YAŞIMIN altmışa geldiği şu
günlerde iyice emin oldum ki, dünya iki kavram üzerinde ayakta duruyor: Adalet
ve iyilik…
Ve
eskiden biri aile kızını nişanladı mı şöyle sorarlardı: “Damat kimlerdenmiş?” (Ya da tersi…) Aile çok önemliydi eskiden.
Aile… Yani genetik ve aile terbiyesi… Şimdilerde gençler dağda taşta (siz bunu “kafede
barda” anlayın) kendileri buluyor, âşık olup üç günde evleniyor, beş günde
boşanıyorlar. Sonra da hep aynı feryat figan: “Ailesi bozukmuş kardeşim onun.”
Evlenmeden
de bozuktu kardeşim, bakmayıp akıl etmedin ki hiç! Uyaranlara da kızdın üstelik.
Netîce: İyi insan olmak, eğitim ve varlıklı olmakla değil, iyi bir genetiğe
sahip olmakla mümkün.
Neden
mi anlattım bütün bunları? Açıklayayım izninizle…
Babasınız
(yahut annesiniz), evlilik yaşında bir kızınız var. Gözbebeğiniz, prensesiniz,
el bebek gül bebek büyüttüğünüz, uğruna canınızı vereceğinizi söylediğiniz
kızınız bir gün, “Seninle bir şey
konuşmak istiyorum babacığım” diyerek sizi karşısına oturtuyor ve şöyle
ekliyor: “İsmail adında birini seviyorum, izin verirsen onunla evlenmek, yurt
yuva kurmak, sana torunlar vermek istiyorum?”
Ömrünce
hiç kırmadığınız, okulda, sokakta, çarşıda yüzünüzü hiç kara çıkartmamış evlâdınıza
“Hayırlı olsun kızım” demekten başka diyeceğiniz ne var? Öyle de yapıyorsunuz. Yüzünde
gülücükler açıyor kızınızın. Mutlu… O mutlu diye siz de mutlusunuz. Ama evlilik
bu, bin bilinmeyenli denklem! İhtimâl
hesapları yetmez onu açıklamaya. İçinizde soru işaretleri rock’n roll tarzı şarkılar
söylüyor. Pek belli etmiyorsunuz ama. Duâlar ediyorsunuz sessizce.
O
da ne? Kızınızın yüzünde de soru işaretleri dolaşıyor! Endişeniz artıyor şimdi.
Evlâdınız ıgık mıgık bir şeyler geveliyor. Belli ki bir soru/sorun var. “Her
şeyi bilmek istiyorum kızım. Açık ol bana. Her şeyi söyle lütfen” diyorsunuz.
Hafif kekeleyerek anlatmaya başlıyor kızınız, dakikada üç beş kelime ancak
söyleyebilerek ve gözlerini sizden kaçırarak, “Ama… İsss maa illl, daa haa önce
biii rrr defff aaa evvvleee nippp boşşaaan mışşş. Beeeş yaşşşın daaa da Emm
rrreee adddıııındaaa biirr çoc cuuu ğuuu vvvarrrr mışşşş…”
(Burada ara ver
okumaya ey okur! Annesin veya babasın, fark etmez. Başını kaldır lütfen ve
kendi kendine sor. Bunu yaşayanın sen olduğunu varsay! Kızın sana söylüyor
bunları, anla! Ne dersin tam burada? “Olsun, ne mahsuru var” mı dersin, yoksa
“Vazgeç bu sevdâdan” mı?)
Yüz
Türk erkeğinin yahut yüz Türk kadınının kaçı burada “Olabilir, benim için
mahsuru yok” diyebilir? Yüzde on? Yüzde beş? Yüzde iki? Yüzde bir? Cevabınız
herhâlde yüzde 5 veya daha düşük ihtimâller, değil mi? (Nereden mi biliyorum? Kendimden elbette!)
Burada
konuya giriyorum artık!
Gözünün
nuru kızına -filmin tam burasında-, “Benim için mahsuru yok ancak bir şartla ‘Evet’
diyebilirim evlâdım: Emre’yi kendi öz çocuklarından ayırt etmeme sözü verirsen!
Yoksa sana babalık hakkımı helâl etmem” diyen bir babayiğit tanıyorum ben:
Sacit Toğuş…
Dünürlüğe
gittik sonra, istedik, verdiler. (İsmail, benim kayınbiraderim bu arada, o
nedenle biliyorum bu kadar detayı.) 1 Nisan 2007’deki bir düğünle de
evlendirdik İsmail oğlu İsmail ile Sacit kızı Burcu’yu.
İsmail
ile Burcu’nun “Kayra” adlı zeki mi zeki, akıllı mı akıllı, merhametli mi
merhametli bir oğulları oldu, sonra da halasına (eşime) benzettikleri “Zeynep”
adlı bir prensesleri.
Durun, hikâyemiz bitmedi, daha yeni başlıyor!
Sacit
Ağabey, kızı Burcu’dan olan iki torunu Kayra ile Zeynep’in üzerine ne kadar
titrediyse, en az onlar kadar da damadı İsmail’in ilk eşi Melek’ten olan
Emre’nin üzerine titredi. Öz torunlarından çok onunla ilgilendi, öz
torunlarından çok ona sevgi, saygı ve şefkat gösterdi, harçlık verdi.
Kızının,
eşinin ilk eşinden olan üvey oğlunu öz torunlarından ayırmayacak, hattâ daha
çok alâka gösterecek, maddî ve mânevî anlamda sahip çıkacak kaç dede vardır
Türkiye’mizde? On üç yıldır sık sık Emre’yi evine davet edecek, bir şeyler
ikram edecek, çaktırmadan cebine harçlık sokacak kaç dede çıkar? Yüz dededen
kaçı Sacit Ağabey gibidir? Üç, beş ancak? Çıkmaz bile!
Hikâyemiz
daha da bitmedi: İsmail’in ilk eşi, Melek. Yani ayrıldığı eşi, Emre’nin annesi.
Kirada oturuyor, işsiz, rahmetli babasından aldığı maaşla oğlu Emre’yi büyüten
fedakâr bir anne, Anadolu kadını. Vefâtından sonra öğreniyoruz ki Sacit Toğuş,
dâmâdının boşandığı eşi Melek’e de el tutan, şefkat eli uzatan biri. Bunu
yapabilecek kaç Türk erkeği var Allah aşkına? Samîmi olarak söyleyin lütfen!
Büyük
kızı (bizim gelin) Burcu, babasının vefâtını Facebook’tan duyurunca, bir iki
saat sonra bir telefon geliyor. Amerika Miami’den, “Adım Ahmet. Mersinliyim.
Sakarya Üniversitesi mezunuyum. Miami’de bir otelde çalışıyorum. Yıllar önce
öğrenciyken babanız Sacit amca ile komşuyduk. Yoksul bir ailenin çocuğuyum ben.
Sacit amcanın katkıları olmasa okuyamaz, okulumu bitiremezdim. O kadar emeği ve
hakkı çok ki üzerimde…” deyip ağlamaklı bir sesle başsağlığı diliyor.
Bunlar
bizim bildiklerimiz, duyduklarımız… Peki, kimdi bu Sacit Toğuş?
Geçenlerde
(1 Haziran 2020 Pazartesi) ötelere uğurladığımız altmış beş yaşındaki ağabeyimizdi
o yiğit ses. İnsan evlâdı… Adam gibi adam!
Bulgaristan
Varna-Şumnu arası Prvadi yerleşimine bağlı İspiril’den Adapazarı’na göçen İsmail
Bey ile Cemile Hanım’ın ikisi kız, biri oğlan olmak üzere üç çocuğundan
biriydi. Adapazarı Merkez Pabuççular semtinde, Kavaklı Camii yakınında doğup
büyümüştü. Erenler’deki Adapazarı Belediyesi Hali’nde hal kontrol görevlisi olarak
çalışıyordu. Gün gelmiş, Gülcan Hanım’la evlenmiş, Rabbi onlara üç kız evlât
bağışlamıştı: Burcu, Büşra, Zeren.
Varlıklı
biri miydi? Hayır! Zengin biri miydi? Evet! Orta hâlli bir evi, orta hâlli bir
arabası, orta hâlli bir yazlığı vardı. Ama gönlü çok zengindi. Cömert, mert,
merhametliydi.
Emekliliğinden
sonra Uzunçarşı’da bir kâğıtçıda, Ahmet ve Mehmet İsmailoğulları’nın yanında
takılıyordu. Herkesin sevgilisiydi âdeta. Çarşı esnafı, gelen giden ona hâl
hatır sormadan, takılmadan geçmezdi. Ben de meselâ, Fenerbahçe ne zaman kötü
gitse, “Sacit Ağabey, tevbe kapısı açık,
bırak şu Fenerbahçe’yi de üzüntüden kurtul” diye takılırdım. İstikrarla hep
aynı cevabı verirdi bana: “Ben sözümün
eriyim, erkek adam takım değiştirmez! Tutmuşuz bir kere…”
On
üç yıllık damadı İsmail Altay’a soruyorum rahmetliyi: “Kayınpederden ziyâde
arkadaş, ağabeydi benim için. Gerçek bir dosttu. Çok iyi anlaşırdık. Cömert,
merhametli biriydi. Herkese faydası olan biriydi. Babalık yaptı bana.”
İsmail’in
ilk eşinden olan Emre’ye soruyorum: “Sorana Dedem
diyordum. O da beni herkese büyük torunum
diye tanıtıyordu. Gururla anlatırdı beni her yerde. Askerî okula gitmemi
çok istemişti. Okul konusunda her türlü arkamdaydı kendisi. Her gördüğünde
mutlaka harçlık verir, çaktırmadan cebime para sıkıştırırdı. Bu sene
mühendislik fakültesini kazandığımda ne çok sevinmişti! Sacit Dedem çok iyi bir
insandı, merhameti ve sevgisiyle hissettiriyordu bunu...”
Sevgi
ve gönül adamıydı Sacit Toğuş, merhamet ve iyilik adamıydı. İyi insan olmanın,
doktor veya mühendis olmaktan, işadamı veya milletvekili olmaktan, para veya
mevki sahibi olmaktan çok çok daha önemli olduğunu ortaya koyan adamdı. Bir
işçi emeklisinin çevresine ne çok iyilik yapabileceğini ortaya koyan adamdı!
Genetiği
temiz ve sağlam adamdı Sacit Toğuş. Nice iyilikler, güzellikler, güzel örnekler
bırakarak gitti aramızdan. “Yaşasın iyilik!” diyoruz ve ekliyoruz: Dünyayı
iyilik (ihsan) ve güzellik kurtaracak ancak. Gerisi teferruat!
Dünya
Sacit Ağabeyler sayesinde ayakta. İnanıyoruz buna.