
UZUN bir mücadelenin
sonunda 1908 yılında Kanun-ı Esâsî yeniden yürürlüğe girince, İttihat ve
Terakki, bu hareketin baş mimarı sayılmış ve kendisine kutsallık tanınmıştı.
İttihat
ve Terakki, sımsıkı ve rakipsiz olarak sarıldığı kurtarıcılık ve kutsallık
karizmasına heyecanla bağlı bir örgüttü.
Balkanların
komitacılığından başka hiçbir örnek ve deneyimi olmayan İttihatçılar, kısa bir
süre sonra parlamentoda en büyük çoğunluğa sahip oldular.
İttihat
ve Terakki’nin İkinci Meşrutiyet yılları içinde başvurduğu iktidarı elde etme
yöntemlerinden biri de darbecilikti.
Çete
olup dağa çıkmak, adam vurmak ve komitacılık, İttihatçıların sanatı olmuştu.
Devletin generali Şemsi Paşa’yı vurarak öldüren teğmen Atıf Kamçıl, İttihatçıların
gizli servisi Teşkilât-ı Mahsusa’nın reis yardımcısıydı.
İttihatçılar
ünlü Balkan Bozgunu’nun ardından harap ve yorgun düşmüş İmparatorluğu Almanlara
lojistik destek olsun diye Birinci Dünya Savaşı’na soktular.
Hâlbuki
Balkan Savaşı günlerindeki İmparatorluğun hâli içler acısıydı. Bir görgü tanığı
o günlere şöyle şahitlik ediyordu:
“Lüleburgaz Savaşı
neden kaybedildi? Askerlerin ekmeği, kumandanın telgrafı yok... Abdullah
Paşa’nın zabitleri mısır köklerini tırnakları ile kazıyarak, biraz unla
kaynatıp kumandanlarına veriyorlardı. 175 bin kişilik bir kuvvet kumandanının
yiyecek ekmeği yoktu... Bu bir hastalar ve yaralılar kafilesi değildi, bunlar
gerçek insan paçavralarıydı. Yeşilimsi ve yanık yüzlerinde ıstırap gerginliği,
acının verdiği perişanlık içinde sürüklenmekteydiler...
Kimini arkadaşları
taşıyordu, kimi de yük arabaları üzerine asılmışlar, cesetlerle karmakarışık
yürüyorlardı. Arabalardan feci bir inilti ve hırıltı konseri yükseliyordu. Bu
can çekişenler kortejinin arkasında, çamur deryası boyunca, bağırsaklarını
toprağa boşaltan iki büklüm gölgeler seçiliyordu… Hayatımda ilk kez korkunun ne
olduğunu gördüm ve anladım.”
Bu
acı tabloya başka bir gözlem ekleyelim:
“Havanın fenalığı,
gıda yokluğu, üniforma uymazlığı, kunduraların biçimsizliği, bitik düşmüş, kötü
kumanda edilmiş bu bîçarelere Hıristiyan ahali pencerelerden tüfekle ateş
ediyordu… Bir ordu ki, harp etmeden, önemli kayıplara uğramadan, hatta bir
kısmı galip gelmişken dağılıyor, perişan oluyor... Askerler tekerleklere
yapışmış et parçaları için birbiriyle kavga ediyor...
Çerkezköy’den
İstanbul’a yirmi saatte gidilen buralarda ‘yaralıları yıkamak için su bile
yok’, ‘neferler obüslerin açtığı yaraları kendileri pis paçavralar ya da
çamaşır parçalarıyla sarmakta’… Acaba tarih buna benzer bir durumu kaydetmiş
midir?”
İşte
ordunun hâli bu kadar içler acısı iken, İttihatçılar, İmparatorluğu bu perişan
orduyla bir dünya harbine soktular.
İttihatçıların
lider kadrosundan Sadrazam Sait Halim Paşa, savaştan yana değildi. Paşa,
etrafındaki maceracılara, “Turan ve Mısır
fütuhatı (fetihleri), Trablus, Tunus, Cezayir vesaire gibi emelleri rica ederim
bırakalım. Hudutlarımızı muhafaza edelim, bu suretle tarafsız kalırız” diyordu.
Almanya,
İtilaf Devletleri gibi Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalmasını tercih etmiyordu.
Tam tersine, Osmanlı Ordusundan etkin yardım bekliyordu. Batı’da tutunabilmek ve
Fransa işini birkaç haftada hâlledebilmek için doğuda Rusları, Mısır’da
İngilizleri oyalayacak ve durduracak lojistik desteği Osmanlı’dan bekliyordu.
Ayrıca Galiçya ve Romanya’da da aynı ordu yükleri hafifletecekti.
Silahaltına
çağrılan 2 milyon 850 bin kişilik “yarı aç, yarı çıplak” bir ordu nüfusu 20
milyon, yüzölçümü ise 2 milyona kilometrekareye yaklaşan Osmanlı ülkesini
korumakla görevlendirilmişti.
Bunların
altısı ülke içinde (Kafkas, Çanakkale, Irak, Sina, Filistin, Hicaz, Yemen), üçü
de ülke dışındaydı (Romanya, Galiçya, Makedonya).
“İttihatçılar
Almanlardan alacakları 25 milyon markın ümit ve beklentisiyle” bir milleti
toptan Almanya’ya satmışlardı.
Cemal
Paşa’nın, Kurmay Başkanı Binbaşı İsmail Hakkı Erden’in naklettiğine göre
Birinci Dünya Savaşı’ndaki Alman Ordu Kurmay Başkanı von Frankenberg, Deutsche Wehr
dergisinin Mayıs sayısında şöyle demişti: “Alman
Başkumandanlığı Türkiye’ye üç ödev vermişti. Çanakkale Boğazı’nı kapatmak,
Kafkasya’ya taarruz, Kanal’a taarruz…”
Bir
milletin, üç ödev karşısında Almanlara satıldığı bu savaştan kazançlı çıkmak,
Almanya galip gelmiş olsa bile tam bir hayâldi.
Dört
yıl sonra, 1918 yılında yıkıntı bir ülke içinde elde kalan asker sayısı 500 bin
civarındaydı.
Savaşın
Osmanlı İmparatorluğu açısından bilânçosu şuydu: Osmanlı İmparatorluğu’nun
1914’te silahaltına aldığı asker sayısı 2 milyon 850 bindir. Şehit sayısı 550
bin kadardır. 2 milyon 59 bin yaralıdan 891 bin 634 asker köylerine sakat
kalarak dönmüşlerdir. Yalnızca Sarıkamış seferine katılmış olan 90 bin Türk
askerinin 70 bini soğuk, hastalık ve kötü yönetimden ölmüştür. Kanal Seferi’nde
3 bin Türk genci kaybedilmiştir. Bütün savaş boyunca 129 bin 644 Türk subayı
esir düşmüştü.
Ne
garip ki, bugün hâlâ İttihatçıları, Birinci Dünya Savaşı’na girişimizi ve
Sarıkamış bozgununu savunanlar var. Çünkü ülkemizi bugün hâlâ yöneten derin
egemen elitin çoğu, İttihatçılarla kan veya ruh akrabalığı taşıyor.
Devletin
generalini vurarak öldüren katili hoş görerek Cumhuriyet’ten sonra Çanakkale
mebusu yapmadılar mı?
Devlet
ve kamuoyu nezdinde hâlâ egemen olan İttihatçı zihniyet değişmedikçe daha nice
bozgunlara uğrarız, vesselâm...