
TARİH bilimin konusu olması
lâzımken, Türkiye’de siyasetin temel unsurlarından biri olmaya devam etmektedir.
Elbette tarihe rağmen tarih yok sayılarak siyaset yapılamaz. Ancak Türkiye’de
siyâsî tarafların görüşlerini adeta tarih ile sınırlandırıp rakiplerine oradan
yüklenmeleri, dünyada benzeri kolay bulunabilecek bir örnek değildir. Tarih
konuları siyaset aracılığı ile güncelleştirilirken, siyaset güncel işlerden
koparak tarihte kalmaya, oradan rakipler mahkûm edilmeye çalışılmaktadır.
Laik-Sol-Kemalist kesim, siyâsî çizgileri için benzersiz bir örnek
saydıkları CHP Genel Başkanı Kemal Paşa’yı öne çıkarmayı bir tutku gibi
sürdürmektedir. Kemal Paşa adına, karşılığı tarihte bilinip duyulan ne kadar
isim varsa tamamının adeta bir hiç olduğunda ısrar etmeyi siyâsî bir dâvâ
olarak sürdürmektedir. Bu durum, teslim edilmelidir ki, Türkiye’nin idarî ve
hukukî yapısı içinde tek kalelik bir maça benzemektedir. Çünkü CHP Genel
Başkanı Kemal Paşa’yı eleştirmek suçtur.
Türkiye’de düşünce özgürlüğünün önündeki en önemli engellerden biri olan
Kemal Paşa’yı eleştirmek konusu, İslâmî kesim için acayip bir çelişkidir. 5816
sayılı bu yasayı çıkaran Adnan Menderes, İslâmî kesimin değer verdiği önemli
bir isimdir. Yine İslâmî kesimin değer verdiği, gelip geçen hiçbir siyâsî isim,
“5816 sayılı yasa ile düşünce özgürlüğü olmaz, bunu kaldıracağız” demediği gibi,
eleştiri konusu bile yapamamıştır.
Seksen yaşını geçmiş olan Necip Fazıl Kısakürek, 1981’de Sıkıyönetim
Mahkemesinde, “Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Vahidüddin Han” adlı
kitabında “Atatürk’e hakaretten” yargılanır. Kısakürek savunmasında, “Atatürk adının
hiç geçmediği bir kitapta ben ona nasıl hakaret etmiş olabilirim?” diye kendini
savunmuştur. Buna karşılık mahkeme başkanı, “Atatürk’ün yerdiği Vahdeddin’i
övmek ya da savunmak, Atatürk’e hakaret anlamına gelir” diyerek adalet
tarihinin en utanç verici örneklerinden birini göstermiştir. Bu dâvâdan mahkûm
olan Kısakürek, 23 Mayıs 1983’te öldüğünden dolayı cezaevine girmekten
kurtulmuştur.
Böylesi bir hukuk düzeninde laik-Sol-Kemalist kesim, herhangi bir münasebet
aramadan Abdülhamid’e karşı sınır tanımayan kin ve düşmanlık dolu nakaratlarını
tekrarlamaktadır. Tarafların bayraklaştırdıkları iki isim olarak Kemal Paşa ile
Abdülhamid Han yarıştırılmaktadır. Meşrutiyet dönemi İslâmcıları, Abdülhamid
muhalifidirler. Cumhuriyet döneminde tek partili ve tek adamlı idarî yapıya
duyulan öfkenin bir sonucu olmalıdır ki, İslâmî kesim, çelişkili ve tutuk bir
Abdülhamid savunması üstlenmiştir. Böylece “Ulu Hakan Abdülhamid Han” vurgusu
ortaya çıkmıştır. Bu çelişkili anlayışın ortaya çıkmasında Kısakürek’in katkısı
büyüktür.
Abdülhamid Han döneminde hiç toprak kaybedilmediği, buna karşılık Kemal
Paşa’nın doğrudan sevk ve idaresinde toprakların dörtte üçünün kaybedildiği
vurgulanmaktadır. Oysa 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Osmanlı büyük toprak
kaybına uğramıştır. Evet, Abdülhamid Han savaşa karşıdır ve engel olmaya çalışmıştır.
Buna karşılık laik-Sol-Kemalist kesimin sahiplendiği Mithat Paşa doğrudan bu
savaşın suçlusudur. Yine de Abdülhamid Han’ın o esnada padişah olması, “Onun
zamanında toprak kaybı olmadı” görüşünü zayıflatmaktadır.
Mısır ve Tunus da Abdülhamid Han zamanında kaybedilmiştir. 1833’te Mısır
kuvvetleri Kütahya’ya kadar gelip Osmanlı ordusunu yenmiştir. Aslında daha
Abdülhamid Han doğmadan Mısır, Osmanlı’dan kopmuştur. Ancak kâğıt üzerinde de
olsa Mısır’ın Osmanlılara bağlılığı, Lozan Antlaşması’na kadar devam etmiştir.
Lozan’da hiçbir karşılık alınmadan, adeta hibe olarak, Türk tarafı, sevabına gibi
Mısır ve Tunus’u İngiltere ile Fransa’ya bırakmıştır.
***
Laik-Sol-Kemalist kesime karşı İslâmî kesimin elini güçlendiren önemli unsurlardan
biri, Abdülhamid Han ile CHP Genel Başkanı Kemal Paşa yönetimlerinin karşılaştırılmasıdır.
Abdülhamid Han döneminde genel bir siyaset yasağı vardır. Siyâsî dergi ve
kitapların yayınlanması yasaklanmıştır. Yalnızca Abdülhamid’in yapıp ettiklerini
öven dergi ve kitapların yayınlanmasına izin verilmiştir. Bunun yanında, siyâsî
yazıları ve tutumları nedeniyle Abdülhamid Han zamanında hiç kimse idam
edilmemiştir.
Buna karşılık 1920-1945 arasında siyâsî nedenlerle idam edilenlerin sayısı
o kadar fazladır ki bunu bilmek bile ciddî bir uzmanlık işidir. 1925’teki
Takrir-i Sükûn Kanunu ile Türk halkı susturulmuştur. Daha sonra Takrir-i Sükûn’un
yerini 1952’de 5816 sayılı kanun almıştır. Kemal Paşa hakkındaki, “Devrim
yapıldığı için devrim kanunlarına göre idam kaçınılmazdı. Fransız ve Bolşevik
Devrimlerine karşılık Kemalist Devrim döneminde idam edilenlerin sayısı daha
azdır” gibi vurgular, bir çeşit itiraf gibidir. Halka rağmen halkın susturularak,
korkutularak ve idamlarla sindirilerek devrim yapıldığının itirafı…
***
Doğrudan Abdülhamid Han-Kemal Paşa karşılaştırması da önemlidir. Çünkü
Abdülhamid Han, babadan kalan bir miras ile padişah olmuştur. Yetkilerini ve
mutlakıyetini önce sınırlandırıp meşrutiyet kurmuş, sonra tekrar mutlakıyetini
geri almış, nihayet ikinci defa meşrutiyet ilân etmiştir. Türkiye seçim,
meclis, muhalefet ve özgür basın gibi kurumları Abdülhamid ile tanımıştır.
Kemal Paşa ise hiçbir seçime girmemiştir. Askerî yöntemlerle idareyi
devralmıştır. Başkomutanlık Yasası ile Meclis’in bütün yetkilerinin kendisine
verilmesini sağlamıştır. Yani o tek başına meclis sayılmıştır. Ömrünün sonuna
kadar tek başına meclis sayılmaya devam etmiştir. İdarî yetkilerinde hiçbir
sınır olmamıştır. Ne seçilerek halka, ne de Meclis’e karşı kullandığı yetkilerden
dolayı sorumlu tutulmuştur. Ölümünden sonra her konuda mutlak yetkili sayılarak
“yaptıkları değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” görülmüştür. Hiçbir
Osmanlı padişahının bu kadar fazla yetkisi olmamıştır.
Abdülhamid Han’ın tahtından indirilmesi de doğal olarak siyasetin konusu olmaya
devam etmiştir. Abdülhamid idaresini bitiren İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC),
laik-Sol-Kemalist kesim tarafından övgülere boğulmuştur. Ancak her nasılsa İTC
liderlerinin yurt dışında katledilmelerine karşı CHP idaresi sessiz kalmıştır.
Yurt içinde kalan İTC liderleri ise sudan bahanelerle 1926’da İzmir’de idam
edilmişlerdir.
İTC liderleri için destanlar yazanlar, onların bu hüzünlü akıbetleri için
sessiz ve tepkisiz kalmışlardır (Attila İlhan’ın “Kim Kaldı?” şiirinde olduğu
gibi).
İslâmî kesim ise İTC’ye karşı şiddetli bir muhalif söylemi tercih etmiştir.
Öncelikle şunu görmeli ki, İTC tek bir görüşten, tek bir renkten ibaret
değildir. Şükrü Hanioğlu’nun tespitiyle İTC üçlü bir koalisyondur. İçinde İslâmcılar,
Türkçüler ve Batıcılar vardır. İslâmcılığın önemli isimlerinden sayılan Sait
Halim Paşa on yıllık İTC iktidarında beş yıl başbakanlık yapmıştır. İTC’yi
yalnızca Batıcı ve Mason çevrelerin örgütlü bir odağı olarak görmek de gerçekçi
değildir. Koalisyon olunca, hemen her kesime İTC’de yer bulunmuştur.
Kadir Mısıroğlu’nun ileri sürdüğü gibi, “Hareket Ordusu’nun başında Hızır
vardı, o yüzden Abdülhamid Hareket Ordusu’na karşı koymadı” türünden
açıklamalar ise dönemin muhalefetini analiz etmekten hayli uzaktır. Olup biten
her olayda İlâhî takdirin belirleyiciliği vardır. Ancak kul plânında herkesin
iradesiyle yapıp ettiğinden sorumlu olmasına göre tarihî olayları analiz etmek
daha isabetlidir. Yoksa tarih olaylarını Hızır ya da kader ile açıkladıktan sonra
yapılan İTC eleştirisi, değer ve önemini yitirmektedir.
İTC, iyi bir siyâsî propaganda yapmıştır. Dönemin siyâsî şartları içinde
siyâsî propaganda yoluyla Abdülhamid’i yenmiştir. Ancak İTC’nin bir de terör
tarafı vardır. İşte 6 Temmuz 1908’de, Manastır PTT binasında bir Osmanlı paşası
olan Şemsi Paşa, İTC’li terörist Atıf Kamçıl tarafından suikast ile
öldürülmüştür. İTC bu kanlı teröristi milletvekili yaptığı gibi, aynı isim Cumhuriyet
döneminde de CHP milletvekili yapılmıştır. Benzeri örnekler çoktur.
***
Ermeni teröristleri tarafından doğrudan Abdülhamid Han’a karşı yapılan 21
Temmuz 1905 tarihli Yıldız Suikastı ise başarısız olmuştur.
Günümüzde laik-Sol-Kemalist kesim tarafından sahiplenilen pek çok ilde adı
okullara verilmiş olan Tevfik Fikret, Ermeni teröristlerinin başarısız suikastı
için, “Ey şanlı avcı, ne yazık, attın ama vuramadın” diyerek, duyduğu büyük
üzüntüyü şiirleştirmiştir (Bir Lahza-i Teahhür).
Abdülhamid Han’ın Ermenilere karşı yürüttüğü mücadeleyi görmeyen İTC
liderleri, ona karşı Ermenilerle ittifak etmişlerdir. Abdülhamid’in özenle
korumaya çalıştığı ülkeyi İTC liderleri (1908-1918 arasında) on yılda “bir
varmış, bir yokmuş” etmişlerdir.
***
İyi Parti kendisi için, Osmanlı’yı kuran Kayı boyunun sembolünü bayrak
yapmıştır. Ancak aynı partinin lideri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı derin
düşmanlık için Abdülhamid’e duyduğu kini açıklayıp iki ismi karşılaştırmıştır.
Ya bu partinin Kayı boyundan aldığı bayrakta bir yanlışlık var ya da o boydan
gelen Abdülhamid Han’a karşı duyduğu kinde bir yanlışlık olmalı.
Tevfik Fikret’in Yıldız Suikastı’nın başarısızlığı için duyduğu hayâl
kırıklığı, kin ve öfke olarak İyi Parti’de liderlik koltuğuna oturmuştur.
Muhtemelen Ermeni teröristleri Abdülhamid’i 1905’te öldürmüş olsalardı, o
esnada Tevfik Fikret ile 2022’deki İyi Parti lideri, Ermeni teröristleri ile
aynı doyumsuz sevinci paylaşmış olacaklardı.
İyi Parti lideri, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Abdülhamid Han’a benzetirken,
askerî darbe yoluyla iktidar olan İTC’yi “hürriyeti getirenler” olarak selâmlamıştır.
Seçimlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı yenmekten umudunu kesmiş olmalı ki, artık
İTC gibi, bir askerî darbeye bel bağlamıştır. Anıtmezara her gidişinde
tazelediği imanı, ona yeni askerî darbeler için ilham vermiş olmalıdır. İP
liderinin, Tevfik Fikret’in ruhu kadar, belki de İTC’li terörist Atıf Kamçıl’ın
ruhunu da hürriyeti getirecek araçlar olarak hayâl etmesi muhtemeldir.
İyi Parti liderini, kendi camiasına karşı “Medenî Bilgiler” kitabı ile boy
gösterip Türkiye’nin sorunlarını çözmekten söz etmesi, ders kitabı yapmayı vaat
etmesi, kendisini tanımak için önemli bir fırsat olmuştur. Gelmiş olduğu
Selanik mahallesinde Medenî Bilgiler kitabının karşılığı olsa bile, Anadolu’da
bir karşılık bulması kuşkuludur. Bu tür çıkışları ile CHP seçmeninden takdir
alabilir. Ancak o seçmenin CHP’yi bırakarak İyi Parti’ye oy verebileceği mümkün
ve muhtemel değildir.
2023 Seçimlerine gidilirken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı terör ve/veya
askerî darbeden medetle çare aranması, siyâsî iflasın habercisidir.