GÜNÜMÜZE ulaşmış her
devletin tarihî bir derinliği vardır. Her devletin kuruluşunda, işleyişinde,
ilerleyişinde ve yok oluşunda kolektif kararlardan ferdî tercihlere değin tüm
dip ve pik etkiler nihaî bilânçoya kaydedilir.
Her
devletin bir siyaseti, her devletin bir idarî nizamı vardır. Ancak her devlet,
kendi sabit siyaset ve sabit idarî nizamı çizgisinde ilerlese de fertler tarafından
işletilmektedir. Ve devlet fabrika değildir; zaman ayarlı çalışmaz, üretim
bantlarıyla işlemez. Devletin işleyişine memur olan fertler, en üst mâkâmından
en alt mâkâmına değin kendi düşünce sistematiği, kendi hisleri ve kendi
hayâlleriyle yaşarlar.
Hani
matbaanın Osmanlı’ya geç gelişiyle ilgili olarak kâtiplerin işsiz kalma
korkusundan bahsedilir ya, devlet idaresine memur olan her bir fert, bulunduğu
mâkâma yeni birinin gelmesi düşüncesiyle imtihan olunur. Onu başkasının bu
düşünceyle tehdit etmesine gerek yoktur; onun oraya gelme sürecini bilmesi dahi
buna yeter. Gelen, gider…
“Gelenin
gitmesi” düşüncesi en üst mâkâmı, kralı, meliki, şahı, padişahı, başkanı,
sultanı yani iktidarda bulunanı daima ensesinde soğuk bir nefes olarak takip
eder. Bu yüzden hiçbir iktidar sahibi, iktidarını ortaklığa açmak istemez.
Osmanlı
Devleti de tarihte yerini almış bir devlettir. Bir sonun başlangıcı olarak
tarih sahnesine çıktığı gibi, bir başlangıcın sonu olarak da o sahneden
çekilmiştir. Dün ve bugün yeryüzünden kaç devlet gelip geçmişse, kaç devlet
siyaseti izlenmişse, kaç idarî nizam denenmişse ve bunlarla ilgilenen kaç memur
bulunmuşsa, Osmanlı da bunlardan herhangi birkaç siyasete, herhangi birçok
memura zemin olmuş, zamanını ve sermayesini bunlara harcamıştır. “Gelenin
gitmesi” düşüncesi, bu yüzden Osmanlı Devleti’nde memur olan her mâkâm sahibi
için de işlemiştir. En yakın anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde ve
bugününde nasıl herhangi bir memurun mâkâmını başkasına ortaklığa açmak
istememesi olağansa, Osmanlı Devleti’nde de bu durum yaşanmıştır.
Bir
özet olarak söylemeliyiz ki, iki tip insan ve dolayısıyla da iki tip memur
vardır: Biri erdemli, biri erdemsiz… Erdem sahibi için “gelenin gitmesi”
düşüncesi mâkâma bağlılığı değil, devlete bağlılığı arttırır. Erdem sahibi olmayan
içinse bu düşünce, mâkâma bağlılığı arttırdığı gibi devlete bağlılığı da zayıflatır.
Osmanlı Devleti, tarihteki her devlette olduğu üzere, kuruluş, yükseliş ve
duraklama dönemlerinde olduğu gibi çöküş döneminde de hem erdemli, hem de erdemsiz
memurlara zemin olmuştur. Ve Osmanlı Devleti’nin son döneminde iktidara ortak
olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (Fırkası) de hem ahlâklı, hem de ahlâksız
fertleri ve dolayısıyla memurları bünyesinde bulundurmuştur.
Her
siyâsî fırka, iktidar olmak evvelinde bir toplumsal huzur hayâli kurar. Bu
huzura erişme sürecinde izlenecek yöntem, o fırkanın kendisine belirlediği
siyaset çizgisinde yazılıdır. Bu yazgıda erdem yok ise, fırkanın düşüncesi
halkta akis bulmaz. Ancak bir ahlâk/erdem parıltısı, destekçi bulduğu gibi,
çaresizlik sırasında çare için bir alternatif yol olmayı da beraberinde
getirebilir.
İttihat
ve Terakki Cemiyeti, kuruluş süreciyle soru işareti oluştursa da, izlediği
yolda başvurduğu kavramlar, yaptığı yayınlarda belirlediği isimler ve mutlak
mânâda Osmanlı Devleti’nin birliği ve bütünlüğü düşüncesinin yanında yine
mutlak mânâda İttihad-ı İslâm fikriyatı ile siyaset yolu izlediğini göstermiştir.
Evet,
İTC’nin uyguladığı yöntemler bir devletin sonunun gelmesini hızlandırmıştır.
Ancak İTC’nin içinde bulunduğu şartlar, doğrudan Osmanlı Devleti’nin içinde
bulunduğu şartlardır. Son bakımından değerlendirildiğinde, Osmanlı’nın monarşi
bağlamındaki hüküm sahipleri gibi İTC’nin öncüleri de bedel ödemişlerdir. Bu
bedel, en başta birliğini, bütünlüğünü, hâsılı mutlak varlığını istedikleri
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıdır.
Kimisi
İTC’ye vatan haini ve vahşi bir cemiyet gözüyle bakarken, kimisi de vatanperver
bir kurtuluş mücadelesinin ana rahmi gözüyle bakar. İTC’nin son dem öncülerinin
ortaya koyduğu icraattan biri de Teşkilât-ı Mahsusa’yı kurmaktır. Bu fakir,
İTC’ye yönelik herhangi bir olumlu yahut olumsuz eleştiri geliştirmeksizin, bu
yazıyla Türk devlet mefkûresine ve İttihad-ı İslâm dâvâsına kendini adamışlara
Teşkilât-ı Mahsusa üzerinden bir noktayı göstermek ister.
Bizler
hem İslâm Hilâfeti’nin var olmadığı bir devrin Müslümanları, hem de Osmanlı
Devleti’nin bakiyesinden arda kalan Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları
olarak, tarihte bütün Müslümanların hükümdar ismi ve merkez devleti değişse de
bir halîfeye bağlı olduğunu ve öz devletin hilâfette yer aldığını,
Müslümanların bulunduğu topraklardaki cümle iktidar sahiplerinin de o hilâfete
biat ve intisap ettiğini biliyoruz.
İTC’nin
öncülerinin (yöneticilerinin), yaptıkları yayınlar ve güttükleri siyasetle bu
fikirden büyük ölçüde şaşmadıkları ortadadır. Ancak büyük zafiyet, bu fikirden
kısmen yaşadıkları zafiyettedir. Bu zafiyetin temelindeyse Peygamber (sav)
sonrasında yaşanan problemler vardır. Elbette bu ayrı bir konu, ancak
Peygamber’den (sav) sonra var olmuş ve Müslümanların yaşadıkları topraklarda
hüküm sürmüş tüm İslâm hüviyetli devletlerin sorunu da aynıdır. Ve bu sorun,
hâlen devam etmektedir. Adı da “darbecilik”tir.
Kısacık
bir izah notu ile burayı geçeyim: Müminler, Peygamber’in (sav) varlığına
yönelip liderliğini kabullenirken, “Ben daha iyi peygamberlik yaparım” gibi fütursuz
bir düşünceyle bakmaz, bakamazlardı. Ancak sonrasında bu tavır silindi, o
fütursuz düşünce hayat buldu.
Dönelim
Teşkilât-ı Mahsusa ile göstermek istediğimiz noktaya…
Bugün
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne (Fırkasına) vatan haini ve vahşiler gözüyle
bakanlar, Teşkilât-ı Mahsusa’nın tüm cevvâl ve fedakâr civanmertlerine,
Kuşçubaşı Eşref’ine, Süleyman Askerî’sine, Zenci Musa’sına hikâyeleri ve
verdikleri mücadele üzerinden hayranlıkla bakar, onların dâvâlarını
vatanperverlik konusu üzerinden genç nesillere aktarırlar. Peki, Teşkilât-ı Mahsusa’nın
civanmertleri kimlerden oluşmuş, hangi düşünceden teşekkül etmişlerdir? Onlar
İTC’li değiller midir?
İTC’ye
sevecen gözle bakanlar ikiye ayrılır: Bir kümenin derdi Osmanlı ve dolayısıyla
İslâm düşmanlığı, bir kümenin derdi ise İTC öncülerinin İttihad-ı İslâm
dâvâsına sahip Genç Türkler oluşudur. İTC’ye vatan haini gözüyle bakanların
bahaneleri, maalesef ilk kümenin İTC’yi desteklemesidir.
Bir
de ne ilginçtir ki, İTC tüm öncüleriyle Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılanarak bedel
öderken, bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucuları şeklinde bellenmiş
olsalar da asla kendilerine bu konuda yer verilmediği gibi, bir de Türkiye
Cumhuriyeti’nin kurucu liderlerine karşı bedel ödemişlerdir. Millî Mücadele’nin
has kurumu Teşkilât-ı Mahsusa bu kavga yüzünden lağvedilmiş olmasına rağmen,
kurucu liderlerin kuruluş öncesi mücadeleye bir dayanak teşkil etmesi
bakımından Teşkilât-ı Mahsusa’yı kaynak göstermeleri de enteresandır. Ve İTC’ye
vatan haini gözüyle bakanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu liderlerini bu iki
konuda da olumsuz şekilde eleştirirler.
İşte
bu fakirin aklına takılan ve başka gözlerin de mutlaka görmesini istediği üç
nokta budur!
Kız istemeye gidilir de kız babası damat adayını etrafa danışır ya… Tarih, damat hakkında konuşanlarla şekillenen bir öğreti değildir. Çünkü tarih, yaşanılmış ve bitmiştir. Onu kendi zamanında yaşayanların düşünceleri, hayâlleri, niyetleri ve hisleri de kendileriyle birlikte tarihe ve toprağa karışmıştır. Ve bu hep böyle olacaktır. İTC de tarihin sayfalarında yerini almıştır. Öncüleri, mensupları ve de muhipleri, hayâlleri ve niyetleri konusundaki hesaplarını Hakk’a vereceklerdir. Bu fakir, sadece niyeti halis, dâvâsı İslâm, muradı vatan olan şehitlerine rahmet diler…