İzmir depreme hazır değilmiş, ya Türkiye?

Öyle anlaşılıyor ki, ne vatandaş, ne belediye, ne de Devlet olarak yeteri kadar hazır değilmişiz bu depreme de. Oysa dünyanın en yüksek deprem riski olan coğrafyalarından birinde yaşıyoruz. En hazırlıklı ve en donanımlı kurumun AFAD olması bir gurur kaynağı gibi görünse de, AFAD’a gerek kalmayacak depremlerle gurur duymayı tercih ederdim.

SON depremi iliklerine kadar hissetmiş bir İzmirli, Ajanda Yayınlar Grubu yazarlarından annem Selma Yazar ve ablam Suna Akar’ın oturdukları evin harap hâlini görüp hayatta olduklarına şükretmiş biri olarak yazıyorum bu satırları…

Aynı zamanda, her Türk vatandaşı gibi, 58 saat sonra enkazdan çıkarılan kız çocuğunun hayata tutunmasını sevinçle, oğlunun cansız bedeni üzerine kapanmış hâlde enkaz altında saatler geçiren babanın kurtuluşuna sevinememesini gözleri dolarak seyreden biri olarak…

İzmir, tarihinin en büyük depremlerinden birini yaşadı geçen Cuma günü. Hâliyle herkes deprem uzmanı oldu. Her uzman, “Deprem öldürmez, bina öldürür” ana fikri üzerinden yorumlar yapmaya başladı.

Yanlış mı? Hayır, elbette kısmen doğru. 

İtikâdımız bize, “Her şey kader… Yazılandan bir nefes fazla alamazsın!” dese de tevekkülü tedbirden sonraya bırakmamızı da emrediyor.

Öyle ise bina kalitesi hakkında konuşmak, serzenişte bulunmak çok normal. Ancak bunun tedbir hükmünde olabilmesi için depremleri beklemeden konuşma ve harekete geçme gereğini de unutmamalıyız. 

Türkiye, bina stoku kalitesiz bir ülke maalesef. 1968 ve 1975 yıllarındaki yönetmeliklere göre yapılmış binalarda oturan milyonlar var hâlâ. 1998 yılında daha bilinçli hazırlanmış olan yönetmelik bile bize çok güvenli binalar sunmamış durumda. Bu konuda her seferinde daha ideal olana yaklaştığımız doğrudur ama 2007’deki yönetmeliği 2018’de revize etme ihtiyacı doğması da deprem konusunda her geçen gün daha fazlasını öğrendiğimize ve bu bilginin sonunun gelmeyeceğine işâret ediyor. 

Peki, yönetmeliklerle bu işi çözmek mümkün mü acaba?

Elbette, önce kural koymak şart! Ancak konulan her kuralın bir denetim mekanizmasına ihtiyacı var. Aslında bu mekanizmalar da her seferinde daha da güçlendirilerek kuruluyor ülkemizde. Biliyoruz ki, mevzuat konusunda pek de bir eksiğimiz yok. Hattâ dünyanın en iyi deprem yönetmeliğine sahip olduğumuz bile iddia ediliyor. Bir Japon akademisyenin dediği gibi, Japonya’da da aynı kurallar geçerli. Ancak kimse bunun etrafından dolaşmayı, üzerinden atlamayı, birilerini mutlu etmek adına yüzlerce insanın hayatını riske atacak hileler yapmayı düşünmüyor. 

İşte sorun tam da burada galiba!

Siz ne kadar iyi kanun, ne kadar detaylı mevzuat hazırlarsanız hazırlayın, ihlâl cezalarını ne kadar caydırıcı koyarsanız koyun, doğru sonucu ancak doğru denetimlerle alabilirsiniz. İnsanların para kazanma hırslarına ancak doğru kontrol mekanizmasıyla set çekebilirsiniz. Bu sadece depremle alâkalı bir durum da değil. Her kanun, her yönetmelik için geçerli.

Bugünkü özel ve bağımsız yapı denetim firmalarının kurulma ve kullanılma mecburiyeti de bu ihtiyacı karşılamakla ilgilidir zaten. Ancak bilirsiniz; hırs her engeli aşmaya bir çâre arar. Şu anda belediyeler ve özel yapı denetim firmalarıyla ortak yürütülen inşaat çalışmaları, başta düşünülen tedbirlere hizmet etmekten epeyce uzaklaşmış durumda maalesef. Zira inşaat firmaları, kendi kurdukları denetim firmalarıyla kendi binalarını kontrol eder hâle geldiler. Özellikle konut imlâlâtı yapan müteahhit firmaların büyük oranda hemşehrilik, hattâ akrabalık bağı ile birbirine bağlı olduklarını düşününce, denetim firmaları ve müteahhitler arasındaki bu ilişkinin ne kadar tehlikeli olduğunu da görebilirsiniz. 

Elbette depremin sonuçları açısından sadece bina değil, zemin de çok önemli. Şunu çok iyi biliyoruz ki, sert zeminlerin üzerine inşâ edilen binalar, yumuşak zeminlerdekine oranla daha güvenlidir. Ve son İzmir depreminde öğrendik ki, yumuşak zeminlerde depremin şiddeti katlanarak artıyor.

Diyelim ki, bütün kötü niyetli müteahhitleri hizaya getirdik, yerel yöneticileri ve yetkili mâkâmları ıslah ettik ve mevcût yönetmeliklere uygun bina yapmayı hâllettik; peki, eski yönetmeliklere göre doğru yapılmış olsalar da bugünkü şartlarda kötü imâl edilmiş olduğunu kabul ettiğimiz ya da ruhsatlandırıldıktan sonra proje değişikliği yapılmış, yer kazanmak adına taşıyıcı sistemine zarar verilmiş, bilerek ya da bilmeyerek yanlış zeminlere oturtulmuş on binlerce binayı riskli olmaktan nasıl kurtaracağız? 

Anlaşılıyor ki, bundan sonra yapılacak binaların kalitesi, depreme bağlı kayıplarımızın önlenmesine yetmeyecek, eskileri de hâlletmek lâzım! Kentsel dönüşüm projelerinin amaçlarından biri de bu değil miydi zaten? Depreme dayanaksız binaları yıkıp dayanıklılarını yapmak…

Ancak maalesef o iş de amacına uygun yürümedi! Riskli bölgelerdeki konutların, daha kaliteli işçiliklerle de olsa, zeminleri kısmen desteklenerek aynı arsaların üzerine yapıldığını biliyoruz.  

Düşününüz ki, ticârî araç muayeneleri her yıl, özel araçlarınki iki yılda bir yapılıyor. Ticârî araçların çalışma karneleri her yıl yenileniyor. Nüfus cüzdanı, ehliyet, pasaport gibi evrakın belirli sürelerde değişmesi gerekiyor. Elektrik ve su saatleri periyodik olarak kontrol ediliyor. Satın aldığımız her ürünün bir miadı, hattâ hareketsiz banka hesaplarının bile bir ömrü var. Öyle ise oturduğumuz binalar, çalıştığımız ofisler, alıveriş yaptığımız AVM’ler neden “ömrü” boyunca garantili?

Kontrol mekanizmasının olmadığı en önemli alan emlâk güvenliği galiba? Hâlbuki hayatımızın toplamda en uzun süresi bu alanlarda geçiyor.

O hâlde yapılması gereken, istisnasız tüm binaların belli aralıklarla gözden geçirilmesi olabilir. Onaylanan projeye uygunlukları, demir ve beton kalitesinin yeterliliği test edilebilir. Belediyelerin fen işleri, bu iş için özel birimler kurarak, doğru plânlamayla birkaç senede bu testi tamamlayıp ardından da üç beş senede bir yapacağı kontrollerle oturma ruhsatlarını yenileyebilir.

Ayrıca Devletin fay hatları haritalarından faydalanarak doğru kentleşme alanlarını belirlemesi, belediyeleri imar plânları konusunda bu alanlara yönlendirmesi, mevcût riskli zeminlerin de mümkün mertebe boşaltılması temin edilebilir.

Ve son olarak, sigorta şirketlerinin, kendilerine de ticârî zararlar veren vurdumduymazlığı… Kasko için aracın güncel durumunu görmek isteyen sigorta şirketleri, zorunlu deprem sigortasını ise sadece tapu üzerinden işlemle yapıyorlar. İşin denetim bölümünün zorlayıcı bir parçası hâline gelebilir ve her sigorta döneminde ilgili kurumlardan “temiz kâğıdı” isteyebilirler.

Evet, riskli zemin ve binaların boşaltılması, yenileri için yeni alanlar üretilmesi hem süre, hem de ekonomik bakımdan zor görünebilir. Ancak, yaşanan sarsıntının insan üzerindeki psikolojik yıkımı da, enkaz altından bir kişinin daha cansız bedeninin çıkarılmasını izlemek de çok daha zor. 

İzmir’de depremin yıktığı 17 binadan ikisi için, Bayraklı Belediyesi’nin 2012 ve 2018’de olumsuz rapor verdiği iddia ediliyor. Ancak bu durum Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na iletilmemiş. Ve binaların boşaltılması konusunda bir girişimde bulunulmamış. Eğer bu iddia doğruysa, kat mâliklerinin cehâletine belediyenin vurdumduymazlığı da eklenerek faciaya davetiye çıkartılmış demektir. Hâlbuki olması gereken, “Oturulamaz Raporu” verilen binanın derhâl boşaltılıp en kısa sürede de yıkılmasıydı.

Evet, bir depremin daha ardından konuşuyoruz maalesef. Öyle anlaşılıyor ki, ne vatandaş, ne belediye, ne de Devlet olarak yeteri kadar hazır değilmişiz bu depreme de. Oysa dünyanın en yüksek deprem riski olan coğrafyalarından birinde yaşıyoruz. En hazırlıklı ve en donanımlı kurumun AFAD olması bir gurur kaynağı gibi görünse de, AFAD’a gerek kalmayacak depremlerle gurur duymayı tercih ederdim.