sokakta rahat yürüyemediklerini söyler. Fazla ilgiden bunalan olur. O yüzden gecenin ikisinde üçünde çıkıp dolaştığını söyleyenlere rastladık. Sizin böyle bir derdiniz olmadı sanırım. Beraber fotoğraf çektirmek isteyenleri kırmıyorsunuz. Yanınızdaki biri, “Bak, yanımda kim var!” diyerek telefonu size uzatıyor ve siz hiç tanımadığınız kişilerle “Nasılsın gardaşım?” diye sohbete başlıyorsunuz.

Benim hiç öyle bir sıkıntım olmadı çok şükür. Her nimetin bir külfeti olacaktır. Konuşmak isteyenden sözümü esirgemem. “Abi” diyene “Gardaş” derim. Fotoğraf dediğin de nedir ki? İki saniyelik iş… Hiç erinmem!

·       Sizdeki tevazu da önemli bir husus sanırım burada...

Şükürler olsun! Arabamızı havaya kaldırdıkları zamanlar da oldu, gelip sarılmak, elimizi öpmek isteyen de. Hangi birini kırayım? Sevgilerine karşı mukabele olmalı. İnsan sevdiğine sarılır.

·        (Aramızda bulunan arkadaşımız Umut Sezer, İzzet abimize bir soru sormak istedi. Şöyle dedi:) Müzik adamlığı, gönül adamlığı, düzgün adamlık… Üçünü bir arada görüyoruz sizde…

Estağfurullah aziz kardeşim, özümüzü kaybetmemek lâzım. Biraz kaybetmeye başladık sanki. Örf, âdet, gelenek, görenek unutulmamalı. Bağı koparmamalı; geçmişle olan bağı… Biz sanırım buna çalışıyoruz. Hep irtibat hâlindeyiz. Sevgi, saygı, büyük küçük insanı sevmek, toplumu sevmek saymak gerekir. Vatan sevgisi sonra… Bunların hepsi çok önemli hususlar. İnsan olan, insana muhabbet duymalı!

·       İnsanları hakikaten çok sevdiğiniz açıkça görülüyor.

Eyvallah. Zaten zenginlik de bu değil mi gardaşım? Bu yüzden ben kendimi çok zengin hissediyorum.

·       Barış Manço ile beraber çalışmıştınız zaman zaman.

Evet, tabiî… Rahmetli çok hoş insandı. İyi bir sanatçıydı. Geçenlerde bir fotoğrafımız geçti evde elime. İzmir’de, Fuar’da beraber çekinmişiz. Duygulandım. Allah rahmet eylesin. Omzuma atmış elini. O da tevazu sahibi bir insandı. Rahmetli “Barış Abi”... Bir yanlışını görmedim. Hoş bir sedâ bıraktı. Namık Kemal miydi, bir sözü var, şöyle diyor: “Bu dünyaya gelmek büyük bir kazanç değil. Ölmek de büyük bir kayıp değil.” Önemli olan, bu dünyada hoş bir sedâ bırakmak…

·       Kazancı Bedih ile de ahbaplığınız vardı…

Tabiî… “İzzet-i İkram” programını çekerken Urfa’da onunla beraberdik. Onunla ilgili bir anım var.

Rahmetliden “Usta” diye bahsettim ben. O da az sonra reklâm arasında bana öyle hitap etti. “Gel, gel usta, gel şöyle otur” dedi. Ne hoş bir şey! Usta birinin insana “usta” demesi, hem onun zarâfetini, hem büyüklüğünü gösterir.

·       Ses yakınlığınız da var sanırım onunla...

Var benzerlikler... Benim babamın sesi de Celal Güzelses’e benzerdi.

·       Çocuklarınızın müzikle arası nasıl?

Nasıl diyeyim, kulakları sağlam ama pek ses yok. Bir oğlum dizide oynuyor, “Doktor Demir” rolünde. Müzik de yapıyor ama bizimle pek alâkası yok, Rap yapıyor. Güzel şeyler de yazıyor. Kaset de çıkardı. Ben istedim türkü okusun ama olmadı. Bir de onun abisi var, o da tiyatroda oynuyor.

·       İsimleri neydi?

Tiyatrocu olan Ali Murat, dizide oynayan Fırat...

·       Allah bağışlasın, yolları açık olsun… Abi, türkülerin yöresi konusuna dönecek olsak, bir de taşıma türküler var malûmunuz, o konuda ne dersiniz?

Evet, taşıma türkülerimizden söz edelim…

Meselâ, “Yaz demedim, kış demedim”, Urfa türküsü olarak bilinir. Osmanlı zamanında İstanbul’dan giden paşalar, valiler, yüksek memurlar tayin oldukları yere giderken, yanlarında birikimlerini de götürüyorlar tabiî. Bunların arasında müzikle uğraşanlar var. Padişah bile öyle… Müzisyen, bestekâr padişahlar var. Zaten hepsi şair… İşte onlardan biri, o türküyü İstanbul’dan Urfa’ya taşımış, orada söylemiş ve sevilmiş, beğenilmiş. Belki tarzı da biraz değişti, Urfa’ya uyum sağladı. Yayılmış… Rahmetli Kazancı Bedih okudu, ben de okudum. Aslı İstanbul’dur onun.

Harput’ta derlenen bir türkü var meselâ, “Edasına yandım yandım…/ Allah’tan bul Necibem”… Dikkatli bakınca belli ediyor İstanbul havasını ama “Elazığ Harput türküsü” diyoruz. Celal Güzelses, Hafız Burhan okumuşlar, ben de okudum.

“Yüksek minarede kandiller yanar”… “Hangisi güzel?” diyorlar, diyorum ki, “En güzel şekli, son okunandır; İstanbul tarzı değil, Harput’taki şeklidir”. Celal Bey’e nereden gelmiş? Sıkı durun! Kastamonu’dan… Onlar hep hâfız ağzıyla okumuş. Harput’a gelince biraz değişmiş, daha güzelleşmiş.

·        “İki keklik” var meselâ, bir kayada öten… Balıkesir türküsü olarak geçiyor, aynı zamanda ve çoğunlukla Elazığ olarak biliniyor.

Tabiî... Niye? İşte bu da taşıma türkü!

·       Bir de neredeyse her ilde bir Cezayir türküsü var…

Öyle gardaşım! Cezayir ile çok yakından ilgiliyiz aslında. En azından yakın zamana kadar öyleydik. Tarihe bakarsak, iç içe olduğumuzu görürüz. O yüzden her şehirde bir Cezayir türküsü bulunur. Ritim olarak da, melodi olarak da ortak yanları çok o türkülerin.

“Hasta değilem!”

·       Urfalı Babi vardı, sizin çok sevdiğiniz biri… Ondan bahseder misiniz?

Evet, Urfalı Babi Yılmaz… Rahmetli, çok kendine has biriydi. Kalın sesliydi epeyce, otoriter, derin bir adamdı. “Dertli misin?” diye sorana, “Evli değilem” cevabını verirdi. “Zengin misin?” deyince, “Hasta değilem” derdi. Pek hoşlanmadığı biri ondan bir randevu istedi meselâ, ne derdi, biliyor musun? “Ben, randevu vermem. Yarına çıkacağımızın senedi mi var elimizde gardaşım?” Fakat sevdiği biri görüşmek istediğinde ne yapardı dersin? “Hayhay! Başım gözüm üstüne… Bütün randevularımı iptal ediyorum senin için. Yarın buluşalım iki gözüm…”

·       Güzelmiş… İkisi de kişiye özel…

Evet, başka çok hatıramız vardır onunla...

Bir gün bizim fakirhanede toplandık. Yengen sofra hazırladı. Çeşit çeşit yemekler uzun masaya getirilirken, bizim Babi arada bir boynunu uzatıp bakıyor. Dikkatimi çekti, sesimi çıkarmadım. Sonra hepsi hazır olunca, masaya buyur ettik. Yaklaştı, baktı, “Olmamış” dedi. “Ne olmamış?” dedik. “Bu sofradaaa” diye başladı kalın sesiyle, “Her şey var, kuş sütü bile var, ama bir şey eksik”. “Nedir Babi?” dedik, “Bir tek aslan sütü yok, en mühimi de o!” dedi.

Ne yapayım, bir izah getirmek için şöyle söyledim: “Babi, biliyorsun, ben içki içmem. Evde de bulundurmam. Onun için bu akşam böyle idare edelim.” “Yoook, olmaaaz” dedi. “O zaman burada yemeğimizi yiyelim, sonra çıkar, nerede istersen orada otururuz, gönlünce içersin” dedim. Ona da itiraz etti. Ben hafiften sinirlenmeye başladım. “Yahu Babi, ne diye ısrar ediyorsun? İlle burada içeceğim diye tutturdun. Burası meyhane değil!”

Bizim Babi baktı, baktı, dedi ki, “Ya sen bizim eve gelince kenara köşeye çekilip namaz kılıyorsun, bizim ev cami midir?”.