PEK Muhterem Kari,
Sefînemizi çalıştırmak ve sizleri tarihin tozlu sahifelerinde dolaştırmak
için epeyce zamandır güherçile bulmakta ne kadar meşakkat çektiğimi az çok
biliyorsunuz. Güherçileyi tedarik etmek için çetrefilli ilişkiler içerisine
girmek, tekinsiz yerlerde bulunmak ve tekinsiz adamlarla muhatap olmak
durumunda kalmakta idim ve son seferde de birileri tarafından göstere göstere
takip bile edilmiştim.
Ayrıca her an başım polisle belâya girmek üzereydi. Güherçile ile
yakalanacak olursam -maazallah- “Güherçileyi Sefîne-i Tayy-i Zaman’ı
çalıştırmak için kullanıyorum ve zamanda yolculuklar yapıyorum efendim” demem,
devletin polisini ve savcısını muhtemelen tatmin etmeyecekti. Bu işin sonunun
ya mahpushanede ya da tımarhanede bitmesinden endişe etmekteydim.
Dolayısıyla uzunca bir süredir güherçile yerine sıvı yakıtla çalışan bir
motor kullanmayı düşünüyordum. Lâkin bir problemim vardı: Bu garip aleti
sanayide herhangi bir ustaya götürüp, “Ustam, şu bizim sefînenin motorunu
değiştirmek istiyorum” diyemezdim ya… Bu işi yapacak usta -varsa şayet
tabiî- eli uz, işinin ehli, ağzı sıkı, ketum, emin, müşteri mahremiyetine azamî
riayet edecek ve mümkünse çok soru sormayacak birisi olmalıydı. Ama kim?
İşte aylardır kafamı meşgul eden bu sorunun cevabı, bir akşamüzeri eve
girdiğimde ayaklarıma takılan bir zarfın içerisinde idi. Bir “hayırsever”
-umarım dosttur-, kapının altından bana bir mektup bırakmıştı. Heyecan ve
helecan ile zarfı açtım ve okumaya koyuldum:
“Aziz Kardeşim,
Ajanda NET yazılarını baştan sona takdir, tebessüm ve hayranlıkla okudum.
Çok güzel yazılar. Eline sağlık… (KG: Sitayiş dolu cümleler bende kalsın
şimdilik.)
(…) Geçen gün Sütlüce’de yaşadığın sıkıntı malûmumdur. Seni takip eden
beyaz aracı da ben takip ediyordum aslında. Olur ki sana bir zarar vermeye
kalkarlarsa -elimden ne gelirdi bilmiyorum ama- yardımcı olabilmekti niyetim.
Şükür ki, müşkül bir durum vuku bulmadı. Lâkin sonraki seferlerde başına ne
gelebileceğini Allah bilir.
Güherçileyi ne için kullandığını biliyorum. Sefînenin motorunu
değiştirmenin bence zamanı geldi. Muhtemelen sen de bunu düşünüyor olmalısın
ama bunu kime yaptıracağını kestiremiyor olabilirsin. Bu konuda sana …’da,
Yanyol’da dükkânı bulunan Yaşar Usta’yı tavsiye edebilirim.
‘Şeker Abi’nin selâmı var’ dersen sana yardımcı olacaktır.
Bundan sonra Sütlüce’ye gideceksen de güherçile almaya değil, uykuluk
yemeye git. Çay içtiğin kahvehanenin karşısındaki uykulukçuyu da hassaten
tavsiye ederim kardeşim.
Bu arada fırsat olsa da buluşup çay içsek, ne iyi olur. Yolun Silivri’ye
düşerse esnafa Şeker Abi’yi sor, beni bulursun.
Allah’a emanet. Kal sağlıcakla…
M.Ş.”
Kafam karmakarışık olmuştu, peşimde olanlara bir yenisi daha eklenmişti. Lâkin
bu sefer içimdeki ses, Şeker Abi’ye güvenebileceğimi söylüyordu.
Bir sonraki -belki de bir önceki- yazıda Yaşar Usta’da görüşürüz inşallah, Emanetin Sahibi emaneti almazsa o vakte kadar…
“Perdedâr-ı mîküned der kasr-ı Kayser ankebût,/ Bûm nevbet mîzened ber târem-i Efrâsiyâb...” (Sadî Şirâzî)
Deveran başlasın!
Bu ayki seyahatimiz için hazırsanız, Sefîne-i Tayy-i Zamanı çalıştıralım
muhterem hazirûn. Bir çağın kapanıp yenisinin açıldığına şâhitlik ettiğimiz bu
mübarek günlerde elbette zaman nişangâhımızı 29 Mayıs 1453’e kuruyoruz. Mekân
nişangâhımız da hâliyle eski İstanbul… Haydi bismillah, deveran başlasın!
Ayasofya’nın arka tarafında, ağaçlıkların arasındayız. Karşımızda tüm
heybetiyle Ayasofya duruyor. Şu an bulunduğumuz yerde bir süre sonra Topkapı
Sarayı inşâ edilecek.
Buradan Haliç’in sonuna doğru kafamı çeviriyorum, şehrin batısından kesif
şekilde dumanlar yükseliyor. Çan sesleri tüm şehri inletmekte elan.
Ayasofya’yı sağıma alarak ana kapısına doğru ilerliyorum. Bakımsız ve çamur
içerisindeki sokaklar tamamen boş, in cin top oynuyor. Aynı bakımsızlık,
duvarlarındaki boyaları ve sıvaları dökülmüş, yer yer Bizans işi kırmızı
tuğlaları görünen bu büyük kilisede de ilk bakışta göze çarpıyor. Hattâ insanda,
“Ha yıkıldı, ha yıkılacak” hissi bırakıyor.
Kilisenin arka bölümünden Sultan Ahmed Camii’ne bakan tarafına dönüyorum.
Gözüm alışkanlıkla ortada bulunan büyük havuzu ve elbette Sultan Ahmed Camii’ni
arıyor. Lâkin bu alanda tanıdık gelen sadece dikili taşlar. Sultan Ahmed
Camii’nin bulunduğu yerde yine aynı bakımsızlık içerisinde yıkılmayı bekleyen
bir hipodrom var.
6 Nisan sabahından bugüne kadar 53 gündür kuşatma altında olan Konstantinopolis
birkaç saat önce fethedildi. İşte müjdeye nail olan büyük kumandan, beyaz atı
üzerinde Çemberlitaş tarafından Ayasofya’ya doğru ilerliyor! Hemen yanında
bembeyaz sakalı ve nur gibi yüzüyle Akşemseddin var ve peşinde de sancakları
ile birlikte vakarla ilerleyen askerleri…
Fatih Sultan Mehmed Han, Ayasofya’nın cümle kapısında atından iniyor ve
şükür secdesi ediyor. Mübarek alnındaki toprağı sağ elinin tersi ile siliyor.
Ağır adımlarla Ayasofya’nın ön kapısına doğru ilerliyor, kapının önünde
duruyor. Hafif bir baş hareketi ile kapının açılmasını istiyor.
Dört Osmanlı askeri besmeleyle masif kapıyı açıyor. Kapı, yılların
yorgunluğu ile açıldıkça gıcırdıyor.
Kilisenin içi ruhban kesiminden papazlar, savaşamayacak durumda olan yaşlı
erkekler, kadın ve çocuklarla tıka basa dolu. İçerideki insanlar korku
içerisinde akıbetlerini bekliyorlar. Çocuklar endişeyle annelerine biraz daha
sokuluyorlar...
1204’te şehir Lâtin istilâsına uğramış, -güya- Kudüs’ü fethetmeye giden
Haçlı Ordusu tüm şehri yağmalamıştı. Bu yağmadan özellikle Ayasofya da nasibini
almış, kıymetli heykellerinden duvarlarındaki mozaiklere, tablolara, hattâ
şamdanlara kadar para edecek ne varsa Haçlılarla birlikte şehri terk etmişti.
Yüzlerce, belki de binlerce insan katledilmişti. Şimdi Türkler neler yapmazdı
ki?
Üstelik gerçekleşmesi için günlerce duâ ettikleri, ilâhiler söyledikleri, azizler
adına mumlar yaktıkları kehanet de boş çıkmıştı. Bu kehanete göre
Çemberlitaş’ın üstünde gök yarılacak ve oradan bir melek, bir kılıç uzatacaktı.
İmparator bu kılıcı alıp kullanacak ve Türklerin Konstantiniye’ye girmesini
engelleyecekti…
Fatih Sultan Mehmed Han, besmele ve sağ ayağı ile Ayasofya’ya giriyor,
ağırbaşlı ve vakur adımlarla ana kubbenin altına doğru ilerliyor. Bu arada bir
asker girişte, üzerinde haç deseni bulunan bir mermeri kırmaya teşebbüs ediyor.
Fatih, hiddetle bu askere bağırıyor ve hiçbir şeye zarar verilmemesini
emrediyor.
Fatih ilerledikçe kilisenin içerisindeki kalabalık ikiye yarılarak Sultan’a
yol açıyor. Devasa kubbenin tam altında duran Sultan, önce hayret içerisinde
kubbeyi, sonra dört fil ayağı üzerindeki duvardan kubbeye doğru uzanan dört
büyük meleğe dair figürleri hayranlıkla izliyor.
Bu arada bir rahip, koşarak Sultan’ın ayaklarına kapanmak, aman dilemek
için hamle yapıyor. Fatih, el işaretiyle rahibi durduruyor, korku dolu gözlerle
kendisini izleyen ve katledilmeyi bekleyen halka Lâtince hitap etmeye başlıyor:
“Bugünden itibaren kızgınlığımdan korkmayın! Hattâ ölümden ve esir
olmaktan da korkmayın! Herkes istediği dine inanmaya devam edecektir. Kimsenin
hayatına karışılmayacaktır. İsteyen herkes bu topraklarda yaşayabilecek,
hayatlarına eskisi gibi devam edecektir. Ticaret sadece denetlenecektir ve
burada yaşayan herkes, benim emanıma tâbi olacaktır. Kasem olsun!”
Sonra da paşalarına ve sancakbeylerine dönerek kesin bir dille şunları
söylüyor:
“Bütün askerlere ve ordumdaki her kademede bulunanlara kat’î emrimdir.
Şehir halkına, kadınlara ve sabilere karşı her nevi katil, esir etmek veya hasmane
bir davranışta bulunmayı menediyorum. O ki, bir kimesne dahi benim emrimi çiğneye,
derhâl katledile!”
Sonrasında Fatih heykellerle, ikonalarla, mozaiklerle dolu olan kilisenin
ön kısmındaki apsise doğru ilerliyor. Tüm bu heykelleri, ikonaları ve
mozaikleri, müze gezen bir sanat tarihçisi dikkatiyle inceliyor.
Sonra mabedin sağ tarafına doğru yönelip nispeten sade bir yer belirleyerek
iki rekât şükür namazı edâ ediyor. Bulunduğum noktadan, gözlerinden akan
yaşları görebiliyorum. Namaz sonrası ellerini açan genç Sultan, uzun uzun duâlar
ediyor. Gözyaşlarıma ve hıçkırıklarıma mâni olamıyorum.
Duâ sonrası tüm duvarları ve kubbeleri zihnine kazıyarak tekrar ana kapıya
doğru yöneliyor Sultan. Buradan mabedin kubbesine çıkıyor, hem kilisenin, hem
de şehrin bakımsızlığına hayret ederek yazımızın başında bulunan Sadî
Şirâzî’nin şu anlama gelen beyitlerini okuyor: “Kayser’in kasrında örümcek
perdedarlık ediyor,/ Efrasiyab’ın sarayında da baykuş nevbet çalıyordu.”
Bizim Efrasiyab da eminim buralarda bir yerlerdedir…
Fatih Sultan Mehmed Han’ın emri ile Ayasofya’da hummalı bir çalışma
başlıyor…
Kilise üç gün sonraki Cuma namazına kadar camiye dönüştürülecektir. O ilk Cuma namazından itibaren de fethin sembolü olarak duvarlarında âyetler, duâlar, salâvat-ı şerifeler yankılanacaktır. Tâ ki Ayasofya, 1931’de ibadete kapatılıp, 1934’te de müzeye tebdil edilene dek...
Ayağa kalk!
Muhterem dostlar,
O mübarek günde Ayasofya kiliseden camiye çevrilirken, aynı zamanda bir çağ
kapanıp yeni bir çağ açılıyordu. Bu değişimin simgesi başlı başına Ayasofya’nın
ta kendisiydi.
Eğmeden, bükmeden, kitabın orta yerinden yeniden söyleyelim: Zulüm 1931’de
başladı!
Yaşadığımız şu günlerde 89 yıllık zulmün sona erdiği eşikteyiz,
elhamdülillah! Farkında mısınız, bilmiyorum, ama bir çağın kapanıp yenisinin
açılmasına ve İstanbul’un fethine ikinci kez şâhitlik etmekteyiz dünya gözüyle.
1 Haziran 1453 günü Ayasofya’da kılınan ilk Cuma namazı tarih, coğrafya,
medeniyet ve kader perspektifinde neyi ifade ediyorsa, -kaderin bir cilvesi
olsa gerektir- Lozan Antlaşması’nın yıldönümüne denk gelen 24 Temmuz 2020 günü
kılınan -ikinci- ilk Cuma namazı da üç aşağı beş yukarı aynı şeyleri işaret
edecektir!
Gün, “yüzüstü çok sürünen Sakarya’nın
ayağa kalktığı” gündür!
Bize bugünleri görmeyi ve bu bahtiyarlığı yeniden yaşamayı nasip eden
Zül-Celâl-i Vel-İkrâm’a hamd-ü senâlar olsun!
Bu konuda emeği geçenlerden ve irade ortaya koyanlardan da Allah (cc)
binlerce kez râzı olsun!
Kalınız sağlıcakla efendim…