“İşte iz, geliniz!”

Meydanlar yoktur ve bütün binalar camilerin minaresinin boyundan kısadır. Meydan olmayışını yabancı ve yabancılaşmış mimarlar eleştirirler. Çünkü meydanlarda büst olur; psikolojik olarak insanoğlu bir bilgi birikimi ile yaşar ve şeytan, Âdem’den bu yana bütün insan tiplerini görüp o nispette profesyonelleşmiştir.

GÜNEŞ asırlar önce doğudan doğdu, hakikat doğuda zuhur etti. Işığı doğuyu aydınlık eyledi, sonra doğu ışığa lâyık olamadı, batıya doğru yol aldı, ışığını oraya nüfûz ettirmeye çalıştı.

Batı, güneşi balçıkla sıvamaya çalıştı. Sonra güneş yine battı. Dünya karanlık çağını yaşıyor. Lâkin Necip Fazıl’ın dediği gibi, “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!/ Gün doğmuş, gün batmış, ebet bizimdir”! Güneş yeniden doğacak ve aydınlatacaktır doğudan bütün âlemi.

Tarih yalan söylemeyecektir. Hakikati fısıldıyor kulaklarımıza ve yükü yeniden yüklüyor omuzlarımıza. O yük ki, Muhammedî bir dâvâdır uğruna şehit olunan, gazi kalınan. O yük ki, uğruna şiirler ve kitaplar yazılan, eylemler yapılan, hor, büyük, öksüz ve sonu cennetle sonuçlanan bir dâvâdır. Bir Arap atasözünde söylendiği gibi, “Başlangıcı canı yakıcı olmayan işin, sonu aydınlatıcı olmaz”. Yine bir Arap atasözünde söylendiği gibi, “Bir işe her şeyini vermezsen, o sana kendinden bir parça dahi vermez”.

Asırlarca İslâm’ı yüceltme ciheti içinde olan ecdâdımız, İslâm ile yücelmiştir. Avrupa’da dahi Müslümana “Türk” diyecek ruh kodlarımız zâhiren eşlenmiş ve hayatın her alanına nüfûz edecek duruma gelmiştir. Dünyanın neresinde, hangi dine mensup olursa olsun, zülüm altında olan bir insanoğlu varsa, Osmanlı eli ile kendisine nusret diliyor, ona güvenip inanıyordu. Şimdi ise bu yük bizde! Afrika’daki, Avrupa’daki gençlerin öz benlikleri “İşte iz, geliniz!” nidasını bizlerden bekliyor. Bu yolda üşüyecek, sıkılacağız. “Üşürsek toprak post, sıkılırsak Allah dost” diyerek yola çıkmak bizi müstekim kılacaktır. Güneşin doğduğu yerden güneşle birlikte doğmak ve aydınlatmak vaktidir bütün âlemi!

Tarih söylüyor, lâkin ne derece kulak verebiliyoruz bu sese? Veremiyoruz, acizleştik, hissizleştirildik. “Boynumuz ağrıdı batıya bakıp durmaktan! Üstelik Batı’nın mil çekip körelttiği gözlerle bakıyoruz niye neye baktığımızı bilmeden”… İşte Kudüs âşığı şairin dediği gibi her şey! Silkelenmek ve yeniden dirilmek gerek. Çünkü, “Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!/ Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!”.

“Batıya bakmaktan boynumuz ağrıdı” dedim ya, o kadar doğal gelmeye başladı ki yaptıkları bu kültür emperyalizmi, Batı’nın müziğinden kıyafetine, duruşundan şehir düzenine kadar her şeyi aldık. Kendimize önder olarak Kur’ân ahlâkı ile ahlâklanmış olan Allah Rasûlünü seçmemiz gerekirken, asimile olmuş insanları örnek aldık. Süper kahramanlarımız Hayber kapısını kalkan yapan Hazreti Ali, çift kılıçla döne döne savaşan, yürüyüşünden düşmanın korktuğu Hazreti Hamza olmazsa, yeşil perde üretilmiş ikinci seviye kahramanlar olur.

Ayrıca kıyafet bahsine gelince… Kısaca anlatmak gerekirse, bin dört yüz yıl öncesinin kıyafetleri sosyolojik olarak asimile olmamış bir duruş, bir tavır demektir.

Osmanlı’nın mimari sistemine bakınca şunu görürüz: Meydanlar yoktur ve bütün binalar camilerin minaresinin boyundan kısadır. Meydan olmayışını yabancı ve yabancılaşmış mimarlar eleştirirler. Çünkü meydanlarda büst olur; psikolojik olarak insanoğlu bir bilgi birikimi ile yaşar ve şeytan, Âdem’den bu yana bütün insan tiplerini görüp o nispette profesyonelleşmiştir. O yüzden bizler meydandaki büste baktığımızda onu büyük görür, elimizde olmasa da onu tanrılaştırarak algılarız. İşte bundan sebep, Osmanlı’da, çevresinde toplanma alanı olan tek yer camilerdir. İnsanlar camiye baktığında, o caminin Rabbine yönelir ve der ki, “Allah en büyüktür!”.