ÜÇ yakın dosttular. “Kader” adında bir güzel
unsur, bu üç güzel arkadaşı İzmit’in Yenidoğan Mahallesi’nin Zeytinlik semtinde
bir araya getirmişti.
Üçü de yirmili yaşlarındaydı. Üçü de yeni
evliydi. Üçü de yeni işe girmiş birer emekçiydi. Üçü de kiracıydılar. Üçü de
iki göz odalı mütevazı bir evde oturuyordu…
Üçü de emekçiydi gerçekten de. Köyden yeni gelmiş,
şehre tutunmaya çabalıyorlardı. İlki bir asit fabrikasında (Fürsan), ikincisi
bir kamu kurumunda (Çalışma Bölge Müdürlüğü), üçüncüsü bir lâstik fabrikasında
(Kordsa) yeni işe girmişti. Üç beş yıl ya olmuş ya olmamıştı daha…
İliklerine kadar emeğiyle yaşayan üç genç adam… Üçü
de ayrı şehirlerde doğup, büyüyüp İzmit’e gelmişti. İlki Sakarya Kaynarca’dan
bir Manav (yerleşik Türkmen), ikincisi Bilecik Osmaneli’nden bir Manav,
üçüncüsü Bursa İznik’ten (aslen Bulgaristan göçmeni) bir Muhacir idi. Üçü de
Türk, üçü de Müslüman, üçü de özbeöz Osmanlıydı.
Üçü de köy çocuğuydu. İlki Mehter, ikincisi
Oğulpaşa, üçüncüsü Bayındır köyünde doğup büyümüştü. Tarla tapan, çift çubuk,
harman tırpan içinde serpilmişlerdi. Üçünün de tahsili yoktu, olamazdı. İlkokulu
ancak bitirmişlerdi. Kalemle kitapla alâkaları yoktu pek. En fazla günlük
gazeteleri okuyorlardı. O da siyâsî haberlerin manşetleri, fotoğraf altları ve
biraz da spor sayfaları...
Üçü de eşini, işini ve birbirini çok seviyordu.
Aşlarının derdindeydiler en çok. Çorba
kaynasındı en birincil amaçları. Kimseye
muhtaç olmadan yaşamak, kişisel anayasalarının birinci maddesiydi âdeta.
Değişmez, değiştirilemez, değişmesi
teklif bile edilemez maddesiydi sanki... İkinci maddesi dürüstlük, üçüncü maddesi ölümüne kardeşlik ve dostluktu.
Herkes emindi
onlardan. Herkes ama... Mesai arkadaşları, komşuları, eşleri, akrabaları… Reşat altını gibi adamdı üçü de. Hep
öyle oldular, hep öyle kaldılar bir ömür! Hiçbir şey bozamadı
onları.
Yıl, 1975… Kırk beş sene önce… Ve 1980’e kadar uzanan yıllar… Bir yamaç düşünün; bir yol ve sağında solunda tek katlı evler -neredeyse bütün evler hemen hemen aynıydı o zamanlar-… “Ev” dediysem, bir nevi gecekondu… Bir nevi değil, adamakıllı gecekondu; derme çatma… Zaten merkezleri hâriç, bütün şehirler gecekondu değil miydi o zamanlar? İnce uzun bir ev… Beşe on iki meselâ... Bir giriş kapısı… Ardında bir sofa-koridor; bir buçuk metre genişliğinde... Orta yerde mutfağımsı bir şeyler… Buzdolabı yeni icat olmuş daha. Herkeste yok. Eve gelişi törenle mübareğin… Çamaşır makinası icat edilmiş bile değil. Bulaşık makinasının icadına da şöyle böyle on sene var. Duvarda raflı, tahtadan derme çatma bir mutfak dolabı… Alüminyum ve melâmin beş on tabak… Köyden getirilme iki üç de bakır sahan… Altında da bir musluk… El ve bulaşık yıkamak için, o kadar! Mutfak bu kadar işte!
“Ev” dediysem…
Eve girişin solunda, üç buçuğa dört bir oda;
oturma odası… Hem günlük, hem misafir odası… Hayat, hayat! Hayat orada geçiyor. En sonda, koridorun sonunda,
yine ona benzer bir yatak odası... Kör topal ışık alacak kadar bir pencere; o
da üç dört metre karşıdaki komşunun yatak odasına bakıyor. Perdesi hep kapalı seninkinin
de, onunkinin de… Koridorun karşısında bir buçuk metreye iki metre de tuvalet,
hamam… O zamanlar “banyo” kelimesi yok daha tedavülde. “Hamam” dediysem, zemini
beton, köşede bir delik, kovadan maşrapa veya ibrikle dökülen suyla
yıkanılıyor.
“Ev” dediysem, ev işte! Tam da bu! Ne eksik, ne fazla... Neredeyse bütün evler
böyleydi kırk beş sene önce. Evde bir oda, girişte, solda hani, demiştim; o
odanın duvarları kerpiç toprak karışımı… Sıva var gibi de, yok gibi de. Tozlar
dökülüyor arada. Alçak bir tavan... “L” bir sedir… Sokağa bakan pencerenin kısa
duvarından başlayıp uzun duvarı da kapsıyor. (O zamanlar mobilya, koltuk takımı bu gecekondu bölgesiyle tanışmış, yokuş
tırmanmış değil. O aşağıda, sahilde, E-5 üzerindeki apartman dairelerinde
eğleniyor o sıralarda daha.)
Sedirde yastıklar… Yastıkların üzerinde el işi,
göz nuru, beyaz üzerine işlemeli kanaviçe… Yerde oturmak için kılıfları renkli
üç beş yastık… İçi kim bilir neyle doludur? “Yün” diyeceğim de o çok pahalı.
Belki pala, belki keten kıtığı... Siz yine de pala veya yün varsayın, çok sert
değillerdi çünkü. Hayat bu! Burada!
Yemek yer sofrasında, burada yeniliyor. Misafir burada ağırlanıyor. Sohbet,
muhabbet, kahkaha hep burada demleniyor. Hattâ yatıya gelen misafirler de buraya
açılan yer yatağında konuk ediliyor…
Gerçek adı “Doktor Fahrettin Cüreklibatur” olan
aktör Cüneyt Arkın da Eskişehir’de
geçen çocukluğunun benzer odalarını şöyle anlatır: “Tavanlarımız ne alçak, odalarımız ne küçük, ama mutluluğumuz ve
umutlarımız ne kadar da büyüktü…” Tam da öyle işte! Tam da Cüneyt Arkınlık odalar bizimkiler…
Sıkı durun, “pencere”... “Basmadan perdeli”
pencere… Daha çok pastel renklerden oluşan, güllü yapraklı perde… Camın iç
pervazında avuç içi kadar kırmızı bir radyo… Kısa dalga çeksin diye anteni bile
olan minnacık bir alet... Ne maçlar dinledik biz o radyodan; Galatasaray’ın Brian Birchlü ne şampiyonluklarını, Fenerbahçe’nin Didili ne galibiyetlerini...
Kâh Yasin veya Datcu olup hayâlimizde kaleyi
biz koruduk; kâh Gökmen, Cemil olup rakip kalelere goller attık… Orhan Ayhan’ın “Mütemadiyen”li,
Halit Kıvanç’ın “Sevgili dinyecilerim”li
cümlelerinden ne iddialı maçlar dinledik o kırmızılı küçücük radyodan...
Ve dayımın 19:00 Ajans haberlerini dinleyişleri
her akşam… Kıbrıs haberleri bol bol…
Sonra Milliyetçi Cephe Hükûmetleri, Ecevit’in
asabi demeçleri, Demirel’in matrak
cevapları... Sonra sonra bir türlü bitmek bilmeyen Cumhurbaşkanlığı seçim
turları... Haber, haber, haber… Dinlerken dayımın pürdikkat kesildiği, benim “Çabuk
bitsin de spor başlasın” diye duâ ettiğim haberler…
Pencere lütfen!..
Hafif aralayın perdeyi. Ne hafifi, tam aralayın!
“Pencere” dediysem, yatay bir metreye dikey seksen santim… Küçük, küçücük! Ya
ondan görünen manzara? Muhteşem! Tek kelimeyle “şahane”! Mükemmel! İzmit Körfezi
ayağınızın altında… Başiskele’den Gölcük’e, hattâ Karamürsel’e kadar nefis
sahil görünümleri… Yemyeşil yamaçlar, önde masmavi deniz… Mavi ile yeşil
turkuaza bürünmüş de diz dize, iç içe, koyun koyuna, dayımın penceresinde
vuslata mı erişmiş ne? Düğün, düğün! Düğün alayı… Bittabiî! Yeminle, size abartısız
diyorum, bu peyzajı Van Gogh yapsaydı ya
da Claude Monet, bu kadar güzel
resmedebilir miydi acaba? (İçimden bir ses, “Tabiî
ki hayır!” diyor ha…)
Muhteşem manzara karşısında kendinizden geçmiş,
mutluluk sarhoşusunuz ve dayınızın, “Dersler
nasıl bakalım Fahri?” sorusuna “İyidir”
diye cevap veriyorsunuz ama aklınız, gözünüz, gönlünüz, pencerenin dışındaki şahane
güzellikte…
Üç yakın arkadaşın dünyasında hemen hemen aynı
hâller, aynı evler, aynı odalar… Üç yakın arkadaşın evinde de aynı pencere,
aynı manzara, aynı muhteşem görüntüler… O günlerde ilkinin çocuğu yok daha; ikincisinin
bir tek Ali’si var; üçüncüsünün de ilki gibi, evlât hasretiyle yanıp tutuştuğu
günler… Acısı, hüznü, zorluğu bol günler… Aybaşının bir türlü gelmediği, maaş
gününün beriye geleceğine öteye doğru gittiği, kiranın uçlu ucuna
denkleştirildiği zamanlar... Üç ev hanımının da sabırlı, tutumlu, geçimli birer
kahraman olduğu sıralar… Ama umutlu günler, dayanışmalı günler, paylaşımlı
günler… Her akşam birinin, o küçücük odalarında, o sedirli, yer minderli, kuru
sofalı evlerinde, üç ailenin birlikte çaylı, pıtpıt mısırlı, töngel turşulu o
güzel, şakalaşmalı, takılmalı, kahkahalı günleri… Odaların küçük, mutluluğun
büyük olduğu günler… Masal gibi, masal tadında günler… Kırk beş sen önce,
İzmit’te, masal tadında günler, evet!
Bu masalın adı, “İki İsmail, Bir Yakup” idi…
1980’lerin ikinci yarısında, önce Yakup, E-5
üzerinde sekiz katlı bir apartmanın üçüncü katına indi bu yokuştan, sonra
İsmail Usta, Derince Altmışevler’de beş katlı bir apartmanın üçüncü katına
taşındı. Daha sonra da İsmail Gülden, mahallesinde üç katlı evini inşâ etti.
Artık hepsinin evi de kendinindi;
çocukları da olmuştu. Da… Onlar kendileri
miydi artık?
On beş sene öncesinde lebalep yaşadıkları mutluluk masalı nereye
kaybolmuştu? Kafdağı’nın ardına mı? Galiba evet!
2020’den, bugünden geriye bakınca, İsmail Usta
on beş sene önce göçtü ötelere. Sonra da Yakup Türedi, bu senenin Mayıs’ında
uğurlandı. İsmail Gülden kaldı o masaldan geriye bir tek yadigâr. Ve üç gözleri yaşlı, kalpleri hüzünlü eş:
Vahide Usta, Emine Türedi ve Emine Gülden… Ve de Ali, Sibel, Ertuğrul… Ve
Yasin, Elif… Ve Eyüp…
Emine Gülden, o günleri anlatırken buğulu bir
sesle şöyle diyecektir bu satırların yazarına: “O zaman hepimiz garibandık, fakirdik, zor günlerimizdi. Ama çok mutluyduk
be! Hep beraber kocaman bir aileydik biz. Acımızı, sevincimizi paylaştığımızdan
olmalı, hiç mi hiç üzülmezdik. Şimdi üç ailenin de ikişer üçer çocukları,
evleri, arabaları var ama o günlerin tadı kalmadı be Fahri kardeşim! Masal gibi
güzel günlermiş o günler meğer. Kıymetini bilememişiz.”
Evet sevgili okur, bu masal gerçek. Ben şâhidiyim
bu masalın. Vallahi şâhidiyim! Yaşandı bu masal, hem de aynen. Gördüklerimi
anlattım ben.
O zamanlar bütün bir İzmit, bütün bir ülke,
bütün bir Türkiye, benzer bir masalın
içinde değil miydi zaten?
Yaşanan ve yazılan nice yeni masalların olsun senin de ey okur!