İstanbul’un fethi ya da fethin İstanbul’u

Sultan II. Mehmed’i farklı kılan ve “Fatih” yapan, yola çıktığı ilk günden, kuşatmanın kaldırılması karşısında her türlü vergi ve haracın verileceğinin söylendiği ana kadar takip ettiği “inanç ve irade çizgisi”dir. Bu hassas inanç ve çelik iradenin o günkü tarihte emsali görülmemiş dışa vurumu Fatih’in, “Gök yıkılsa onu mızraklarımızla ayakta tutarız” şeklindeki ifadesinde saklıdır.

FETİH, bilindiği gibi almak, açmak anlamına gelir. Fethetmek, açmaktır, ülkeleri ve mekânları açmak... En çok da gönülleri fethetmek…

Bizde “dağ” deyince Balkan, “nehir” deyince Tuna, “fetih” deyince de akla İstanbul’un fethi gelir. İstanbul’un fethinden nerde bahis olsa akla ilk gelen şey de Sultan Fatih’in dev topları Edirne’de döktürdüğü, orduyu Edirne’de hazırladığı ve bu dev toplarla fethi gerçekleştirdiğidir. Ardından, bu toplarla görevli askerlerin de Üsküplü olduğudur. Bunun da ardından kadırgaların Kâğıthane üzerinden Haliç’e kadar karadan yüzdürüldüğüdür. Şüphesiz bunlar doğru şeylerdir. Ama bütün bu doğruların arka planında olanlar nelerdir? Tâ 688 yılından itibaren İslâm orduları tarafından tam yirmi iki kez kuşatılıp fethedilemeyen, Fatih’ten önce ve son kez büyük bir ısrarla II. Murad Han tarafından kuşatılıp fethedilemeyen bu kentin fethinin genç bir padişah tarafından gerçekleştirilmesinin arka plânında var olan temel unsurlar, esas nedenler nelerdir?

Tarihçilerin “Bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan” olayı olarak ya da “Şehir düştü” diyerek kayıt altına aldığı bu fetih olayı, gerçekten sıradan bir fetih olmaktan çok ötede bir olaydır. Bu fethin temel unsurlarını ve esas nedenlerini üç temel noktada toplamak mümkündür. Bu üç temel nokta sırasıyla, fethedilen mekânın yani İstanbul’un farklılığı, fethi gerçekleştiren kişinin yani Fatih Sultan Mehmed’in sıra dışı kişiliği ve bizatihi fetih olgusunun kendisidir.  

İstanbul’un fethinin temel unsuru ve esas nedeni “fetih” olayının bizatihi kendisidir. Fetih olayı, bir toprak parçası almak değil “İstanbul’u alıp gülzâr yapmak”tır. 

Önce fethedilen yerin yani İstanbul’un farklılığı ile başlayalım: Fethedilen yer yani İstanbul,  Fahr-i Kâinat Hz. Muhammed Mustafa (SAV)’nın “Kostantiniyye elbet fetholunacaktır” diye haber verdiği ve “Onu fetheden asker ne güzel askerdir” diye ifade ettiği müjdesine nail olmak üzere, kapısının önüne gelen ve orada yapılan son saldırı öncesi askerlere hem hasta ve hem yatalak olduğundan, “Askerler, yarın son kez saldıracaksınız, ne olur benim bedenimi en ön saflara kadar taşıyınız ve orada bırakınız. Bu cansız bedenimin orada kalması, Hz. Peygamber’in müjdelediği asker olmamın nişanesidir” diye adeta yalvaran ve gerçekten de istediği üzere şehit düşen Ebu Eyyubel Ensari’yi bağrında saklayan bir yerdir. Fatih’in, Akşemseddin’in işaretiyle fetih öncesi bu mübarek sahabenin kabrini bulması ve yerini işaretlemesi en az İstanbul’un fethi kadar önemlidir.  Bilirsiniz ki Ebu Eyyubel Ensari, asırlar önce Cenab-ı Hakk’ın, “Habibim, Seni yaratmasaydım kâinatı yaratmazdım” diye övdüğü Peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’ya (SAV) Mekke’den Medine’ye göç ettiğinde ev sahipliği yapmış, onu evinde misafir etmiş, misafirlikten ev sahibi kılmış ve lakabı hem “Alemdar-ı Resul” hem de “Mihmandar-ı Resul” olan, mübarek bir sahabedir. Ebu Eyyubel Ensari Hazretleri, tıpkı asırlar önce, Medine’de evsiz barksız olan Hz. Peygamber’e ev sahipliği yaptığı gibi, bu kez, o mübarek Peygamber’in müjdesine nail olmak isteyen ve bu yüzden İstanbul’u kuşatan Osmanlı ordusuna, kabriyle adeta ev sahipliği yapmıştır.

Fethedilen yerin yani İstanbul’un farklılığı elbette bundan ibaret değildir. O sıradan bir şehir olmanın çok ötesinde güzel bir beldedir, “Beldetün Tayyibetün”dür. İstanbul, fethedilmesi uğruna bir cihan devletinin tahtının bir cihan padişahı tarafından gözünü kırpmadan terk ettiği bir şehirdir. Asırlar önce yaşanmış olan bu olayın, şu anda yaşadığımız şehir olan Edirne’de gerçekleşmiş olmasının ayrı bir önemi ve güzelliği vardır.

Babası ve dedesi gibi İstanbul’un fethi için yanıp tutuşan ve aynı zamanda Edirne’nin banisi olan ve İstanbul’u kuşatmış ancak alamamış olan Sultan II. Murad Han, Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin, “Fetih size nasip olmayacak Hünkârım, İstanbul’un fethi oğlunuz Mehmet’e nasip olacak. Ama üzülmeyin fethi görmek bana da nasip olmayacak, o güzel fethi görmek şu bizim genç hocamız Akşemseddin var ya ona nasip olacak” müjdesi üzerine küçük yaşlarda olmasına rağmen oğlu Mehmed’e hem de iki kez hükümdarlığı bırakmıştır. Dünyanın hiçbir şehrinin fethinde böylesine büyük bir tutku ve arzu yaşanmamıştır.


İstanbul’un fethindeki ikinci temel unsur ve esas neden fethedende yani Sultan II. Mehmed’in kişiliğindedir. Fatih’in Edirne’de gerçekleşen doğum gecesinde, II. Murad Han, oğlunun doğumu yaklaşıncaya kadar uyumamış, gece boyunca Kur’ân-ı Kerîm okumuş ve doğacak çocuğun müjdesini beklemiştir. Allah-u âlem, tam Fetih Suresi’ni okuyorken beklediği müjde gelmiş ve kendisine, “Sultanım, müjdeler olsun, bir oğlunuz oldu” denildiğinde, II Murad Han’ın dudaklarından gayrı ihtiyari hafızalardan silinmeyecek şu mısra süzülmüştür: “Elhamdülillah, ravza-i Murad’da bir gül-i Muhammedi açtı.” 

İşte fethin sahibinin gerçek adı, gerçek unvanı budur. Fatih Sultan Mehmed, Ravza-i Murad’da açan bir gül-i Muhammedi’dir. Bunun ardından Sultan Murad’ın fermanıyla (Şehzâde Mehmed'in kudûmü şânına) âleme gülab-ı meserret saçılmıştır.[i]

İstanbul’u fetheden ve “Fatih” unvanını alan Sultan II. Mehmed, genç yaşına rağmen iyi eğitim almış, bir yandan birçok yabancı dil bilen, diğer yandan havan toplarının ateş idaresinin hesaplarını yapabilen bir insandır. Sultan Fatih, hem iyi bir bilim adamı hem de iyi bir komutandır. Onu sıra dışı yapan, bütün bu güzel özellikleri kendi benliğinde mecz etmesidir.  O daha 12 yaşında bir hükümdarken, Avrupa ülkelerinin saldırı ihtimaline karşı babasını, “Eğer ben hükümdarsam o halde emrediyorum, gel, ordunun başına geç! Eğer sen hükümdarsan o halde ordunun başında olman gerekir!” diye çağıracak kadar zeki bir insandır.

Sultan II. Mehmed’i farklı kılan hususiyet sadece bunlar değildir elbette. Onu farklı kılan ve “Fatih” yapan, yola çıktığı ilk günden, kuşatmanın kaldırılması karşısında her türlü vergi ve haracın verileceğinin söylendiği ana kadar takip ettiği “inanç ve irade çizgisi”dir. Bu hassas inanç ve çelik iradenin o günkü tarihte emsali görülmemiş dışa vurumu Fatih’in, “Gök yıkılsa onu mızraklarımızla ayakta tutarız” şeklindeki ifadesinde saklıdır. Nitekim bu inanç ve irade Bizans’ın kuşatmanın kaldırılması talebine, Fatih’in verdiği cevapta da ortaya çıkmıştır. Bu cevap, “Buradan gitmekliğim kabil değildir; ya ben şehri zabtederim yahut şehir beni ölü veya diri olarak zabteder!” cümlesiyle tezahür etmiştir. Şüphesiz Fatih Sultan Mehmed’in özelliklerini ve farklılıklarını saymak, bu yazının hacmini aşar.

İstanbul’un fethinin temel unsuru ve esas nedeni “fetih” olayının bizatihi kendisidir. Fetih olayı, bir toprak parçası almak değil “İstanbul’u alıp gülzâr yapmak”tır. Bunun Fatih’in şahsındaki ifadesi onun Fatih Külliyesi’nin vakfiyesinde yazdırdığı şu ifadede saklıdır:

“Hüner bir şehir bünyâd itmekdür/ Reâyâ kalbin âbâd itmekdür.” [ii]

İstanbul’un Fethi olayı günlerce konuşulacak kadar ehemmiyetli, bir o kadar da enteresanlıklar içeren bir olaydır. Fetih olayının nasılını ve niçinini en güzel ifadelerle Yahya Kemal Beyatlı, “İstanbul’un Fethini Gören Üsküdar” isimli şiirinin ölümsüz mısralarıyla ortaya koymaktadır. Yahya Kemal bu eşsiz eserinin mısralarında, “Son günün cengi olurken, ne şafakmış o şafak,/ Üsküdar, gözleri dolmuş, tepelerden bakarak,/ Görmüş İstanbul'a yüz bin meleğin uçtuğunu;/ Saklamış durmuş, asırlarca, hayalinde bunu.” diyerek İstanbul’un fethinin sıradan bir fetih değil yüz bin meleğin uçuştuğu bir fetih olduğunu ifade etmiştir.

İstanbul gibi şiire benzeyen bir şehir, şiire benzeyen bir fetih ve gerçekten şair olan ve Avnî matlaını kullanan ve bir gazelinde,

“Avni Hakkı himmet-i cünd-i Ricâlüllah ile,/ Ehl-i küfrü serseter kahreylemektir niyyetim” diyerek Allah’a olan tevekkülünü ve “Ricâlüllah”a olan güvenini dile getirmiş olan Fatih Sultan Mehmed’i anlatmaya çalıştığımız bu küçük yazımızda son söz yine şiirin olmalı:

“Aştık geçilmez dağlar üstünden/ Öyle vakur, öyle heybetli/ Vardık ot bitmeyen vadilere/ Ayağımız değdi yeşerdi!/ Gönlümüzde büyüklüğü Asya’nın/ Yıktı köhneliğini orta zamanın/ Zamanın karanlığı ortasında/ Şimşek örneği parlayan kılıcımız/ Nur yağdırdı aydınlık yeni günlere/ Eskilik, karanlık düşüverince yere,/ Dağlar, denizler misali,/ Yol verdi gemilere!
Sustu kulakları tırmalayan çan;/ Burca bayrak dikince, Ulubatlı Hasan!”[iii]



[i] Ferman şöyledir: “Şu Şehzâde Mehmed'imin kudûmü şânına, âleme gülab-ı meserret saçılsın!”  

Anlamı: “Bu şehzadenin doğumunun şerefine etrafa sevinçle gül kokular saçılsın”

[ii]Anlamı: “Marifet, asıl iş, beceriklilik, bir şehrin temelini atmak, bir şehir kurmak; böylece de halkın kalbini şenlendirerek hoşnut etmek ve ebedî kılmaktır.”

[iii]İbrahim Minnetoğlu’nun “İstanbul’un Fethi” isimli şiiri...