İNSANLIK merhametini
kaybediyor.
Ve
dünya, yüzlerinde “insancıl” maskeleriyle vaatler savuran zalimlerce yeniden
dizayn edilirken, zulüm her gün başka bir coğrafyada devriye geziyor.
Kantara
gelmeyen, sînelere sığmayan, omuzların taşımaya güç yetiremediği büyük ve ağır
acılara uyanıyoruz.
Şu
günlerde “Covid-19” adlı uyku bandı ile kapatılmış gözlerimize rehavet
çökmüşken, mazlumların görünmez ahları ve yangınların kara dumanını mahmur bir
edâ ile izliyoruz.
Duyarlılık
seviyelerimizle oynandığının ne kadar farkındayız bilemiyorum; her ölüm bir
ihtar ve bir ihbar iken nefislerimize, son beş aydır pandemi nedeni ile vefat
edenlerin sayıları, kılımızı kıpırdatmayacağımız istatistikî bir veriden ibaret
neredeyse…
Cennet
vatanımızı koruyan askerlerimiz terörle mücadele ederken şehit düşüyormuş; Akdeniz’de,
Ege’de yüzlerce mülteci ölüme terk ediliyormuş; Gazze semâlarında bombalar
uçuyormuş; Suriye’de sivil halk kan ağlıyormuş; Yemen’de çocuklar açlıktan
ölüyormuş; Lübnan’ın ticarî kalbi Beyrut yerle bir oluyormuş, kimlerin
umurunda?
Ne
çok ölüm var! Ne çok hâneye ağıt, ne çok kalbe acı düşüyor her gün, her saat,
her dakika! Buna rağmen, ne umursamaz kahkahalar taşıyor sokaklara...
Ölüm
hak, ölüm malûm, ölüm her canlının akıbeti, muhakkak! Ancak kasten öldürmek,
cinayet. Cinayetleri makul karşılamak ise uyuşturulmuş bir cinnet hâlinden
başka bir şey değil. Feci bir “ben” rüzgârında savruluyor insanlık, “Oh! Ölen
ben değilim, kimsem ölmedi” bencilliğiyle seyrediyor olup biteni. Haklı bir
sevinçle merhametsizleşiyor toplumlar.
Bana
öyle geliyor ki, insan ölümden sonraki hesaba inancını ve Allah korkusunu
kaybettiği kadar zalimleşiyor. Amentüsünü yitirdiği nispette yitiriyor
merhametini...
Acıdır
ki, ölüm, yiyip içmek kadar normal bir hak olarak kabul görmüş durumda.
Öldürenlerin ise haklı sebepleri var her halükârda.
Katillik,
modern yasalarla meşrulaştırılmış durumda. Katiller öldürdükleri kadar tanrı…
Katliam, inançsızlık nispetince kutsal…
Öldürenlerin
batıl da olsa bir hedefi, Haçlı lügatince bir misyonu varken, canına, malına,
hânesine ve vatanına göz dikenler tarafından öldürülmeye bu kadar râzı, bu
kadar râm, bu kadar gönüllü olunması ne acı!
Hatırlıyorum
da, küçük bir çocukken hep aynı masalla uyumak istemezdim. Başka masallarda
başka kahramanlarla tanışmayı dilerdim. İnanıyorum ki, bugünün çocukları da
öyledir. Belki masal dinlemiyorlardır şimdi ama başka oyunlara ve başka
oyuncaklara göz koyuyorlardır. Çünkü çocukların, masumiyetleri nispetince
genişlemeye müsait saf ve sevgi dolu kalpleri vardır. Sevdikçe çoğalacağını
bildiğinden değil, sevilerek, özenilerek yaratıldığındandır değişik oyunlara,
farklı kahramanlara, uzak diyarlara merakı. Merak ettikçe öğrenecek, öğrendikçe
sevecek, sevdikçe inancı kavileşecek kodlarla halk edildiğindendir…
Öyleyse
insanlık, merhametinden önce masumiyetini kaybetmiş olabilir mi? Kiri, lekeyi
gösterecek temizlikteki kalpler kapkara kesildiğinde mi bunca kötülüğe,
haksızlığa insanlığın sessiz kalışı, tepkisizliği yahut umursamazlığı?
Kanıksanan
ne varsa, tıpkı bir kınama gibi, başa gelme tehdidini barındırır hâlbuki. Ve
seyrederken umursanmayan ne varsa, umursamayanın başına geldiğinde artık her
şey beyhudedir…
Unutmamalı
ki, seyrettiğimiz her gerçeklik, ayniyle karşılaşma ihtimâlini barındırır.
Öyleyse nedir bu vurdumduymazlık?
Ne
vakit uyanır acaba insanlık?
Ne
vakit Siyonistlerin, Haçlıların, Budistlerin, Paganların zulmüne “Dur” deme
basiretini gösterecek ülke halkları?
İki
elin parmaklarını geçer mi acaba insanlığa dünyevî ve uhrevî saâdet vaat eden
son din, hak din İslâm’a muti Müslüman devlet yöneticilerinin sayısı bilemem;
bildiğim bir şey varsa şudur: Bâtıl dinlerini tezgâh eyleyip muharref dinî
yasalarıyla dünyayı parmaklarında oynatmak isteyen zalimlerin, pek çok ülkenin
başına kendileri gibi zalimleri yönetici olarak atadıkları ve işbirliği ile
dünyaya zulüm pompaladıkları…
Orta
Doğu ülkeleri bunun en güzel ispatı. Birleşik Arap Emirlikleri’nin, Suudi
Arabistan’ın, Mısır’ın, Suriye’nin ve sair ülkelerin liderleri ne saklı, ne gizli.
Eyledikleri de ortada, işbirliği yaptıkları Batı/l yöneticilerle dünyayı nasıl
kana boyadıkları da… Öyleyse her insan teki, sürü gibi yönetilmeyi maharetten
saymayıp ayıkmalı. Halklar maddeci ve dünyaperest, fani menfaatler için değil,
hem dünyası, hem bâki olan ahireti için gözlerini açmalı. Körlük oluşturacak ne
varsa önce inanmalı, sonra o imanlı kalp gözüyle okumalı ölüm kalımları,
olanları, olacakları…
Yoksa
hiç normal olmadığı hâlde normalleştirilmiş işgallerle, terörle, güç
gösterileriyle, etnik temizliklerle, açlıkla mafya kavgaları, kan dâvâları, suikastlar,
cinayetler ve mezhep savaşlarıyla birbirine kırdırılan insanlığın kıyameti, bir
gün seyredenlerin ve umursamayanların da kaderi olacaktır. O hep bilindik
istatistikî tablolarda bir rakam olarak yerini almaktan başka kazanımı da
olmayacaktır!
Ve
katiller aynı terâneyi okuyacaklardır: “Uluslararası
hukuka aykırı gerekçesiyle…”
Bu
cümle merhametsizliğin peçesi işte!
Haçlılar
el birliği içinde insanların ait oldukları ulusların haklarını koruduklarını
iddia ediyorlarsa, her ülke halkı ulusal haklarının hesabını sorma hakkını
kullanma iradesini kuşanmadıkça, aldıkça doymayan, öldürdüğü nispetçe
tanrılığını kutsayan, kan döktükçe güçlenen zalimlerin zulmünden ya payını
alacak yahut mesulü olacaktır.
***
Hangi
coğrafyada yaşıyor olursa olsun, her insan kendi akıbetinden de bizzat mesuldür.
Ve ahvalinin ve de akıbetinin insanî yasalarla değil, İlâhî yasalarla
şekillendiğinde saâdete erişmesi ihtimâl dairesindedir.
İnsanın
insana itaati, Yaratıcısına itaatinden daha büyük olduğunda, varacağı yer,
merhametsiz bir dünyadan ibaret olacaktır. Ki bu, insanın inkâr ile helâk
oluşundan başka bir şey değildir.
“Ey iman edenler!
Sizden kim dininden dönerse, bilsin ki, Allah öyle bir kavim getirecektir ki
Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler; müminlere karşı alçakgönüllü,
kâfirlere karşı vakarlıdırlar; Allah yolunda cihad ederler ve hiç kimsenin
kınamasından korkmazlar. İşte bu, Allah’ın dilediğine verdiği bir lütfudur.
Allah’ın lütfu geniştir; O, her şeyi bilir”1 âyetine mazhar
kavimden olmaya talip olmak gerekir. Hem önce Allah’ın sevdiği ve sonra Allah’ı
sevecek olanlardan olmak kadar güzel ne olabilir ki?
Madem
İslâm evrenseldir ve onun yasaları tüm dünya insanları içindir, öyleyse bu
müjdeli âyete râm olmayan her insan teki,
“Münafık erkekler ve münafık
kadınlar (sizden değil), birbirlerindendir. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten
alıkor ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu. Çünkü
münafıklar, fâsıkların kendileridir”2 âyetinde tanımlanan kimlikle
yaşayacak ve varlığı bir hiç, yaşadıkları bir hiç ve ölümü bir hiç olarak
dünyadan silinecektir.
Rabbimizin,
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı
sever” beyanındaki rahmet, insan için ne güzeldir! “Önce sevilen olmak”... “Sevmeden
önce sevilmek”…
Ve
bu âyetteki sevgi önceliği ile aynı rahmeti barındıran “Onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları unuttu” İlâhî beyandaki “unutmayanı
unutmayan” Bir Rabbe iman etmek, ne büyük bir merhamete mazhar olmaktır!
Tüm
insanlığın, sevmeden önce sevilme liyakatini bahşeden, unutmadan unutulmayacağı
garantisini veren Âlemlerin Rabbi Allah’ın yasalarına iman ile dünyayı merhametsizlikten
kurtarması ne mümkün ve ne kutlu bir mücadele olacaktır!
Aksi
takdirde insan, kendi ettiğinin ve seyrettiğinin kölesi olup fenâ bir hayat, fâni
bir varoluşun müsveddesi olarak yok olup gidecektir.
Dünyayı
seyrettikçe, hak vaadi ile her şeyi sömürmeyi bir meslek hâline getirmiş aşağılık
kimliklerin, insanların rûhunda var olan ve insanın insan kalmasını sağlayan
merhameti de sömürdüklerini gördükçe canım yanıyor.
Kanıksanmış
ölümlerden, masumun ahından, mazlumun alınmamış hakkından kendime pay
çıkardıkça, dünyadaki merhametsizlikten bir gün kendimin, sevdiklerimin, vatanımın,
milletimin de payına düşeni alacağı korkusuyla ürperiyorum.
Sesimin,
sözümün eriştiği herkesi zaaflı değil, marazî değil, insanî, imanî ve vicdanî merhamete
davet ediyorum. Ben de -ah, evet, ben de- “Dışımda ne arıyorlar, içime doğru
suçluyum ben! Yapamadıklarımın, işlemediklerimin de suçlusu... Bir de kalkmış, ‘Belki
kendimden birine, ondan öbürüne geçer, bir merhamet yangını çıkar, bütün ülkeyi
sarar’ diye tımarhanelik bir hayâlin peşine düşmüş, gidiyorum”3…
1Mâide,
54.
2Tevbe,
67.
3Necip Fazıl Kısakürek, Reis Bey, 1964