
ANADOLU insanının ölüm kalım savaşı verdiği bir dönemde
Maarif Vekâleti, verilen Millî Mücadele’nin ruhunu yansıtacak, milletin ve
cephedeki askerin moralini yükseltecek, bağımsızlık mücadelemizi dünyaya
duyuracak millî bir marş yazılması için 25 Ekim 1920 tarihinde bir yarışma
tertip etti.
Verilen iki aylık sürenin sonunda Maarif Vekâletine
ulaşan 724 şiirden 6’sı seçilmiş ve bu altı şiir vekillere dağıtılmış,
içlerinden birinin seçilmesi istenmişti. Ancak bu şiirlerin beklenen hissiyatı
vermedikleri gerekçesiyle yeni arayışa girişilmişti. Sonunda Burdur Mebusu
Mehmed Âkif Bey, marş yazmayı kabul etmişti.
Sancılı bir süreç başlamıştı. Artık Âkif, kendinde
değildi. Sürekli marşı düşünüyordu. Bu şiiri yazmayı kabul ettiğinin üçüncü
gününün gecesinde aniden uykusundan uyandı. Kâğıt aradı, lâkin bulamayınca
kurşun kalemiyle yer yatağının sağındaki duvara, marşın “Ben ezelden beridir
hür yaşadım, hür yaşarım” mısraıyla başlayan kıtayı yazdı. Sabah uyanınca bu
yazıyı kâğıda geçti ve çakısıyla duvardaki yazıyı kazıdı. Bu kıta çok güzeldi
ancak marşın ilk kıtası olamazdı. Birkaç deneme daha yaptı. Ama o ana kadar
yazdığı kıtalarda anlattığı duygularına tercüman olacak bir giriş kıtası ve
dahası o kıtanın da girişinde bir hitap kelimesi arıyordu. Çünkü onun şiiri özelde
kahramana ordumuza, genel anlamda da aziz milletimize seslendiği bir hitabe
olmalıydı. Bu hitabeye öyle bir giriş yapmalıydı ki o ilk kelime, anlam olarak
şiirin tümünü kuşatmalıydı.
İnandığı kutsal kitabında iman ettiği Peygamberine indirilen
ilk emir aklına geldi: “Oku!”
Evet, adına “Cahiliye” denilen bir devirde insanlığın
tüm erdemlerini inkâr ederek hayvanlardan daha aşağı bir hayat tarzını seçen
bir topluma indirilecek ilk hitap, “Oku” olmalıydı. Zira onların içinde
kayboldukları bu cehalet kuyularından ancak okumakla çıkılabilirdi. Şimdi ise O
Şanlı Peygamber’in bayraktarlığını yapan bir millet, adına “İstiklâl” dedikleri
bir ölüm kalım mücadelesi veriyordu. İşte bu istiklâl ve istikbâl mücadelesini
anlatacak marşın hitap kelimesi, “Oku” hitabı gibi vurucu ve tüm yaşananları
kuşatıcı olmalıydı. Ve bu kelime, istikbâlde dahi milletin vicdanında, vatanın
gök kubbesinde yankılanmalıydı.
Masanın üzerinde Denizli Müftüsü Ahmet Hulusi
Efendi’nin 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal eden Yunanlılara karşı yayınladığı “Korkmayınız! Meyus (ümitsiz) olmayınız! Bu
livâ-yı hamd altında toplanınız ve mücadeleye hazırlanınız. Müftünüz olarak
cihâd-ı mukaddes fetvasını ilân ve tebliğ ediyorum” ifadelerinin bulunduğu
tarihî fetvası duruyordu. Bir tarafta da Hasan Basri’nin Sebilürreşad için
gönderdiği ve derginin Mart 1921 sayısında yayınlanacak yazısı vardı. Ona da
hızla bir göz attı. Yazıda şunlar notlar yer alıyordu: “Ey imanlı kardeş! Çok şükür, ufk-ı İslâm’da rehâ ve halâs güneşi
doğmaya başladı. Dünyanın her tarafında esarete düşen Müslümanlar harekete
geldi. Ehl-i salibin yaman kastı artık anlaşıldı. Bütün İslâm âlemi hakk-ı
hayatını müdafaaya, Kelîmetullah-ı i’lâya karar verdi. Bugün her vakitten fazla
ümitlisin, fakat sabr u sebat et, yılma, usanma, korkma, haydi hamaset
meydanına. Allah-u Ekber!”
Ayağa kalktı Âkif. Bulunduğu odada gezindi. Pencereden
dışarı baktı. Kapının önünde al sancak dalgalanıyordu. Vatan edilen bu
topraklar uğruna şehit düşen evlatlarının kanlarının rengi ile boyanan,
göklerdeki nazlı hilâli ve binlerce yıldır onu var eden bahtının yıldızını koynunda
gururla taşıyan al sancak…
Polatlı’dan atılan topların sesi bu küçük odanın
duvarlarında yankılanıyordu ama içinden bir ses, şairine, “Korkma, ümitvar ol!
Bu günler de geçecek” diyordu. Odanın içinde duvardan duvara gezinen bu patlama
sesleri, onun inancıyla kemikleşmiş demirden kalbini önce umudun külhanında kor
hâline getiriyor, sonra gözyaşı ile çelikleştirip imanın örsünde dövüyor
gibiydi.
Bu dinin rehberi olan Hazreti Peygamber’in hicret
günleri geldi aklına. Onu ve dinini yok etmek için son hamleye hazırlanan
müşriklerin Hazreti Peygamber’in evinin etrafını çevirdiği o günde, yerine
Hazreti Ali’yi bırakıp evinden korkusuzca çıkışı ve yol arkadaşı Hazreti Ebu Bekir
ile buluşup hicret ettiği günler… Bu hicret gerçekleştiğinde, artık yaşanan
ıstırapların çoğu son bulacaktı. Yüce Mevlâ, O’na bunu vaad etmişti -ki Allah
vaadinden asla dönmez-. İki arkadaş, adı “Sevr” olan bir mağaraya gizlenmişti.
Müşrikler ise her yerde onları aramaktaydı ve mağaranın ağzına kadar
gelmişlerdi. Hazreti Ebu Bekir bir an endişeye ve ümitsizliğe kapılmıştı. Zira
iz sürmede bir tazıdan daha mahir olan bu müşrikler bu küçücük mağaraya
başlarını bir uzatsalar onları hemencecik görebileceklerdi. Şair, “Sevr!” diye
dişlerini sıkarak haykırdı. O gün Hazreti Peygamber ve arkadaşı Ebu Bekir, bu mağarada
sıkışıp kalmıştı, o gün de “Sevr” denilen bir canavarın pençesine sıkışılıp kalınmıştı.
Hazreti Ebu Bekir düşmanların kendilerini görmesinden
endişe ederken, Hazreti Peygamber ise büyük bir tevekkül içinde bekliyordu. Ki
o an vahiy meleği gelip, “Lâ tahzen
innallahe maana” ayetini indirmişti: “Korkma,
Allah bizimledir!”
İşe bakın ki, dün o mağaranın adı olan Sevr, bugün de
Türk milletini parçalamak ve tarihten silmek için düşmanların dayattığı
anlaşmanın adıydı. Bu melun anlaşmayı Padişah imzalamadığı gibi Meclis-i
Mebusan da reddettiği için bir proje olarak kalmıştı düşmanın elinde. Madem bir
projeydi, onu gerçekleştirmek için ellerinden geleni yapacaklardı. Türk milleti
de kabul etmediği bu ölüm fermanını yırtıp atmak için mücadele veriyordu. Nasıl
ki onlar bu Sevr çıkmazından çıktıysa, bu millet de kurtulacaktı. Gözlerinin önünde
bu tablo canlanan Şair, aradığı kelimeyi bulmuştu: “Lâ tahzen!”
Ve bu hitapla başlayacaktı marşına: “Korkma!”
“Korkma!”
Mehmet Âkif, şiirini bitirdikten sonra Maarif
Vekâletine gönderir. Şiir, 17 Şubat 1921 tarihinden itibaren başta Sebilürreşad ve Açıksöz olmak üzere
dönemin gazetelerinde yayımlanır. Maarif Vekâleti, 26 Şubat 1921 tarihinde Mehmet
Âkif Bey’in eseriyle birlikte seçilen diğer şiirleri bir tezkere ile Meclis’e
sunmuştur. Malûmunuz olduğu üzere, İstiklâl Marşı’mız 12 Mart 1921 tarihinde
kabul edilmiştir.
Kısaca yazılış öyküsü buydu İstiklâl Marşı’nın. Ancak
Mustafa Özçelik, Âkif merhumun İstiklâl Marşı’nı Balkan Savaşlarından itibaren
yazmaya başladığını söyler. Özçelik’e göre bu serencam şöyle vuku bulur: “Mehmet Âkif, son asırda yaşadığımız hem
elim hâdiseleri, hem de kurtuluş adına verilen mücadeleleri dile getiren bir
destan şairidir. Bu destanın ilk parçalarına Safahat’ın üçüncü kitabını teşkil
eden ‘Hakkın Sesleri’nde rastlamaktayız. Zira bu kitaptaki şiirlerin yazılış
tarihleriyle Balkan Savaşları aynı tarihlere rastlamaktadır. İstiklâl Marşı’na
(destanına) giden yolda ise en önemli şiir, ‘Cenk Şarkısı’dır (17 Ekim 1912).
Bunu ‘Uyan’ şiiri (18 Şubat 1915) takip eder. 1914 yılı sonu ile 1915 yılı
başlarında Berlin’de bulunduğu sırada yazmaya başladığı ‘Berlin Hatıraları’
isimli şiirinde yer alan ve ‘Korkma! Cehennem olsa gelen, söndürürüz’ şeklinde
başlayan bölüm de muhteva olarak tam mânâsıyla bize İstiklâl Marşı’nı
düşündürür. Zafer haberini aldığında ise Necid’de ‘Meçhul Şehid’ yahut
‘Çanakkale Şehitlerine’ şiirini (18 Mart 1915) yazar. Destanın son parçası ise
12 Mart 1921’de millî marşımız olarak kabul edilen İstiklâl Marşı’dır...”
O tarihten bugüne tam yüz yıl gibi bir süre geçti.
Ancak İstiklâl Marşı’mız taşıdığı bu derin anlamı nedeniyle güncelliğini, tazeliğini
ve diriliğini hâlâ muhafaza edebilmiştir. Her ne kadar 12 Eylül 1980 sonrası
yapılan 82 Anayasası’nın değişmez maddeleri arasına alınarak hukukî bir zırha
bürünse de, İstiklâl Marşı’mız milletimizin de gönlünde müstesna bir yere
sahiptir.
Zor günleri, izmihlâl tehlikesini yüreğinin her
zerresinde hissedip o günlerden alınması gereken dersleri ölümsüz mısralarla
bir İstiklâl Marşı olarak bizlere hediye eden Mehmed Âkif, aslında sadece istiklâlin
değil, istikbâlin de marşını yazmıştır.
Özçelik’in de dediği gibi, “Âkif için istiklâl sadece
askerî anlamda vatanın kurtarılması değildir”. O, bu kavrama metafizik yahut
manevî anlamda da bakar. Din, dil, kültür, ekonomi, kısacası bütün alanlarda
verilmesi gereken bir istiklâl mücadelesinden söz eder. Dikkat edilirse, marşın
temel kavramları din, vatan, millet ve devlettir. Bu dört kavram, varoluşun
dört temel direğidir.
İstiklâl Marşı, iyi incelendiğinde ve anlaşılmaya
çalışıldığında bir manifesto gibidir. Onun mısraları arasında, resmî anayasa
metinlerinde olmayan, manevî bir anayasanın maddelerinin mevcudiyeti
görülecektir. Keşke anayasalar hazırlanırken hukukçular ve siyasiler o
mısralardaki bu manevî maddeleri de göz önünde tutsalardı. O zaman
hazırladıkları bu anayasalar belki de sürekli bir değişime maruz kalmaz, her on
yılda bir balans ayarı yemezdi. İsmet Özel’in, “İstiklâl Marşı’ndan bir anayasa
çıkar” sözü, bu anlamda ne kadar da doğru bir sözdür!
İstiklâl Marşı’ndaki bu manevî maddeler, yeryüzünde var olduğumuz günden İslâm ile müşerref olduğumuz günlere, oradan da İslâm’ın bayraktarlığını yaptığımız bin yıllık sürece ait kutlu bir tarihin mayasını ve ruhunu yansıtması açısından önemlidir.
Şiirden öte
Aslında Âkif bu metinle, bu marşı yazdığı o günleri
idrak eden çağdaşlarına, “Efendiler, yaşamış olduğumuz bu kara günler, bizi biz
yapan değerlere sırt döndüğümüz için başımıza gelmiştir. Şu anda milletimizin
azim ve gayreti ile dağıtmaya çalıştığımız bu kara bulutların arkasından bize
göz kırpan nurlu ufuklar, ancak o ruhu Anadolu’da nefes alan her insanın içine
yerleştirdiğimizde daha da aydınlık olacaktır. Aksi hâlde yalancı bir bahar
gibi gelip geçecek ve arkasından bugünleri de aratacak bir izmihlâli yaşayabiliriz.
İstikbâlde istiklâlimizi ve mevcudiyetimizi muhafazanın tek yolu bu ruha sahip
çıkmaktır” demek istemiştir.
Bir şiir olarak düşünüldüğünde İstiklâl Marşı, her
mısraıyla baştanbaşa ezberlenmeyi hak eden değerli bir metindir. Ancak İstiklâl
Marşı, bir şiirden ötedir. Yazımızın başında belirtiğimiz gibi, o, istiklâlin
ve istikbâlin bağımsızlık manifestosudur. Onu sadece bir şiire indirgemek, hele
hele bestelenen iki kıtasına hapsetmek, İstiklâl Marşı’nın ruhuna yapılacak en
büyük hakaret ve hatta ihanettir.
İlk mektep sıralarından üniversitenin son sınıfının
son gününe kadar bu metin her gencimizin dilinde ve gönlünde, gönderde nazlı
nazlı dalgalanan al bayrak gibi dalgalanmalıdır. Sadece lafzıyla değil,
taşıdığı cihanşümul anlamı ve içinde mezcettiği ilâhî söylemin izleriyle
beraber her genç, orada anlatılmak istenen hakikatlere aşina, gösterdiği
hedeflere amâde olmalıdır.
İstiklâl Marşı’mız, ders kitaplarında sadece bir
mizanpaj ögesi olmaktan kurtarılmalıdır. Sadece tarih kronolojisi gereği vakti
gelince hatırlanan, derslerde işlenen sıradan bir ders materyali olmaktan
kurtarılmalıdır. Bir şiir olarak okul müsamerelerinde elbette okunmalıdır, ama
sadece bir müsabaka unsuru olmaktan da kurtarılmalıdır. İstiklâl Marşı’mız,
resmî törenlerin açılışında bir mecburiyet ezgisi ve ruhsuz bir protokol unsuru
olmaktan da kurtarılmalıdır. Onu sinsice bir protokol besmelesi hâline
dönüştürüp metnin tamamında belirtilen İslâmî değerlere sırt dönmek ve hatta
onlara düşmanlık beslemek, ikiyüzlülükten başka nedir? Bu yüzden, artık bu
bağımsızlık manifestosunun lafzı ile beraber anlamı da yediden yetmişe herkese
öğretilmelidir. Çocuklarımıza ve gençlerimize İstiklâl Marşı’mızın her
mısraının, her kelimesinin izahı, şerhi yahut tevili adına her ne denilirse
okutulmalıdır, öğretilmelidir.
Mustafa Özçelik Hocamızın da dediği gibi, İstiklâl Marşı,
muhtevasına bakıldığında aynı zamanda gelecek tasavvuru da olan bir metin
olarak karşımıza çıkar. Bu yönüyle de “istikbâl marşı” özelliği kazanır. Meselâ
al sancak için söylenen “sönmez” ifadesi, sadece anı değil, geçmişi ve geleceği
de kapsayan bir ifade olarak “sönmeyecek” anlamında okunmalıdır. “Ben ezelden
beridir hür yaşadım” dedikten sonra “Hür yaşarım” ifadesi de “Bundan sonra da
hür yaşayacağım” mânâsı taşır. Yani bu ifade, aynı zamanda geleceğe dair bir
sözdür. Yine marşta dile getirilen değerler, hem o şartlardan çıkışın, hem de
geleceği inşâ edişin değerleri olarak anlatılmaktadır.
İstikbâlin manifestosu
İstiklâl Marşı’mız, bir istikbâl manifestosudur. Bu
manifestonun bazı maddelerini şöyle sıralayabiliriz:
Ey Türk evladı, korkma! Bağımsızlığının sembolü olan
bu bayrak, göklerde kıyamete kadar dalgalanacaktır.
Ne olursa olsun, tek bir insan kalana kadar bu vatanı
savunmak, bu bayrak altında yaşayan herkesin vazifesidir.
Türk milleti ezelden beri hür yaşamıştır, hür yaşayacaktır.
Bunun için de ne gerekirse yapacaktır. Yapmak zorundadır.
Batı medeniyeti, tek dişi kalmış bir canavardır. Türk
milletinin fertleri bu medeniyetten bir şey bekleyemez!
Batı’nın (teknolojide ne kadar ileri olursa olsun)
Türk milletinin imanı karşısında yapacağı bir şey yoktur! Bu yüzden Türk milleti
hem çalışıp ilerlemek, hem de bu imanını muhafaza etmek zorundadır!
Türk milletinin her ferdi, yurdunu düşman istilâsına
karşı korumak, onların işgaline uğratmamak ve bu uğurda gerekirse canını feda
etmek zorundadır!
Bu vatan, sıradan bir toprak parçası değildir. Bu
toprak, ecdadın kanları ile vatan olmuştur. Her Türk evladı toprak altında
kefensiz bir şekilde yatan ve bu toprağın sıkıldığında fışkıracak kadar çok
miktarda olan şehit atalarını incitecek hâl ve hareketlerden uzak durmak
zorundadır!
Her Türk evladı bu cennet vatandan ayrı düşmektense
canını vermeyi yeğleyecek iman, inanç ve kararlığa sahip olmalıdır.
Her Türk evladı için mabetler öz namusu gibidir ve ona
uzanacak namahrem elleri kırma azim ve kararlığında olmalıdır. Bu mabetlerden
beş vakit yükselen ve dinimizin temeli olan ezan sesleri, kıyamete değin
yurdumuzun semalarında inlemelidir. Bu iman, azim ve kararlıkta olan Türk
milleti, asla izmihlâle uğramayacaktır.
Bugüne kadar vatan semalarında özgürce dalgalanan ve bağımsızlığın
sembolü olan ay yıldızlı al bayrağın en temel hakkıdır hürriyet ve bağımsızlık.
Ve bu vatanın her ferdi bunu sağlamakla mükelleftir!
Müslüman Türk milleti bu iman, azim ve kararlıkta
olduğu müddetçe kıyamete kadar hür ve bağımsız yaşama hakkına sahiptir.
İşte bu hedefleri anayasadaki maddelerin ruhuna
işleyebilirsek, o zaman anayasamız toplumu kucaklayacak bir ruha kavuşacaktır.
Bu sayede de toplumun her kesimince kabul görecek ve umulanın üzerinde bir
itibar kazanacak, her fert ona sadakatte en ufak bir hata yapmayacaktır.
Yazımızı İsmet Özel’in sözleriyle sonlandırıyorum: “İstiklâl
Marşı’ndan bir anayasa çıkar ve bu anayasa, modern kültürün istikameti hakkında
insanlara bir şey öğretir. İstiklâl Marşı esas alınmaksızın yapılan bütün
anayasalar, modern kültürün kuyruğuna takılarak yapılmış anayasalar olacaktır.
İstiklâl Marşı’ndan çıkan anayasa, modern kültürün istikameti hakkında
insanlara bir şey öğretecektir ama İstiklâl Marşı’nın yer almadığı anayasa, her
halükârda 17’nci asırda doğmuş olan ya da en büyük şahlanışını gerçekleştirmiş
olan Avrupa medeniyetinin kıytırık bir ilâvesi olmayı kendisi için iyi
sayacaktır.”
Kaynaklar
İsmail Acar, Açıklamalı İstiklâl
Marşı ve Gençliğe Hitabe, Liva Yayınevi, İstanbul, 2005
Levent Bayraktar, “Âkif'e ve İstiklâl
Marşımıza Felsefe ile Bakmak”, Bizim
Külliye Dergisi, Sayı: 88, Sayfa:12-17, Elazığ, 2021.
Mehmet Kaplan, Edebiyatımızın İçinden, İstanbul, 1978.
Mustafa Özçelik, İstiklâl Marşı
(Tarihçesi, Anlamı ve Yorumu), Muhit Kitap, İstanbul, 2021
Mustafa Özçelik ile mülakat, Halit
Yıldırım, Şehir Dergisi İstiklâl Marşı Özel Eki
Nihat Sami Banarlı, Kültür Köprüsü,
Kubbealtı Neşriyat, s.346 vd., İstanbul 1985
Nurullah Çetin, “İstiklâl Marşı’mızı
Anlamak”, Ankara Üniversitesi Dil ve
Tarih-Coğrafya Fakültesi Türkoloji Dergisi Cilt: 21, Sayı: 2, 2014, ss.
25-92.
Ömer İnce, “İstiklâl Marşı ve Mehmet
Âkif”, http://web.deu.edu.tr/ilyas/ftp/istiklâl.pdf
Recep Duymaz, İstiklâl Marşı’mıza
Yakından Bakış, Trakya Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 4, Sayı:
7, Ocak 2014, s. 1-40
Yaşar Çağbayır, İstiklâl Marşının
Tahlili, TDV Yayınları, 2006