“İsyanlı sükût”

Zorluk çıkarmak, işi savsaklamak, ilerlemeye mânî olmak, engellemek, yerli ve millî teknolojik gelişmelere takoz olmak için bir (veya birçok) bürokratın nasıl bir güce sahip olması, nasıl bir düşünce yapısına sahip bulunması gerekir? Anlamak da, anlatmak da zor. Nereden talimat aldıklarını merak etmiyoruz. Çünkü tahmin yürütebilecek argümanlara sahibiz.

“GİTMİŞTİ makama arz-ı hâl için/ ‘Bey’ dedi, yutkundu, eğdi başını/ Bir azar yedi ki oldu o biçim/ ‘Şey’ dedi, yutkundu, eğdi başını.

Kapıdan dört büklüm çıktı dışarı/ Gözler çakmak çakmak, benzi sapsarı/ Bir baktı konağa alttan yukarı/ ‘Vay’ dedi, yutkundu eğdi başını.

Çekti ayakları, kahveye vardı/ Açtı tabakasın, sigara sardı/ Daldı, neden sonra garsonu gördü/ ‘Çay’ dedi, yutkundu, eğdi başını.

İçmedi, masada unuttu çayı/ Kalktı ki garsona vere parayı/ Uzattı çakmağı ve sigarayı/ ‘Say’ dedi, yutkundu, eğdi başını.

Döndü gözlerinde bulgur bulgur yaş/ Sandım can evime döktüler ateş/ Sordum: ‘Memleketin neresi gardaş?’/ ‘Köy’ dedi, yutkundu, eğdi başını.

Yürüdü, kör topal çıktı şehirden/ Ağzına küfürler doldu zehirden/ Salladı dilini, vazgeçti birden/ ‘Oy’ dedi, yutkundu, eğdi başını.” (Abdurrahim Karakoç, İsyanlı Sükût)

*

“Rüşvet” kelimesini hiç kullanmadan

Yunanca “kratos” kelimesi, “iktidar” anlamına gelir. Neyin iktidarı olduğunu, başına gelen kelimeden anlarız. Halk, vatandaş anlamına gelen “demos” ile “kratos” birleşirse, yeni bir kelime ortaya çıkar: “Demokrasi”.

Halkın egemenliği temeline dayanan yönetim biçimi demektir demokrasi. Demokrasiyi benimseyen ve savunanlara da “demokrat” denir.

Milletimiz, çok partili hayata geçtikten sonra 1946 Seçimi’nde demokrasi ile tanışır gibi olmuştur. Tam tanışamamıştır tabiî. Onun için dört yıl daha beklemesi gerekecektir. Binlerce yıl bir lider tarafından yönetilmeye alışkın halkımızı öyle birdenbire demokrasiyle tanıştırıvermek yukarıdakilerin düşüncesine uymadığı için kısmen tanıştırılmış ve o yüzden tanışır gibi olunmuştur.

1946 Seçimi’nde, kurucu partinin yanında bir de Demokrat Parti halkın huzuruna çıkmış, oy istemiştir. “Sarsıntı olmasın, alıştıra alıştıra demokrasiye geçelim” fikriyle, dünyada benzeri görülmemiş bir seçim yöntemi uygulanmıştır. İktidar tarafından elbette… O yöntem, “açık oy, gizli tasnif” diye özetlenir.

Seçmenler iktidar partisi görevlilerinin, polislerin ve jandarmaların gözü önünde açıkça oy kullanırlar. Herkes bakarken, pusuladaki iki seçenekten birinin üstüne mührü basar, sandığa atar. Sıra tasnife gelince, görevliler sandığı alıp bir odaya kapanır ve oyların sayımını yaparlar. İstedikleri şekilde, paşa gönüllerine göre oyları tasnif ederler. “İktidar partisi şu kadar oy aldı, muhalefet partisi bu kadar oy aldı” diye ilân ederler. Cesaretin varsa itiraz et. İsteyen herkesin kanunen itiraz etme hakkı vardır. İtiraz serbest, ancak akıbet meçhul!

Türkiye’de demokrasi bu şekilde başlamış ve halkın gönlüne hitap eden Demokrat Parti, iktidara gelmek için yeterli oyu alamamıştır. Oy sayımında bir hile olduğunu lütfen düşünmeyin. Memleketin selâmeti için ne gerekiyorsa, o yapılmıştır.

Kaldı ki, halk daha “demokrat” kelimesini bile doğru dürüst telaffuz edememektedir. O yüzden çoğunluk, “Demir Kırat” demektedir. Görmeyenler için Mehmet Ali Birand’ın “Demir Kırat” belgeselini tavsiye edelim ve yönetim şekli olarak bilinen diğer krasilere bakalım…

*

Otokrasi: Hükümdarın, bütün siyasal kudreti elinde bulundurduğu yönetim biçimi.

Teokrasi: Siyâsî iktidarın, Tanrı’nın temsilcileri olduklarına inanılan din adamlarının elinde bulunduğu toplumsal, siyâsî düzen, din erki. Misâl; Vatikan, Papalık.

Plütokrasi: Varsıl erki, zenginlerin yönetimi.

Teknokrasi: Sanayi, ekonomi ve devlet yönetiminin politikacılar değil uzmanlar, teknisyenler ve uygulayımcılar tarafından yönetilmesine dayanan sistem.

Etokrasi: Yalnızca ahlâk üzerine kurulu yönetim biçimi.

Meritokrasi: Kişilerin yeteneklerine ve bireysel üstünlüğüne dayanan yönetim biçimi.

Aristokrasi: Soylu erki, soylular sınıfının hâkimiyetini esas alan yönetim biçimi.

*

 

 

Bürokrat, devletin bürosunda (biz ona “devlet dairesi” deriz), devletin masasında, devletin koltuğunda oturur ve sırtını devlete dayamıştır. Uygulamada ise çoğu zaman kendini devlet olarak görür. Halk ise hakkını aramakta zorlanır.

 

Gelelim bürokrasiye…

Bürokrasi, devlet kurumlarında çalışan üst düzey yöneticiler topluluğunu ifade eder. “Devlet kurumlarında kırtasiye işlerini öne sürerek, yapılması gereken işlemleri zorlaştırma ve kırtasiyecilikle meşgul olma” anlamında da kullanılır. “Bugün git, yarın gel” formülü ile hareket etmeyi ilke edinen bürokratlar, sorumluluk almayı pek sevmezler.

“Yarın bu imzanın hesabını benden sorarlar, açıklayamam. En iyisi başıma iş almayayım” düşüncesiyle işleri geciktirme, savsaklama, sumen altı etme gibi yöntemler geliştiren bürokratlar, bazen hiçbir sakıncası olmayan işlerde bile ağırdan almayı tercih ederler.

Sorumluluktan kaçan klasik memur tavrı, yalnızca bizim ülkemizde değil, birçok ülkede rastlanan bir durumdur. Fakat bizde biraz daha abartılıdır sanki.

Bürokrat, devletin bürosunda (biz ona “devlet dairesi” deriz), devletin masasında, devletin koltuğunda oturur ve sırtını devlete dayamıştır. Uygulamada ise çoğu zaman kendini devlet olarak görür. Halk ise hakkını aramakta zorlanır.

Bizde aristokrat sınıfı olmadığı için, birtakım bürokratlar, “Acaba biz aristokrat sayılır mıyız?” diye düşünmeye başlamış, kendilerini seçkin, pek seçkin, en seçkin görmeye meyletmişlerdir. On yılda bir milletin başına belâ olan darbeleri yapanlar da devletin bürokratları değil midir?

*

Halkın sıkıntılarını en iyi şekilde mısralara döken rahmetli Abdurrahim Karakoç, “İsyanlı Sükût” şiirinde, bir köylünün hükümet konağına gitmesini çok iyi anlatır. Şiir özetlemek pek âdetim değildir ama burada yeri geldi. Birkaç defa şairin kendisinden dinlediğim bu şiirde, Karakoç’un anlattığı hikâye şudur:

Köylü vatandaş, hâlini arz etmek, derdine çare bulmak için hükümet konağına gider. Memurun karşısında “Bey” diye söze başlar fakat azarlanır. Üzüntüyle çıkar gider. Son derece üzülmüştür. Bir kahveye oturur. Çay söyler fakat sıkıntısının büyüklüğünden çayı içmeyi bile unutur. Ücreti ödemeye çalışırken bile kendinde değildir. Para uzatacağına çakmakla sigarayı uzatır.

Eli boş döndüğü için gözü yaşlıdır. Köyüne doğru yola çıkmadan önce memleketini soran vatandaşa (şairdir o soran), “Köy” diye cevap verir. İsyan etmek ister, kötü sözler söylemek ister ama vazgeçer. Sadece “Oy” demekle yetinir.

Bu hikâye ve bu şiir, uzun yıllar boyunca vatandaşın çektiği çileyi özetler. Aynı şekilde Abdurrahim Karakoç’un “Hâkim Beğ” ve “Doktor Beğ” isimli şiirlerini de tavsiye ederim. O şiirlerde de otorite karşısında ezilen, hep başı eğik duran yoksulların durumu anlatılır.

Köylü dediğimiz “milletin efendisi” kabul edilse de maalesef anlatılan bu çerçevenin dışına yakın zamana kadar çıkamamıştır. Bugün de tam anlamıyla çıktığını iddia edemeyiz.

Burada asıl unsur, köylünün yoksulluğudur. Zengin köylüler işlerini nasıl hâlledeceklerini bilir ve her zaman bir çözüm yolu bulabilirler. Çok geniş arazilere, sayısız ekipmana sahip olan, ürünlerini koyacak ambar bulmakta ve kazancını hesaplamakta zorlanan köylülerin, geçimini zor temin eden köylülerle karıştırılmamaları gerekir.

Tabiî burada önemli bir ayrıntı var ki belirtmeden geçmek hata olur: Yapılacak işin çapı büyüdüğü zaman, köylünün zenginliği de, ağalığı da işe yaramaz.

*

 

Bankalarda kişi başına düşen en yüksek meblağ hesabı yapıldığında, yıllardan bu yana Ankara hep birinci sırada yer alıyor. Neden? Nasıl? Ankara’da ne üretiliyor siyaset ve bürokrasiden başka?

 

Sırtını devlete dayamış ve kendini devlet sayan bürokratlar, yalnızca köylülere ve yoksullara zorluk çıkarmaz, yalnızca onları azarlamazlar. Bazı durumlarda akıllara durgunluk verecek boyutta tavırlarla karşılaşılabilir. Bir örnek verirsek bu cümle netlik kazanır.

“Selçuk Bayraktar ve Haluk Bayraktar” diyelim. “İHA ve SİHA” diyelim…

Bilenler için yeterince açıklayıcı olacaktır bu isimler. Yıllarca süren çalışmalar sonunda üretilen yerli İHA’lara uçuş izni vermeyen bürokratların, Baykar firmasını köylü Mehmet Efendi gibi gördüklerini hiç kimse iddia edemez. Yaklaşık kırk yıl önce motor, pompa ve dişli kutusu parçaları üretmek üzere kurulan ve bugün savunma sanayii ürünleri konusunda dünyanın en önde gelen firmaları arasında yer alan Baykar, uçuş izni alamadığı için ilk deneme uçuşlarını kaçak yapmak zorunda kalmıştır.

(Baykar: Türkiye merkezli bir makine imalat ve savunma şirketidir. “Baykar Makine” ismiyle 1986 yılında Özdemir Bayraktar tarafından otomotiv sanayiine yerlileştirmeye tâbi hassas motor, pompa ve dişli kutusu parçalarının imalatı konusunda hizmet etme amacıyla kurulmuştur.)

Bayraktar Kardeşlerin bugüne kadar karşılaştıkları engellemeler tek tek yazılsa, başlı başına bir kitap ortaya çıkar.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın damadı olmasına rağmen, Selçuk Bayraktar’ın yaptığı işleri engellemeye çalışan bürokratlar bu cesareti, dahası bu cüreti nereden almışlardır?

Burada çok daha büyük çaplı bir tabloyu karşımızda görüyoruz: Zorluk çıkarmak, işi savsaklamak, ilerlemeye mânî olmak, engellemek, yerli ve millî teknolojik gelişmelere takoz olmak için bir (veya birçok) bürokratın nasıl bir güce sahip olması, nasıl bir düşünce yapısına sahip bulunması gerekir? Anlamak da, anlatmak da zor.

Nereden talimat aldıklarını merak etmiyoruz. Çünkü tahmin yürütebilecek argümanlara sahibiz.

*

Yerli otomobil TOGG için yapılan tezvirat gün gün gözümüzün önünde gerçekleşti. Bütün küçümsemelere, bütün itirazlara rağmen babayiğitler arandı, bulundu ve aslanlar gibi TOGG üretildi.

“İlk yerli ve millî otomobil” denilebilir mi? Dedik gitti. Ama ne kadar doğru? Ondan önce “Anadol” vardı. Başladı ve günün birinde bitti. Kısa süren bir aşk hikâyesi gibi… Ondan önce, başlayamayan bir “Devrim” vardı ki tam anlamıyla efsaneydi. “Benzin koymayı unutmuşlar” deyip çöpe çevirdiler.

Montaj olmasına rağmen yerli otomobil kabul edilen Tofaş’ın ürettiği Murat 124 ve Murat 131 ile Reno 12’ler de vardı. Bu kadarla sınırlı değil. 203 adet üretilen ve “Böcek” ismiyle bilinen otomobil vardı. “Zafer” ismiyle ve “İmza” ismiyle yapılan işleri de sayabiliriz.

Görüldüğü üzere yerli otomobil konusunda epeyce hamle yapmışız fakat her seferinde engellemeler, ket vurmalar, takoz koymalarla karşılaşmışız. Eğer arkasında güçlü irade olmasaydı, TOGG da benzer şekilde hüsranla sonuçlanma noktasına doğru tam gaz ilerlerdi.

*

Başka bir alandan örnek verelim: Devlet arazilerinin üretime katılması yönünde karar alan siyâsî iradenin ne kadar isabetli olduğunu takdir ederek, bu yönde ülkedeki üretime bir katkıda bulunmak isteseniz ve belli bir yerde ceviz veya zeytin üretmek için devletten arazi kiralamaya kalksanız, karşınıza nasıl engellemeler çıkacağını tahmin bile edemezsiniz.

İlgili bürokratlar, alınan kararın tersi yönünde hareket etmekten özel bir zevk alırlar ve ele kâğıt kalem almadan, metrekare üzerinden hesap yapmaya başlarlar. Merak edenlere denemelerini tavsiye ederiz.

Dikkatinizi celbederiz, o meşum kelimeyi hiç kullanmadan buraya kadar sözü getirdik. Sözün sonunda kullanmaya da hiç niyetimiz yok. “Açtırmayın kutuyu, söyletmeyin kötüyü” demiş atalar. Nur içinde yatalar!

Bitirirken bir soru yöneltelim: Bankalarda kişi başına düşen en yüksek meblağ hesabı yapıldığında, yıllardan bu yana Ankara hep birinci sırada yer alıyor. Neden? Nasıl? Ankara’da ne üretiliyor siyaset ve bürokrasiden başka?

Bilenler buyursun, cevaplasın...