İttekullah

Ve yeryüzünde bütün bunlar olagelirken, dünya insanının pespaye dertleri de, Yaradan’ın mülkünü sahiplenip “Burada şucuları, bucuları istemiyorum” diye haykıran şuursuzluğu da, lükse daha fazla para harcayamadığı için Rabbine, devletine, ailesine düşman kesilen bencilliği de, hep almak, sahip olmak ve istiflemek üzere kurguladığı değersiz yaşam biçimleri de beş para etmiyor gözümde!

AÇLIK, yokluk, savaş ve hastalık… Her bir can düşmanı kavram, birbirini doğuruyor. Bütün huzur katili kavramlardan en yıkıcı olanı da iç savaş… Çünkü bir memlekette birbirine düşman odaklar varsa, orada hayata tutunmaya çalışanların başına gelebilecekler sadece can vermekle sınırlı kalmıyor.

İç savaşlar, kavramların ve olguların katilidir. Zamanın mateme iliklendiği topraklarda ölüm, can verişten ve nefes bitiminden öte bir kavram. Evvelâ evlerin huzurdan akşam sohbetlerini öldürüyorlar. Basit ve yalınca işe gidiş gelişleri, çocukların okul sıralarında ders saati bitimini bekleyen safiyane dertlerini katlediyorlar. Çocukları öldürmeden evvel çocukluğu öldürüyorlar. Teneffüs zili coşkusunu, sokaktaki yavru kediyi, eve gizlice getiren masumiyeti, bina aralarında koşturan minik ayakları toza toprağa karıştıran pervasızlığı öldürüyorlar.  

İç savaşlarla koca bir çağı kahkahasız, tebessümsüz, manzarasız ve ruhsuz bırakıyorlar. İşte Yemen! İşte Suriye! İşte Afrika, Doğu Türkistan, Filistin, Arakan! Farklı coğrafyalar, farklı adlar, bambaşka duygular… Ama ortak payda, içten içe öldürülen insanlık. İnsanın ölümünden evvel insanlığı katlediyorlar.

Yemen’de her yıl milyonlarca insan açlığın yavaş ve sancılı ölüm yolculuğuna dâhil oluyor. Milyonlarca çocuk kana kana su içişin rüyasında bütün çocukluğunu ölüme saat sayan bir yoklukta tüketiyor. Ve bütün bu çıkmaz sokak kılıklı hayatlar, dıştan içe zerk edilen hegemonya zehriyle kan dolaşımı kirletilmiş ülke insanları tarafından mümkün kılınıyor.

Doğu Türkistan’da Çinli yamyamların işkence ritüelleriyle acı çeken, hayattan koparılan, rutinleri katledilen, tebessümleri tutsak edilen insanlar günleri ve ayları ölüm arzusuyla takvimden düşüyor.

Açlığın, susuzluğun ve kendi topraklarında aidiyetsizliğin bir başka öyküsü de Suriye’de yazılıyor. Kendi vatanında kendi devletince üzerlerine sicim gibi bomba yağdırılan bir halk, hangi köşeyi dönse eli kanlı bir örgütün tehdidiyle karşılaşıyor.

Öyle acılar, öyle sancılar var ki dünyada, gitmekle kalmak arasında hayatla ölümün devasa ayrıklığı bulunmuyor. Çoğu zaman gitmek uzun ölüme, kalmak kestirmeden can verişe benziyor. Farklı ülkelerin, değişen odakların ve yasadışı grupların çıkar hesaplaşmaları arasında sıkışıp kalanlar için sokaklar ve evler envaiçeşit ölümün sergilendiği fuarlar…

Gecenin en tatlı uykusunda, rüyasının tebessümünde yatan bütün dünya insanları bir yana, savaşla ve zulümle yatağa girenlerin topal uykuları bir yana… Bir an yok ki, açlığa emanet edilmiş gecenin tam ortasında bomba düşmesin çatılara. Bir an yok ki, çocukları parklara bağlayan yollarda köle ruhlu teröristler birbirine girmesin. Bütün bunlar ya olur ya da olacak kaygısında günleri, geceleri esir alır.

Ve yeryüzünde bütün bunlar olagelirken, dünya insanının pespaye dertleri de, Yaradan’ın mülkünü sahiplenip “Burada şucuları, bucuları istemiyorum” diye haykıran şuursuzluğu da, lükse daha fazla para harcayamadığı için Rabbine, devletine, ailesine düşman kesilen bencilliği de, hep almak, sahip olmak ve istiflemek üzere kurguladığı değersiz yaşam biçimleri de beş para etmiyor gözümde!

Öyleyse son sözü şiir söylesin…

***

İttekullah

Mümkünsüz bütün yazlar

o ceylan koşmaları

semaver muslukları

çimen üstü örtüler mümkünsüz

Su değmeyen dudakların kurusu zaman

ne yöne baksan evler virane

kiremit rengi düşler virane

yollar virane

Nereye gitsen yıkık gönüller

Teni buğday, kara yağız, beyaz ve sarı

Aynı arşın altında

Rabbin kulları

Elsiz bırakmışlar cümle ocağı

Nasıl gülünüyordu unuttu içim

hatıramda yok

bir neşeli yüz, bir yaralı diz

Hüzün

asırlarca uzuyor

Matemin kuyusu ondan da dipsiz

Düşlüyorum

ne zaman düşecek cemre

mevsimler lütfedip de uymuyor emre

İhtiyarlar hangi camdan gülecek

Çocuklar hangi bahçelerde çocuklaşacak

Kuşlar

ne vakit kedersiz uçacaklar

Hele böyle bir demde

öyle bir dem ki

mümkünsüz şehirleri, köyleri geçtim

evlerin kapıları ardında

mümkünsüz ocaklar

Çarpık kaldırımlar çivili minder

Afrika’dan Yemen’e uzanmış keder

Tokluk, buğulu rüya

Su, kayıp cennet düşü

Sevmek

uzak bir şehir

Minik bir el uzansa şefkatten umutlara

eller mümkünsüz

Tamah etse ucuzca bir sevgi masalına

diller mümkünsüz

Yorgun göz kapakları tam geceden kapansa

ve telaşsız, hesapsız saatlerce uyunsa

mütebessim bir bahar uykusundan uyansa

Ne fayda

‘Eyvah’ ezber olunca

yetim annece ağlar

öksüz hep taşta uyur

pamuktansa yatağı, baş koyunca taş olur

Ve bütün bu eyvahta

bahar mümkünsüz

baharı okşayan rüzgâr mümkünsüz

Baş döndüren bir yokluk öyküsüymüş bu

Vatansız, hükümsüz, varsız köşeler

Zalimin elinde zulümden bir ok

mazlumun kalbi delik deşik

ağlamaya kalksa gözler mümkünsüz

İçine hıçkırsa

tutup saklasa

kimse duymasa

susmak mümkünsüz

Gecenin örtüsü, ölmek korkusu

matemle bölünmüş beşik uykusu

Sabret

güneş doğacak

bekle, bülbül ötecek

Ah bu mağlup kalplerin

son tesellisi

gecenin bitimine serilmiş umut

gündüze emanet tüm bekleyişler

Ne var ki gece katran

siyalar uzun

bitti bitecek ama bitmiyor hüzün

Bu katrankarasında sabah mümkünsüz

sabaha çiy düşen otlar mümkünsüz

Önünde uzansa alaca mavi

denizi bölük bölük etse gemiler

dalgalar köpürse

kıyı sevinse

kenarında bir çift göz seyrediverse

Baba olsa

özlediği evlat mümkünsüz

Evlat olsa

beklediği hayat mümkünsüz

Hayat olsa

bir huzurdan memat mümkünsüz

Kimi sabahı bekler

ölmemek muştusunda

Kimi yıkık evlerin üzerinde nöbette

Bir yudum su düşünde uyutulmuş çocuklar

Anneler

Ah anneler

Annelerin bağrında kırk yamalı bir ocak

söndü sönecek

Ekmek kırıntısından cennetler düşlemişler

Ocak nasıl tütecek

Bir tas toprak içene, su berrak denilir mi

Küflü ekmek yiyene, tazesi sorulur mu

Paslı bir gün ışığı düşünce odalara

Hamd etmeyi bilene

kimliği sorulur mu

Hangi yurdun türküsü susunca yol almışlar

kim bilir

Hangi yaz gülüşüne bombalar yağmış

Savaş çığlıklarında imsak vakti girince

sabaha demir alan

güneş mümkünsüz

aydınlığa renk katan ağaç mümkünsüz

semaya dudak büken dallar mümkünsüz

Mülkün Sahibi Rabbim

Hükmün Galibi Rabbim

Senden başka merhamet eli görmedim

Senden uzak köprüler mahkûmmuş yıkılmaya

Senden uzak gönüller

Verimsiz

Çorak

Hükmü Senden bilmeyenin elinde gül de silah

Mazlumun senden başka yok yeri sığınacak

Sen değilsen kalplerin yöneldiği kıblegâh

İnsanı âdem yapan vicdan mümkünsüz

Hakkı hak bildirecek iman mümkünsüz

Ey insan

Yıkma

güç-bela tüten evlerin bacasını

bir yıkık baca yıkar dünyanın çatısını

Medeniyetler gömer bir yürekten ah

Susuz topraklar için su taşısın ellerin

açlığını dindiren ol

sızlayan midelerin

Irkı, bayrağı, rengi farklı diye zulmetme

Senin de, onun da sahibi Allah

Oldu ya

Düşersin

can verirsin

kesilir soluk

İttekullah!

 

Bu şiir dünyadaki bütün mazlumlar namına, zalimlere çevrilmiş bir okun ucundaki vicdanı anlatır.