Iyd-ı Ekber: Nevruz ve Miraç

Namazın evveli iman, âhiri hikmet, hedefi de Miraç’tır. O hâlde iman ve hikmetle dolu sinelerin kıramayacağı kabuk ve başa çıkamayacağı felâket yoktur. Felâketlerle gelen bu yıl, içinde bir Iyd-ı Ekber barındırdığına göre, Corona gibi salgınlardan ve deprem ve yanardağı gibi afetlerden korkup ümitsizliğe düşmeye gerek yoktur. Her felâket, bir gömlek değiştiriş; her âfet, bir eşik atlamadır.

21 MART… Bu hususî güne gelenekte “Nevruz” deniyor. Nevruz, en basit anlamıyla “bahar bayramı”dır.

Felâketlerle başlayan 2020 yılının bahar bayramının üstüne bu yıl, Müslümanların kutlu bir gecesi de isabet etti: Miraç…

Gelenekte iki kutlu günün üst üste gelmesine “Iyd-ı Ekber” denir. Yani en büyük bayram…

Kültürümüzde “Iyd-ı Ekber”, Kurban Bayramı’nın ilk gününün Cuma’ya denk gelmesine verilen addır.

Bendeniz de bu gelenekten hareket ederek Nevruz ile Miraç’ın aynı günde birleşmesini “Iyd-ı Ekber” diye adlandırdım.

Nevruz, Farsça birleşik bir kelimedir: “Nev” “yeni”, “ruz” da “gün” demektir. Türkçesi, “Yenigün”…

Astrolojide Güneş’in Balık burcundan çıkarak Koç burcuna girmesine tekabül eder. Kışın bitip baharın başladığını müjdeleyen bir gündür.

Bahar bayramı, hemen her milletin tarih ve mitolojisinin özel bir kolunu oluşturur. Türklerin örf ve mitolojisinde de Nevruz’un önemli bir yeri vardır. Ancak Türkler yazılı kaynaklara nadiren malik oldukları için, mitlerinin gelenek ve kültür içerisinde ne şekilde bir yol izlediğini kesin çizgileriyle bilmiyoruz.

Türklerin sabit bir coğrafyayı vatan tutmayıp dünyanın muhtelif coğrafyalarına doğru göçmeleri, tarihî ve kültürel silsilerinde eksiklik ve kopukluklar oluşturur. Zaten Türk tarih ve kültürü söz konusu olunca, araştırıcının karşısına çıkan temel mesele, metin ve vesika yokluğudur.

Bu nedenle Türk dili, Türk kültürü ve Türk tarihi birbirinden kopuk bir adacıklar ormanı gibidir. Ne dilimiz, ne kültürümüz, ne de tarihimiz bütüncül bir yapı arz eder. Dilimiz bu sebepten müşterek bir tefekkür tezgâhında dokunmamış, kültürümüz bu nedenden büyük dimağlar elinde işlenmemiş ve metinlerimiz de bu yüzden büyük ozanlar dilinde nihâî destana dökülmemiştir.

Bu hayıflanmadan kastım, sözü Nevruz’a getirmektir…

Kültürümüzde Nevruz ile ilgili kayıtlar Fars menşeli kaynaklara dayandığı için, bazı aklıevvel araştırıcılarımız sorgusuz sualsiz Nevruz kültürünü Farslara ait saymaktadırlar.

Bendenize göre bütün Türk dünyasında bayram olarak kutlanan Nevruz, Fars veya başka kavimlerden alınan bir kült değil, bilakis kendi mitolojimize dayanan özgün bir kültür unsurudur.

Nevruz’un temel yıldızı Güneş’tir. İnsanlık, Güneş’in döngülerinden hareketle birbirine benzer pek çok mit, efsane, masal ve destan üretmiştir. Bu itibarla her milletin kültüründe Güneş’i sembolize eden mitsel kuşlar ve ilaheler vardır.

Türk mitolojisinde Güneş’in yeri çok başkadır. Atalarımız Orta Asya’nın geniş, ıssız, yüksek ve soğuk steplerinde Güneş’in sıcak yüzünü, muhakkak ki her milletten daha büyük bir özlemle beklemişler ve doğuşunu da her milletten daha büyük bir coşkuyla karşılamışlardır.

Nitekim dip mitolojimizde Umay Ana’nın Güneş’i temsil etmesi beyhude değildir. Güneş’in ufukta belirmesini, altın kanatlı kartalın kanat açıp havalanması olarak tasvir eden Türk mitolojik telâkkisi, kıştan kurtulup yaza geçmenin gün dönümünü ifade eden bu olaya “Yenigün” adını vermiştir.

Yenigünü, kış ekinoksu olan 23 Eylül’den itibaren semâlarından uzaklaşan Umay Ana’nın altı aylık bir karanlık ve soğuğun ardından altın kanatlarıyla ufukta belirmesi olarak gören atalarımız, bu günü büyük bir sevinçle karşılamışlardır.

Nitekim gün doğumlarını “Tan Tanrı geldi, Tan Tanrı özü geldi” dizeleriyle bir ayin hâline getiren Uygur metinleri, bize bu telâkkinin bir yadigârı olarak ulaşmıştır.

Türk mitolojik düşüncesi, 21 Mart gününü Umay Ana’nın ufukta bir altın kartal yani bir devlet kuşu olarak belirmesi sayar; atalarımız, 21 Mart ekinoksu olan bu özel günde Umay Ana’nın kavminin üstünde bir devlet ve talih kuşu olarak uçtuğuna inanırlardı. Bu devlet kuşunun al renkli geniş kanatları, Güneş’in doğduğu yerden battığı yere kadar uzanır ve bütün kavmi gölgesi altına alırdı.

Bu özel günde bu kutlu kuşun başlarında uçması onlara kut ve saâdet getirirdi. Bu kutlu kuş, kavmin üzerinde uçmadığı zaman meydan, karanlık ve soğuğun sembolü olan kuzgunlara kalırdı. O yüzden atalarımız “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” demişlerdir.

Semâ ocağında Güneş yani Umay Ana, alevli yalımlarıyla ruhlar âleminin ocağını tüttürürken, alta da fâni evlâtları, odlar ve ocaklar yakarak semadaki bu ateş cümbüşüne eşlik ederlerdi…

Ve Miraç

Miraç, Hazreti Peygamber’in bir gece Mescid-i Harâm’dan Mescid-i Aksâ’ya yaptığı gece yolculuğunu (İsra) ve oradan semâlara yükselmesi (Miraç) hâdisesidir. Miraç kavramı, İsra ile Miraç’ın ortak adı olarak dinî ve irfanî kültürümüze mâl olmuştur.

Ortak anlayışa göre, Peygamber Efendimiz bir gece Kâbe’de Hicr veya Hatîm denilen yerdeyken Cebrail gelir, göğsünü açar, zemzemle yıkadıktan sonra içine iman ve hikmet doldurup kapatır ve Burak adlı bir binit ile Beytü’l-Makdis’e götürür.

Peygamberimiz Mescid-i Aksâ’da iki rekât namaz kılıp dışarı çıkar. Cebrail, süt ve şarap dolu iki kap getirir. Peygamberimiz süt dolu kabı tercih edince Cebrail, “Fıtratı seçtin” der ve onu alıp semâlara yükseltir. Semâların her birinde bir peygamberle görüşen Resul-i Ekrem, yedinci semâda Hazreti İbrâhim ile buluşur, Cebrail ile Sidretü’l-Münteha’ya kadar varır, yazıcı meleklerin kalem cazırtılarını duyar ve Hakk’ın huzuruna varır. Hakk’ın huzurundan da beş vakitlik namazı alarak döner.

Miraç’ın bedenle mi, yoksa ruhla mı yapıldığı meselesi İslâm âlimlerini meşgul etmiştir. Ancak her iki görüşün taraftarları da Miraç’ın gerçekleştiğinde hemfikirdir.

Nevruz ve Miraç’ı sembolik yönden okuyunca, bu felâket yılında iki özel günün üst üste gelmesinin bir hikmeti olduğunu değerlendiriyorum.

Nevruz, toprak altında zulmette bekleyen tohumların uyanarak başlarını yeryüzüne yani Güneş’e doğru uzattıkları günün adıdır. Soğuk ve karanlıkta bekleyen cümle tohumlar, o gün zulmetten nura doğru koşarak filizleniyorlar, ot ve yapraklar hâlinde dile gelerek ışığa yani Güneş’e şükürlerini sunuyorlar.

Miraç da iki kademelidir: İlkinde Peygamber Efendimiz, Kâbe’den Mescid-i Aksâ’ya bir gece içinde yani zulmette seyahat ediyor. Tıpkı Nevruz’daki tohumların yer altından yer üstüne hareketleri gibi… İkincisinde hakikî güneş olan Hakk’ın nuruna kavuşmak için semâlara yükseltiliyor. Tıpkı filizlerin yer altından yer üstüne çıkıp Güneş’e kavuşmaları gibi…

Bu sembolik okumanın çözümleri üzerinden bakılınca, yeryüzü tarlasının en seçkin tohumu olan Hazreti Peygamber, iman ve hikmet yüklenerek önce yeryüzünün kabuğu hükmünde olan Kâbe ile Beytü’l-Makdis arasını kat ediyor -ki bu süreç, akıl sürecidir-, ardından da tohumun yeryüzüne çıkışı gibi feleklerin üzerine çıkıyor  ve Hakk’ın huzuruna erişiyor -bu da aşk sürecidir-.

Her tohum kendi cinsine, toprağa gömüldüğü zaman Nevruz’da filizlenme ilmini öğreterek yok olur.

Hazreti Peygamber’in Miraç’ı da yeryüzü tarlasında kalan bizlere, iman ve hikmet ilmiyle kabuğumuzdan çıkarak feleklere yükselmeyi ve Rabbın nuruna ulaşmayı mîras bırakmıştır. Namaz da bu mesafeyi tırmanacağımız merdivenin yani Miraç’ın adıdır.

Namazın evveli iman, âhiri hikmet, hedefi de Miraç’tır.

O hâlde iman ve hikmetle dolu sinelerin kıramayacağı kabuk ve başa çıkamayacağı felâket yoktur.

Felâketlerle gelen bu yıl, içinde bir Iyd-ı Ekber barındırdığına göre, Corona gibi salgınlardan ve deprem ve yanardağı gibi afetlerden korkup ümitsizliğe düşmeye gerek yoktur.

Her felâket, bir gömlek değiştiriş; her âfet, bir eşik atlamadır.

Bu bâbda sözü, Mevlâna’dan mülhem olarak bağlayalım: “Mücadele, herkesin ümidini kaybettiği yerde harekete geçme işidir.”

“Görelim Mevlâ neyler/ Neylerse güzel eyler”...

Miracımız mübarek, Nevruzumuz kutlu olsun!