İTC hakkında önyargısız bir deneme

Kimisi İTC’ye vatan haini ve vahşi bir cemiyet gözüyle bakarken, kimisi de vatanperver bir kurtuluş mücadelesinin ana rahmi gözüyle bakar. İTC’nin son dem öncülerinin ortaya koyduğu icraattan biri de Teşkilât-ı Mahsusa’yı kurmaktır. Bu fakir, İTC’ye yönelik herhangi bir olumlu yahut olumsuz eleştiri geliştirmeksizin, bu yazıyla Türk devlet mefkûresine ve İttihad-ı İslâm dâvâsına kendini adamışlara Teşkilât-ı Mahsusa üzerinden bir noktayı göstermek ister…

GÜNÜMÜZE ulaşmış her devletin tarihî bir derinliği vardır. Her devletin kuruluşunda, işleyişinde, ilerleyişinde ve yok oluşunda kolektif kararlardan ferdî tercihlere değin tüm dip ve pik etkiler nihaî bilânçoya kaydedilir.

Her devletin bir siyaseti, her devletin bir idarî nizamı vardır. Ancak her devlet, kendi sabit siyaset ve sabit idarî nizamı çizgisinde ilerlese de fertler tarafından işletilmektedir. Ve devlet fabrika değildir; zaman ayarlı çalışmaz, üretim bantlarıyla işlemez. Devletin işleyişine memur olan fertler, en üst mâkâmından en alt mâkâmına değin kendi düşünce sistematiği, kendi hisleri ve kendi hayâlleriyle yaşarlar.

Hani matbaanın Osmanlı’ya geç gelişiyle ilgili olarak kâtiplerin işsiz kalma korkusundan bahsedilir ya, devlet idaresine memur olan her bir fert, bulunduğu mâkâma yeni birinin gelmesi düşüncesiyle imtihan olunur. Onu başkasının bu düşünceyle tehdit etmesine gerek yoktur; onun oraya gelme sürecini bilmesi dahi buna yeter. Gelen, gider…

“Gelenin gitmesi” düşüncesi en üst mâkâmı, kralı, meliki, şahı, padişahı, başkanı, sultanı yani iktidarda bulunanı daima ensesinde soğuk bir nefes olarak takip eder. Bu yüzden hiçbir iktidar sahibi, iktidarını ortaklığa açmak istemez.

Osmanlı Devleti de tarihte yerini almış bir devlettir. Bir sonun başlangıcı olarak tarih sahnesine çıktığı gibi, bir başlangıcın sonu olarak da o sahneden çekilmiştir. Dün ve bugün yeryüzünden kaç devlet gelip geçmişse, kaç devlet siyaseti izlenmişse, kaç idarî nizam denenmişse ve bunlarla ilgilenen kaç memur bulunmuşsa, Osmanlı da bunlardan herhangi birkaç siyasete, herhangi birçok memura zemin olmuş, zamanını ve sermayesini bunlara harcamıştır. “Gelenin gitmesi” düşüncesi, bu yüzden Osmanlı Devleti’nde memur olan her mâkâm sahibi için de işlemiştir. En yakın anlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihinde ve bugününde nasıl herhangi bir memurun mâkâmını başkasına ortaklığa açmak istememesi olağansa, Osmanlı Devleti’nde de bu durum yaşanmıştır.

Bir özet olarak söylemeliyiz ki, iki tip insan ve dolayısıyla da iki tip memur vardır: Biri erdemli, biri erdemsiz… Erdem sahibi için “gelenin gitmesi” düşüncesi mâkâma bağlılığı değil, devlete bağlılığı arttırır. Erdem sahibi olmayan içinse bu düşünce, mâkâma bağlılığı arttırdığı gibi devlete bağlılığı da zayıflatır. Osmanlı Devleti, tarihteki her devlette olduğu üzere, kuruluş, yükseliş ve duraklama dönemlerinde olduğu gibi çöküş döneminde de hem erdemli, hem de erdemsiz memurlara zemin olmuştur. Ve Osmanlı Devleti’nin son döneminde iktidara ortak olan İttihat ve Terakki Cemiyeti (Fırkası) de hem ahlâklı, hem de ahlâksız fertleri ve dolayısıyla memurları bünyesinde bulundurmuştur.

Her siyâsî fırka, iktidar olmak evvelinde bir toplumsal huzur hayâli kurar. Bu huzura erişme sürecinde izlenecek yöntem, o fırkanın kendisine belirlediği siyaset çizgisinde yazılıdır. Bu yazgıda erdem yok ise, fırkanın düşüncesi halkta akis bulmaz. Ancak bir ahlâk/erdem parıltısı, destekçi bulduğu gibi, çaresizlik sırasında çare için bir alternatif yol olmayı da beraberinde getirebilir.

İttihat ve Terakki Cemiyeti, kuruluş süreciyle soru işareti oluştursa da, izlediği yolda başvurduğu kavramlar, yaptığı yayınlarda belirlediği isimler ve mutlak mânâda Osmanlı Devleti’nin birliği ve bütünlüğü düşüncesinin yanında yine mutlak mânâda İttihad-ı İslâm fikriyatı ile siyaset yolu izlediğini göstermiştir.

Evet, İTC’nin uyguladığı yöntemler bir devletin sonunun gelmesini hızlandırmıştır. Ancak İTC’nin içinde bulunduğu şartlar, doğrudan Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu şartlardır. Son bakımından değerlendirildiğinde, Osmanlı’nın monarşi bağlamındaki hüküm sahipleri gibi İTC’nin öncüleri de bedel ödemişlerdir. Bu bedel, en başta birliğini, bütünlüğünü, hâsılı mutlak varlığını istedikleri Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıdır.

Kimisi İTC’ye vatan haini ve vahşi bir cemiyet gözüyle bakarken, kimisi de vatanperver bir kurtuluş mücadelesinin ana rahmi gözüyle bakar. İTC’nin son dem öncülerinin ortaya koyduğu icraattan biri de Teşkilât-ı Mahsusa’yı kurmaktır. Bu fakir, İTC’ye yönelik herhangi bir olumlu yahut olumsuz eleştiri geliştirmeksizin, bu yazıyla Türk devlet mefkûresine ve İttihad-ı İslâm dâvâsına kendini adamışlara Teşkilât-ı Mahsusa üzerinden bir noktayı göstermek ister.

Bizler hem İslâm Hilâfeti’nin var olmadığı bir devrin Müslümanları, hem de Osmanlı Devleti’nin bakiyesinden arda kalan Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları olarak, tarihte bütün Müslümanların hükümdar ismi ve merkez devleti değişse de bir halîfeye bağlı olduğunu ve öz devletin hilâfette yer aldığını, Müslümanların bulunduğu topraklardaki cümle iktidar sahiplerinin de o hilâfete biat ve intisap ettiğini biliyoruz.

İTC’nin öncülerinin (yöneticilerinin), yaptıkları yayınlar ve güttükleri siyasetle bu fikirden büyük ölçüde şaşmadıkları ortadadır. Ancak büyük zafiyet, bu fikirden kısmen yaşadıkları zafiyettedir. Bu zafiyetin temelindeyse Peygamber (sav) sonrasında yaşanan problemler vardır. Elbette bu ayrı bir konu, ancak Peygamber’den (sav) sonra var olmuş ve Müslümanların yaşadıkları topraklarda hüküm sürmüş tüm İslâm hüviyetli devletlerin sorunu da aynıdır. Ve bu sorun, hâlen devam etmektedir. Adı da “darbecilik”tir.

Kısacık bir izah notu ile burayı geçeyim: Müminler, Peygamber’in (sav) varlığına yönelip liderliğini kabullenirken, “Ben daha iyi peygamberlik yaparım” gibi fütursuz bir düşünceyle bakmaz, bakamazlardı. Ancak sonrasında bu tavır silindi, o fütursuz düşünce hayat buldu.

Dönelim Teşkilât-ı Mahsusa ile göstermek istediğimiz noktaya…

Bugün İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne (Fırkasına) vatan haini ve vahşiler gözüyle bakanlar, Teşkilât-ı Mahsusa’nın tüm cevvâl ve fedakâr civanmertlerine, Kuşçubaşı Eşref’ine, Süleyman Askerî’sine, Zenci Musa’sına hikâyeleri ve verdikleri mücadele üzerinden hayranlıkla bakar, onların dâvâlarını vatanperverlik konusu üzerinden genç nesillere aktarırlar. Peki, Teşkilât-ı Mahsusa’nın civanmertleri kimlerden oluşmuş, hangi düşünceden teşekkül etmişlerdir? Onlar İTC’li değiller midir?

İTC’ye sevecen gözle bakanlar ikiye ayrılır: Bir kümenin derdi Osmanlı ve dolayısıyla İslâm düşmanlığı, bir kümenin derdi ise İTC öncülerinin İttihad-ı İslâm dâvâsına sahip Genç Türkler oluşudur. İTC’ye vatan haini gözüyle bakanların bahaneleri, maalesef ilk kümenin İTC’yi desteklemesidir.

Bir de ne ilginçtir ki, İTC tüm öncüleriyle Divan-ı Harb-i Örfî’de yargılanarak bedel öderken, bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucuları şeklinde bellenmiş olsalar da asla kendilerine bu konuda yer verilmediği gibi, bir de Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu liderlerine karşı bedel ödemişlerdir. Millî Mücadele’nin has kurumu Teşkilât-ı Mahsusa bu kavga yüzünden lağvedilmiş olmasına rağmen, kurucu liderlerin kuruluş öncesi mücadeleye bir dayanak teşkil etmesi bakımından Teşkilât-ı Mahsusa’yı kaynak göstermeleri de enteresandır. Ve İTC’ye vatan haini gözüyle bakanlar, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu liderlerini bu iki konuda da olumsuz şekilde eleştirirler.

İşte bu fakirin aklına takılan ve başka gözlerin de mutlaka görmesini istediği üç nokta budur!

Kız istemeye gidilir de kız babası damat adayını etrafa danışır ya… Tarih, damat hakkında konuşanlarla şekillenen bir öğreti değildir. Çünkü tarih, yaşanılmış ve bitmiştir. Onu kendi zamanında yaşayanların düşünceleri, hayâlleri, niyetleri ve hisleri de kendileriyle birlikte tarihe ve toprağa karışmıştır. Ve bu hep böyle olacaktır. İTC de tarihin sayfalarında yerini almıştır. Öncüleri, mensupları ve de muhipleri, hayâlleri ve niyetleri konusundaki hesaplarını Hakk’a vereceklerdir. Bu fakir, sadece niyeti halis, dâvâsı İslâm, muradı vatan olan şehitlerine rahmet diler…