BİZİM için hayat,
bambaşka bir olgu! Doğmak, büyümek ve ölmekten ibaret değil. Bu kısacık ömürde,
basitliğe ve değersizliğe bağlanan insanlar da var, bağlanmayanlar da. Mücadele
içinde geçen bir ömürle kolaycılığa indirgenen hayat, elbette müsavi olamaz.
Fakat
beşeriyet daima kendine kolay yolları tercih eder. Kendince iyi olanı bulmaya
çabalar. İyi olduğunu sanır. İşte düşünenle düşünmeyenin kolayla zor arasında
yaptığı tercihler de bu saiklerle zuhur eder. Birileri daima boş akıntıya,
diğerleri de o akıntıya karşı zorluklarla kürek çeker.
Hayat
insanları bir yerlere zorluyor ve karşılarına da bazı kıstaslar çıkarıyor.
İnsan daima kendisinin iyi olduğunu düşünüyor. Peki, iyi bir insan nasıldır?
Kendimizi daha iyi olarak nasıl değerlendirebiliriz? Bu soruların cevaplarını
bulabilmek zordur. İnsanı tanımak için iyi anlamak gerekir.
İnsanlar
mutlak ve kat’î bir biçimde, belirli bir formda olmak zorunda da değillerdir.
Olmuyorlar da zaten... Buna mukabil, hayat birçok yaşam formunu ve amaçlarını
içinde barındırır. Nasılsak, öyleyiz! Zorunluluklar ve ihtimâllerden oluşan ahlâkî
varlıklarız. İnsanı anlamakta “iyi ve kötü” kavramları bizlere yol gösteriyor.
Yaşadığımız yer, özümüz, hep bir yerlere dönük oluyor. Yanı başımızda veya
dışımızda duran iyilik gerçeği var. İyilik, yüce bir gerçekliktir.
İyi
insanlar, iyi kalpli insanlar, hemen hemen her zaman gerçek iyi ile iyiye dair
yanlış karşılıkları, tabiatları gereği tereddüt etmeden ayırabilenlerdir. İyilik,
en sıradan kişilerde en ikna edici biçimde kendisini ortaya koyar. İris Murdoch,
“İyinin görüntüsüyle karşılaşan ve ona doğru yükselen zihin, ne zaman ki bu
yolculukta yavaşça onun temellerine inerse, o zaman onunla ilgili, onun çevresindeki
kavramları da ortaya çıkarmayı gerçekleştirir; bunlar, kendi gerçek doğalarında
birbirleriyle sürekli ilişkileri olan sanat, iş, doğa, insan, fikirler,
kurumlar ve ilişkiler gibi kavramlardır” demektedir. Hakikat ve bilgi, iyinin
derinliklerinde yatar.
İyilik
ve dolayısıyla da ona paralel olan kötülük, doğru ve yanlışı belirlemede tek
ölçüt olarak görülmemelidir. İyi, iyimserlikle kendinde kuvvet bulur.
İyimserlik hâkim olursa, iyinin de miktarı artar. Bizlerin amacı, kötü
karşısında iyinin miktarını en yüksek dereceye çıkarmak olmalıdır. Bu bakımdan
iyiliğe karşılık iyimserlik, bir yükümlülüktür. Bu yükümlülük, sözünde durma,
doğruyu söyleme, sevgi ve saygı gösterme, özgürlüklere hoşgörü olarak ifade
edilebilir.
Bütün
bu ilkeler, ahlâkî sorumluluğumuzu çözmede bizlere iyilik ve kötülüğün ne olduğunu
göstermekle birlikte, bunların nasıl dağıtılacağını da göstermez. Günlük
yaşantımızda en iyi olanın ne olacağına karar verirken karşılaştığımız anlar
olur. Her zaman karşılaştığımız bazı ayrıntıları ele alıp düşünürken, ölçüp
biçme ve hislerimiz arasında kalırız. Hislerimiz arasında sıkışıp kalmaktan
sıyrılıp ayrıntılarına odaklanmalı, iyi ve doğru olanı açığa çıkarmalıyız.
İnsan, kendi seçimleriyle değerini oluşturduğuna inanır. Bazı şeylerin
diğerlerinden gerçekten daha iyi olduğunu düşünür ve bunu yanlış anlamaya
meyilli olabilir.
İyinin
bulunduğu yönle genelde tereddüt etmeyiz. Kötülük de öyledir. Acı çekmekten
farksız olan şeylerin de farkındayızdır. Bütün bunlara rağmen iyilik kavramı
muallâkta durur. Bu gibi düşüncelerde bize yol gösterecek olan adalettir.
İyi,
sevgi üzerinde egemendir. Sevgi hep olumlu algılanır. Başka kavramlarda olduğu
gibi kötü bir şeyin yerinde de olabilir. Buna mukabil, pratikte iyilikle aynı
olan saf bir sevgi kavramı da vardır. İyi, sevgiyi doğrudan kendi alanına
çeker. Yanlış bir sevgi yanlış bir iyiye doğru hareket eder. Gerçek iyiye yönelen
ve bu yönelişle beslenen, sevginin niteliğini ortaya çıkarır. Bu hâliyle sevginin
iyiyle buluşması ruhu ısıtır ve yüceltir. Az önce de belirttiğimiz gibi, iyilik
kavramı muallâkta kaldığında sığınak adalet olur.
Ölçütü
ve ilkeleriyle adalet kavramı üzerinde tam bir uzlaşıya varılmadığı görülüyor.
Sorunun temeli de adalet tanımıdır. Bunun nedeni, adalete çok farklı anlamların
yüklenmiş olmasıdır.
Adalet
mi, ahlâk mı?
William
Frankena, ahlâkın iki temel ilkesi olduğunu söylemiş. Biri “dünya üzerinde
iyiyi azamiye çıkarmayı amaçlayan fayda ilkesi”, diğeri de “adalet”. Etiğin
aslî görevi de bize neyin doğru, neyin yanlış olduğunu göstermektir. İnsanlara
düşen, belirlenen bu kuralları belirtmek ve hayata hâkim kılmaktır.
Hatalar
ve doğrularda iki sorunla karşılaşırız. İkisi arasında çıkan çatışmada hangisi
tercih edilmelidir? Adalet mi, ahlâk mı?
Ahlâkın
görevi, doğru ve yanlış kurallarını belirlemektir. Fakat doğru ve yanlış
kuralları iyi ve kötü kavramları ile ilintilidir. İyi ve kötü, dünyadaki iyi
miktarını arttırma ve azaltma ile izah edilebilir. Ahlâkî düşünce alanı
yanlışlarla ve bunlara yönelik telafilerden oluşan bir alan olarak değil, tüm
yaşantımızı yönlendiren unsurlarla oluşur. İlişkilerimizin niteliğini ortaya
koyan bir yer olarak ortaya çıkar.
Adalet,
tarih içinde bazen bir veri, bazen ilâhi, bazen aklî ve bazen de fayda ile eş
tutulmuştur. Adalet kavramına kişisel bakıldığında, âdil bir düşünceyle hak
olan öne çıkar. Hakkı yerine getirmeye çabalar. Dolayısıyla yardımseverlik veya
hakikatseverlik gibi erdemlerden biri gerçekleştirilmiş olur. Kişisel bir
olayda neyin âdil olup olmadığına karar verilmesinde yeterli ve yardımcı olmayabilir
bu.
Adalet
anlayışı, bir ferdin karakter özelliğinden öte, bu özelliğine dayanan ve somut
olarak gerçekleşen ilişki biçiminin özelliğini niteler. Âdil olandan veya
olanlardan söz ederken, öncelikle âdil ilişkiler ve âdil eylemlerden söz
edebilmeliyiz. Âdil ilişki tarafından hak ettikleri yarar ve yükümlülüğe sahip
olduğu ilişkiler, ferdin hak etmesine ve ferdin özelliklerine/şartlarına göre
belirlenir. Yani “hak ettiğini vermek” olarak bunu ifade edebiliriz. Burada da
hak edilenin iyi tespit edilmesi gerekir.
Bireysel
olarak bakıldığında, kişilerin adalet isteklerinin (talep olarak), kendilerine
ait olduğu düşündükleri bir şeyin onlara verilmesidir. Bu tespit, her zaman o
kadar kolay gerçekleşmez. Çünkü kişinin o şeye sahip olup olmadığının nasıl bilineceği,
bilindikten sonra kişinin talebinin haklı mı, yoksa haksız mı olduğu ortaya
çıkar. Bu gibi durumlarda karşımıza “Adalet mi, ahlâk mı?” sorusu çıkar. Gerçek
şu ki, adaletin temelinde ahlâkın sınırsız genişletilmesini sağlamaya yönelik
düşünce gelişir.
Adalet,
yaşantımızda bazı tasniflerle de yer bulur: Şeklî adalet, maddî adalet, hukuk
adaleti, sosyal adalet, siyâsî adalet… Bu ayrımlar adaletin türleri değil,
sadece adaletin talep edildiği/arandığı farklı alanlardır. Bütün bu tasniflere
rağmen adalet, genelde iki yönüyle karşımıza çıkar. “Denkleştirici adalet”,
bireyler arası eşitlik ve yapılanla tazminatın tutarlı olmasıdır. “Dağıtıcı
adalet” ise, herkesin toplumdaki görevine göre hükümlü olmasıdır. Bu tür nispîdir.
Sosyal devlet anlayışı, biraz daha dağıtıcı adalete uygundur.
Adalet,
herkese kendine düşeni vermek, kişilere birtakım hakları sunmaktır. Hukuk
kurallarına uygunluğu içerir. Adalet, insanların toplum içindeki
davranışlarıyla ilgili olduğundan ahlâk ve din kurallarıyla da ilişkilidir.
Toplum
hayatında ahlâk ve adaletin yeri çok önemlidir. Toplumda her fert, ahlâk ve
adaletin timsali olacak şekilde yetiştirilmelidir. Tarihsel sürece baktığımızda,
ahlâk ve adaletten yoksun toplum ve devletler yok olmuşlardır. Tarihin her
döneminde örneklerini görmek mümkündür. Ahlâk ve adalet, ferdin şuurunda temiz
bir şekilde yer etmelidir. Ahlâklı olmadan âdil olmak, âdil olmadan medenî
olmak mümkün görünmemektedir. Adalet ve ahlâk, her toplumun en kutsal mefhumudur,
temelinde ise ahlâklı ve âdil insan yer alır.