
BU yazımızda, bundan 95 yıl önce, 3 Şubat 1926 tarihinde
İskilipli Atıf Hoca’nın idam edilmesi vesilesi ile hukuk tarihimizin bir kara
lekesi olan İstiklâl Mahkemeleri konusunu ele alacağız.
3 Şubat 1926: İskilipli Atıf Hoca’nın idam
edilmesi
Şapka aleyhinde
yazdığı yazıdan dolayı henüz çıkmamış Şapka Kanunu’na muhalefetten hapse atılan
İskilipli Atıf Hoca, son gece dört sayfalık savunmasını hazırlar. Rivayete göre ranzaya yaslandığında
Peygamber Efendimizi (sav) rüyasında görür. Resûlullah’ın, “Atıf, neden Bize
kavuşmayı erteliyorsun?” hitabıyla uyanınca savunmasını yırtıp atar (Tosun,
2012).
İskilipli Atıf Hoca,
dört gün içine sıkıştırılan dört duruşmadan sonra eski Meclis’in önünde
Babaeski Müftüsü Ali Rıza Efendi ile birlikte asılarak idam edilir.
Hâkimiyet-i Milliye
gazetesi, 3 Şubat 1926 tarihli nüshasında son mahkemeye ilişkin şunu yazmıştır: “Müdde-i umumi (savcı) zanlıların
mahkûmiyetini istedi.”
Savcı Necip Ali, Atıf Hoca’nın üç yıl ceza almasını talep
eder. Mahkeme üyelerinin normalde bu karara uyması ya da daha az bir ceza
vermesi gerekirken bir gün sonra idam çıkar (Doğan,
İ.; 2010)
Bir gazete, idamlar
olmadan önce basılmış ve sonucu çoktan ilân etmiştir. İdamın gerçekleştiği gün
çıkan Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde, “İskilipli Atıf Hoca ve müftü-i sabık
Ali Rıza idam edildi” denilmektedir.
İskilipli Atıf Hoca’nın naaşı akşama kadar darağacında bırakılmış, daha sonra da Mamak Kabristanı’nın kimsesizler kısmına defnedilmişti.
Tarihimizin
bir karanlık sayfası olarak İstiklâl Mahkemeleri
Ülke
tarihimizin bir an önce el atılıp aydınlatılması gereken karanlık sayfalarından
biri de İstiklâl Mahkemeleri’nin yaptığı yargılamalardır.
Kurtuluş
Savaşı sırasında asker kaçaklarını yargılamak gibi masum bir gaye ile kurulan,
ancak kanun çıktıktan on gün sonra bir değişiklikle “Millî gücü tenkis edici
(kısıtlayıcı) her suç, mahkemenin yetki alanındadır” denilerek yetki alanları
genişletilen İstiklâl Mahkemeleri, daha
sonra Tek Parti rejiminin muhaliflerini yok etmek için bir terör makinesi
olarak kullanılmıştır.
Konunun
uzmanı Prof. Dr. Ergun Aybars’ın ifadesiyle, “İstiklâl Mahkemeleri, hukuk mahkemeleri değildi”.
Tek
Parti dönemi Kemalist aydınlarından Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da, “İstiklâl Mahkemeleri rejimin yerleştirilmesi
için kurulmuşlardı” ifadesini kullandıktan sonra, bu mahkemeleri “tedhiş mahkemeleri” olarak yorumlar.
Birinci
Meclis Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Ulaş, 14 Ocak 1922 tarihli gizli oturumda
İstiklâl Mahkemeleri için şu uyarıları yapıyor: “Artık İstiklâl Mahkemeleri’nin el uzatmadığı, el koymadığı şey kalmadı
ve bütün hükûmetin icraatını eline aldı. Meclis adına hükümler verdi.”
İstiklâl
Mahkemeleri, 1925 yılı başlarında Takrir-i Sükûn Kanunu’nun verdiği yetkiyle, “kanunun
kabul edildiği günün ertesinde Terakkiperver Fırka’yı kapatır”. İstiklâl
Mahkemesi sopası gösterilerek Cumhuriyet devrimleri peş peşe kabul ettirilir.
1926’da
Lazistan Mebusu Ziya Hurşit ve arkadaşlarının Mustafa Kemal’e karşı
düzenledikleri iddia edilen suikast girişimi, İkinci Grup mensupları da dâhil
olmak üzere tüm muhaliflerle hesaplaşmaya gidilmesine zemin oluşturur.
Bu
mahkemeler Mete Tunçay’ın deyimiyle “İttihat
ve Terakki’nin hesabını görme” süreci hâline gelir. Atatürk’e muhalif kim
varsa hepsi İstiklâl Mahkemeleri’nde sorgulanır, yargılanır.
İstiklâl
Mahkemeleri’nin Reisi Kel Ali, eski bir subaydı. Aynı zamanda Ankara’da yeni
kurulan İthalat İhracat Şirketi’nin yönetim kurulu başkanıydı. Mahkemenin namlı
üyesi Kılıç Ali de eski bir subaydı. Aynı zamanda Ankara’da yeni kurulan İş
Bankası’nın yönetim kurulu üyesiydi. Yani bu kişiler bir anlamda duygusal (!)
ilişkilerle de yeni rejime bağlıydılar. Verdikleri kararlar hem ideolojik
olarak, hem de aldıkları yönetim kurulu maaşları münasebetiyle tarafsız
olamazdı.
İşte
bu konumdaki İstiklâl Mahkemeleri, her kararlarıyla ülkeyi biraz daha karanlığa
götüren adımlar attılar.
Murat
Belge’nin anlattığına göre, İstiklâl Mahkemeleri bir adamın iki oğlunu idama
mahkûm etti ve sonra da o adama, “İkisinden birini asacağız, hangisini asalım?
Kararı sen ver” dedi. Adam, yaşadığı dehşetten ve ağır sıkletten bayıldı kaldı.
İstiklâl Mahkemeleri işte buydu!
Mahkeme
üyelerinin hemen hepsi genç ve ihtilâlci karaktere sahip kişilerdi. Sağcı Solcu
her düşünceden aydını tasfiye ettiler. İskilipli Atıf Hoca, “Frenk Taklitçiliği
ve Şapka” isimli bir kitap yazmıştı. Hocayı daha kanun çıkmadan önce yazdığı
kitabından dolayı başına zorla şapka giydirerek ve “Giy domuz!” diyerek idam ettiler.
Sivas’ta,
“Çil Mehmet” adında sıradan birini Şapka Kanunu aleyhinde afiş asmak suçundan
idam ettiler.
Erzurum’da
yaşlı bir kadın, “Ben bir hatun kişiyim, şapka ile ne alâkam olabilir?” diye
sorarken idam ettiler.
Solcu
yazar Zekeriya Sertel’in gazetesinde Cevat Şakir Kabağaçlı (Halikarnas
Balıkçısı) bir hikâye yazdı ve iki isim de İstiklâl Mahkemeleri’nde yargılandı.
Birini Bodrum’a, birini Sinop’a sürgüne gönderdiler.
“Halikarnas Balıkçısı” lakaplı Cevat Şakir Kabaağaçlı
anlatıyor: “Mahkeme heyeti yerlerini
aldıktan sonra Karadeniz kıyısının bir yerinden muhakeme edilmek üzere yedi
sekiz kişiyi mahkeme huzuruna getirdiler. Bu sanıklar, müdafaaları için
bulundukları yerin en anlı şanlı avukatlarından dört beşini tutmuşlar, onlara
yerlerinde vekâletnameler vermişlerdi. Orta oyununda şakşakçı mı nedir, birisi
vardır. Sahnede gezerken her attığı adımda belini öne ve arkaya getire götüre
yürür. Belden kaz adımı gibi bir yürüyüştür bu. İşte avukatlar bir dizi teşkil
ederek, kendilerinden emin o orta oyunu yürüyüşüyle hâkimlerin önündeki kürsüye
dayandılar. Orada göğüslerini kabarta kabarta ceplerinden tomar tomar
vekâletname ve başka evrak çıkardılar. Onlarca akan sular hemen duracaktı ya da
duracağını kendilerini tutmuş olan müvekkillerine temin etmişler ve kim bilir
ne kadar paralar çekmişlerdi. Hâkim yani Afyon Ali Bey, ‘Vay sen misin gelen?’
dermişçesine, ‘Bunlar nedir?’ diye sordu. Onlar da, ‘Vekâletname efendim’
dediler. Afyon Ali Bey, ‘Ha, öyle mi? Siz de sanık olarak muhakeme
edileceksiniz!’ deyince avukatlarda şafak attı...”
İstanbullu
muhalif gazeteciler Ali Kemal, Refi Cevad, Refik Halid Bey, “Şeyh Sait
ayaklanmasını fişeklediniz” diye Elazığ’a çağrılıp cezalandırıldılar.
Hüseyin
Cahit, Ahmet Emin Yalman gibi muhalif gazetecileri edeplendirmek, hizaya getirmek,
yıldırmak için Diyarbakır’a çağırdılar. “Siz, hükûmeti eleştirerek onun
otoritesini sarstınız. Şeyh Sait de bundan cesaret alarak isyan etti” diye
suçladılar.
İsmet
Paşa Hükûmeti, 6 Mart 1925’te Tevhid-i Efkâr, Son Telgraf, İstiklâl,
Sebilürreşad ve Aydınlık gazetelerini müddetsiz olarak kapattırmıştı. Takrir-i
Sükûn ve İstiklâl Mahkemeleri devri başladıktan sonra İstanbul’da 14 günlük
gazetenin adedi altıya inmiş, bunların günlük baskısı 49 bine düşmüştü. Gazete
baskılarının hiçbir devirde bu derece azalmış olduğu görülmemişti.
Samet
Ağaoğlu’nun anlattığına göre, İstiklâl
Mahkemeleri’nde bir yargılama sırasında yargıç Kel Ali’ye yargılanan bir eski
arkadaşı “Ne oluyor Ali Bey?” diye sorunca Kel Ali, “İnkılap oluyor” diyerek
kestirme bir cevap vermişti.
İsmet
Paşa İstiklâl Mahkemeleri’ni şöyle savunuyordu: “Şeyh Sait isyanı basit bir hâdiseydi. Normal, basit askerî tedbirlerle
çözülebilirdi. Esas büyük hâdise ise memlekette umumî bir muhalefet ve kargaşa olmasıydı.
Biz onun için İstiklâl Mahkemeleri’ni devreye soktuk.”
1920
Eylül’ünden 1922 Temmuz’una kadar İstiklâl Mahkemeleri’nin önüne toplam 59 bin
164 sanık çıkarıldı. Bunlardan 11 bin 744’ü için beraat kararı, bin 54’ü için
idam, 243’ü için gıyaben idam cezası verildi. 2 bin 696 sanık hakkında verilen
idam cezası ise yerine getirilmedi. Bu kişiler genellikle cepheye sevk edilen
asker kaçaklarıydı. Sadece Ankara İstiklâl Mahkemesi, iki yılda 13 bin 96
sanığı yargıladı. İstiklâl Mahkemeleri’nin görevi fiilen ancak 1927 yılında
sona erdi. 1949 yılında ise Cihat Baban ve Adnan Adıvar’ın önerisiyle İstiklâl
Mahkemeleri Kanunu yürürlükten kaldırıldı.
Ali
Fuat Cebesoy’un naklettiğine göre, Birinci
Meclis’te ne kadar tanınmış muhalif varsa hepsi birer bahane ile bu mahkemelere
getirilmiş, ekserisi birer sûretle cezalandırılmıştı. İstiklâl Mahkemeleri’nin
en mühim icraatı, muhalefet ve matbuatı susturmak ve ortadan kaldırmak olmuştu.
İstiklâl
Mahkemeleri’nin yargıçlarının arkalarında “Allah’tan başka hiçbir kimseden
korkmaz” tabelası asılı olduğu yazsa da, Kılıç Ali, hatıralarında, “Aldığımız görevi hiçbir etki altında
kalmadan yerine getirdik. Görevimizi yaparken ne hatır dinledik, ne emir, ne
gönül” dese de, kararlar tamamen siyâsî ve ideolojik olup, verilen
talimatlar çerçevesindeydi.
Diyarbakır
İstiklâl Mahkemeleri üyesi ve sonraki yıllarda CHP yöneticisi olan Avni Doğan,
anılarında, “Mahkeme sırasında Şeyh Sait’e
mahkemenin bazı üyeleri tarafından TCF ve muhalif basınla ilgili bazı suçlamalarda
bulunulması için telkinde bulunulduğunu” yazmıştı.
Bu
mahkemeler özellikle politik dâvâlarda kimi mahkûm etmeleri gerektiğini
biliyorlardı. Dönemin Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk de bu mahkemeleri kontrol
altında tutuyordu. Meselâ İzmir Suikastı duruşmalarında Paşa, İzmir Çeşme’de
bulunuyordu.
Sanıkların avukat tutmasına müsaade edilmeyen
yargılamalarda Tarık Zafer Tunaya, yaşananları şöyle anlatır: “İkinci Meşrutiyet döneminde gazetecilerin
öldürülmesinden Şükrü Bey sorumlu tutulmuştur. Birinci Dünya Savaşı’na giriş
sorunu üzerinde durulmuş ve ‘İttihat ve Terakki bu mağlûbiyetle iftihar edebilir
mi?’ diye sorulmuştur. Sanıkların avukat tutmalarına izin verilmemiştir.”
Mahkeme
kararlarının etki altında verildiğinin en bariz vesikası, Atatürk’ün Harp Okulu
arkadaşı, Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Ali Fuat Cebesoy’un Hatıralarında
yer alıyor.
Ali
Fuat Cebesoy başta olmak üzere, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kurucuları
ve 20 milletvekili, “İzmir Suikastı” münasebetiyle tutuklanıyor ve İstiklâl
Mahkemeleri’nde yargılanıyorlar.
İzmir
İstiklâl Mahkemesi, çok sayıda milletvekilinin idamına, General Ali Fuat
Cebesoy ve General Kazım Karabekir’in beraatına, eski Dâhiliye Vekili İsmail
Canbulat ve TCF milletvekili Halis Turgut’un 10 yıl kürek hapsine
çarptırılmasına karar veriyor. Halis Turgut Bey, Takrir-i Sükûn Kanunu Meclis’te
görüşülürken “Kanun iki sene devam edecektir”
denildiğinde, “Soruyorum: Hâdise daha
iki sene mi yaşayacak?” diye muhalefet eden önemli bir şahıstı.
Kürek
hapsi verilen bu iki şahıs, suçsuz olduklarına inandıkları için mahkemeye
itiraz ettiler. Mahkeme itirazı dinleyip ikisinin de idamına karar verdi.
Hukukta aleyhte bozma yasağı evrensel bir ilkeyken, “Siz misiniz bizim
kararımızı beğenmeyen?” cinsinden verilen böyle bir karar, mahkeme kararı
sayılabilir mi?
Beraat
eden Ali Fuat Cebesoy, bir süre sonra eski bakan arkadaşlarından biriyle
karşılaşıyor. O, “Senin beraatini Atatürk
sağladı” diyor. Ali Fuat Cebesoy şaşırıyor. “İstiklâl Mahkemesi’nde kararı
yargıçlar mı, veriyor yoksa Atatürk mü?” şeklinde bir merak içine giriyor.
Aradan bir süre geçtikten sonra Atatürk’le bir araya geliyor ve gerçeği
öğreniyor. General Cebesoy başta olmak üzere beraat edeceklere Atatürk karar
vermiş.
Dolayısıyla
İstiklâl Mahkemelerinin verdiği kararların hukukî anlamda verilmiş mahkeme
kararları sayılması mümkün değildir. Kararlar siyâsî ve ideolojiktir.
Münevver
Ayaşlı’nın anlattığına göre, aradan birkaç yıl geçtikten sonra bir akşam
kokteyline büyük bir kibirle İstiklâl Mahkemesi üyeleri de geliyor. Anlaşılan
kullanım tarihleri dolmuş olacak ki, Atatürk söz alarak, “Bu İstiklâl Mahkemeleri ülkemizi dış dünyada çok kötü gösteriyor.
Yarından tezi yok, bu mahkemeleri kapatıyorum” deyince üyelerin her biri
ortalıktan apar topar kayboluyorlar.
Onlar
bir anda ortadan kayboldular ama verdikleri kararlar hâlâ bütün canlılığıyla
ortada duruyor. İlk adım olarak buradan başlanmalı, hukukî olmayan bu mahkeme
kararları yok sayılmalı, mağdurlarının hakları geri verilmeli, sözde mahkeme
olan İstiklâl Mahkemesi yargıçları ise tarih önünde mahkûm edilmelidir.