İstanbul’un Fethi’nin Bizans’taki yansımaları

Devasa odun ateşini psikolojik bir harp aracı olarak kullanan Osmanlılar, 26 ve 27 Mayıs geceleri ordugâhta şehir halkını ürkütecek derecede büyük ateşler yaktılar. 28 Mayıs Pazartesi günü halk bir yandan yıkılan surları onarmaya çalışırken, diğer yandan da şehirde büyük bir tören düzenlendi. İmparator da bu törene katılarak halkı cesaretlendiren bir konuşma yaptı. Bizanslılar ellerinde ikonalarla surlar boyunca yürüyor, tehlikenin yüksek olduğu sur kesimleri kutsanıyor, hep birlikte ilâhiler okuyarak Tanrı’ya yalvarıyorlardı.

İSTANBUL… Eski çağlardan bu yana hikâyelere, romanlara, efsanelere konu olmuş masalsı şehir... İmparatorluklara başkentlik yapmış, medeniyetlerin çekim merkezi olmuş. Meçhul bir sevgili gibi kralların, hükümdarların hayâllerini süslemiş.

Hamdolsun. Çok şanslıyız. Ecdadımız sayesinde Rahmet Peygamberinin övgüsüne mazhar olan bu kutlu şehri iliklerimizde hissederek yaşıyoruz. Şehrin sokaklarında yürürken etrafına dikkatlice bakanlar, hükümdarların, âlimlerin, eski güzel insanların ayak izlerini görebilirler. Fatih’in gemileri karadan indirdiği yerden gökyüzüne bakıp Mimar Sinan’ın imzasını taşıyan şaheserlerinin sütunlarına dokunabilirler. Eyüp Sultan Hazretlerinin manevî huzurundan feyz alıp surlarda dalgalanan ay-yıldızlı bayrağı gururla seyredebilirler.

İstanbul’un Fethi’nin üzerinden 568 yıl geçti. Edebiyatımız, sanatımız fethin hakkını verdi. Fetih ile ilgili kalın kalın kitaplar yazıldı, sinema filmleri çekildi. Gök kubbe altında söylenmemiş söz kalmadı. Genci yaşlısı, 7’den 70’e herkes İstanbul’un Fethi’ni gururla yâd etti. Ama itiraf etmeliyiz ki, bu büyük olaya doğal olarak hep kendi açımızdan baktık. Mutlu olduk. İftihar ettik. Hükümdarından yeniçerisine, fetihte emeği geçenlerin ruhlarına Fatihalar hediye ettik. Hâlâ ediyoruz.

Lâkin İstanbul’un Fethi’nde büyük resme baktığımızda, yenilen tarafa, Bizans kaynaklarına yeterince nüfuz edilmediği kanaatindeyim.

Onların açısından baktığımızda yani İstanbul düştüğünde, ölüm korkusuyla Ayasofya’ya sığınan Bizans halkının canlarına dokunulmayacağını müjdeleyen Fatih Sultan Mehmed Han’a hangi gözle bakmışlardı meselâ? Defalarca kuşatma altına alınan şehirlerinin her seferinde direnmesine karşılık bu sefer işler ters gittiğinde ne hissetmişlerdi? İsterseniz diğerkâmlıkta çığır açalım ve olaya karşı pencereden bakmaya çalışalım. İstanbul’un kuşatılması ve fethi esnasında şehir halkının psikolojik durumuna yakından göz atalım…

Bunun için doğal olarak Bizans kaynaklarından faydalanmamız gerekiyor. Burada da kuşatma boyunca bizzat İstanbul’da bulunan ve dönemin Bizans İmparatoru 11’inci Konstantinos’un en yakın adamlarından biri olan Georgios Francis’in verdiği bilgiler oldukça kıymetli.

Francis, İmparatorluk’ta önemli bir devlet adamı ve diplomattı. Fetihten kısa bir süre önce megas logothetes unvanı almış, böylece imparatordan sonra gelen en önemli kişi olmuştu. Francis’in bizim açımızdan en önemli noktası, kuşatma boyunca şehirde aktif olarak olayların içinde bulunup günlük notlar tutmuş olması. Fetihten sonra ailesiyle birlikte esir alınan Francis, daha sonra ailesi ile birlikte serbest bırakılmış ve ömrünün kalan yıllarını Korfu’daki bir manastırda geçirmiştir.

Fetihten sonra yaklaşık 24 yıl daha yaşayan Francis, o zamana kadar tutmuş olduğu günlüğü muhafaza ederek tarihe ışık tutmuştur.

“Kuşatma altındayken bir insan niye günlük tutsun?” dediğinizi duyar gibiyim. Bizans halkı için şehirlerinin kuşatma altına alınması hayatın olağan akışına uygun, sıradan bir durumdu. Tarih boyunca başarılı olan nihaî kuşatmayı saymazsak, farklı medeniyetler tarafından tam 28 defa kuşatılmıştı İstanbul. Osmanlı döneminde ise Yıldırım Bayezid, oğlu Şehzade Musa Çelebi, İkinci Murad hep bu hayâlin peşinden gitti. Dolayısıyla Bizans halkı için şehrin kuşatmaya alınması, sabah güneşin doğması kadar doğaldı.


Sonunu hazırlayacak olanı sevinçle karşılamak

Bizans kaynakları, Fatih Sultan Mehmed’in babası olan İkinci Murad’ın kuşatmanın sonunu görmeye ömrü vefa etmeyince durumun sevinçle karşılandığından bahsediyor. Aslında kâğıt üzerinde haksız da sayılmazlardı. 1451 yılında Sultan İkinci Murad’ın ölümünün ardından oğlu İkinci Mehmed, genç yaşta ikinci kez tahta çıkmıştı. Batı dünyası ve Bizanslılar bu durumu büyük bir şans olarak değerlendirdiler ve rahat bir nefes aldılar. Niğbolu ve Varna’daki mağlûbiyetlerden sonra Türklerle yeni bir savaşa girecek durumda olmayan Batılılar, deneyimsiz bir genç olarak tanımladıkları yeni hükümdarın kendileri için bir tehdit olamayacağını ve barışçıl bir politika takip edeceğini düşünmüşlerdi. Fakat genç hükümdarın büyük plânlarının, güç, zekâ ve kararlılığının henüz farkında değillerdi.

Burada az önce bahsettiğimiz Bizans İmparatoru 11’inci Konstantinos’un sağ kolu Francis’in hakkını teslim edelim. Çevresine nazaran daha ileri görüşlü biri olan Francis, tehlikenin yakın olduğunu anlayarak İkinci Mehmed’in tahta çıkışından dolayı derin bir üzüntü duymuştu. İmparator 11’inci Konstantinos’a eş bulmak üzere Trabzon’da bulunurken, kendisine Sultan İkinci Murad’ın ölümünü ve İkinci Mehmed’in tahta çıktığını sevinçle müjdeleyen Rum İmparatoruna bunun hiç de iyi bir haber olmadığını söyleyip endişelerini dile getirmişti.

Ne garip, Bizans, sonunu getirecek olan hükümdar tahta çıktığı için neredeyse davullu zurnalı kutlama yapıyordu ve koca imparatorlukta yalnızca Francis bunun farkındaydı…

Bizans, İkinci Mehmed’in kim olduğunu yavaş yavaş öğrenince, toplumda var olan İkinci Mehmed hakkındaki iyimser hava yavaş yavaş dağıldı. 1451 kışında genç diye burun büktükleri ve güya alaya aldıkları İkinci Mehmed, Anadolu Hisarı’nın karşısında, Boğaz’ın en dar yerinde (Asomaton Köyü/Bebek) bir hisar yaptırmak üzere harekete geçince, karşılarındakinin çetin ceviz olduğunu anladılar. İstanbul’da korkulu günler başladı. Bunun ne manâya geldiği açıktı çünkü. 15 Nisan 1452’de hisar inşâsının başlaması, İstanbul’un bu sefer daha sağlam hazırlıklarla kuşatılması için ilk adımdı.

İstanbul’un fetih süreci ile ilgili bir diğer Bizans kaynağı, ünlü tarihçi Dukas’tır. 1400-1462 yılları arasında yaşamış olan Dukas, o dönemde deyim yerindeyse Bizans halkının nabzını tutmuştur. Dukas’ın “Kronik” (Günlük) adlı eserinde Rumeli Hisarı’nın yapımına başlanmasından uzun uzadıya bahsedilir. Bizans halkının haberi duyunca çok üzüldüğünü, şehirde bundan başka bir şeyin konuşulmadığını yazar. Hıristiyan ahali tarafından, “Artık Konstantinopolis’in sonu geldi. Çanlar bizim için çalmaya başladı. Tanrım! Canımızı al ki bu kulların şehrin elden gidişini kendi gözleriyle görmesinler. ‘Bu şehri muhafaza eden azizler nerededir?’ demesinler” diye ağlaşarak duâlar edildiği yine aynı eserde yazılıdır.

İmparator 11’inci Konstantinos, Edirne’ye elçiler gönderip İkinci Mehmed’i bu niyetinden vazgeçirmeye çalıştıysa da isteği reddedilir. İmparator, hisarın yapımına engel olamayacağını anlayınca Osmanlı hükümdarına hediyeler gönderip Boğaziçi’ndeki Bizans köylerine zarar vermemesini talep eder; daha sonra da bu hisarın şehre saldırmak için inşâ edilmediği konusunda teminat ister. Artık iki taraf arasındaki barışın devam edemeyeceği ve savaşın yakın olduğu aşikârdır.

“Kuşatmaya alışkın Bizans halkının psikolojisini Rumeli Hisarı bozmuştur” diyebiliriz. Çünkü bu adım, İkinci Mehmed’in, karşılarına çıkan daha önceki hükümdarlardan daha zeki ve daha donanımlı olduğu konusunda Bizanslıları ikna etmişti. Aksi gibi, o dönemde Bizans’ta daha önce hiç yaşanmayan birtakım hâdiseler cereyan etmişti. Rumeli Hisarı’nın yapımına başlanması, akabinde İstanbul’da meydana gelen ama yıkıcı olmasa da ufak çapta korku yaratan bir dizi deprem, birkaç gece üst üste gökyüzünde beliren garip yıldızlar, karanlığı gündüze çeviren şimşekler ve durmak bilmeyen sağanak yağmur nedeniyle şehrin önde gelen kâhin ve falcıları, kendileri için felâketin kapıda olduğunu söylemişlerdi.

Doğa olayları şehir efsanelerini tetiklemeye elverişli bir hâldeyken, başta Ayasofya olmak üzere bazı tapınaklardaki aziz tasvirlerinin, mezar taşlarının ve heykellerin terlediği şeklinde yayılan haberler de felâket tellallarının ekmeğine yağ sürmüştü. Bütün bunlar uğursuzluk alâmeti olarak yorumlanınca Bizans halkı da şehrin sonunun geldiğine kendisini inandırdı. Kehanetlerin, hurafelerin ardı arkası kesilmiyordu. Şehirdeki yaygın inanışlardan bir tanesi de, şehri kuran Birinci Konstantinos’tan yıllar sonra, onunkiyle aynı adı taşıyan bir anneden doğan ve yine aynı adı taşıyan bir hükümdar zamanında şehrin yıkılacağıydı. Ne tesadüftür ki, iki adaş imparatorun annelerinin adı Helena’ydı.

Bazı Venedikliler, İstanbul’un Türklerin eline geçmesi durumunda Akdeniz ticâretinin daha güvenli ve refah içinde olacağını öngörüyorlardı. Onlara göre makul bir vergi ödeyip ticâretlerini daha güvenli bir şekilde yapabileceklerdi.

Bizans zihnî anlamda resmen çökmüştü. Şehrin beklenilenden daha az direnişle teslim olacağından endişelenen İmparator 11’inci Konstantinos’un emriyle İstanbul’un dört bir yanında seferberlik ilân edildi. Saray eşrafı halkın arasına karışarak şehrin üzerindeki ölü toprağını atmaya çalıştı. Psikolojilerini tam olarak düzeltemeseler de halkı bir nevi toparladıklarını söyleyebiliriz. Çünkü kadın erkek şehirdeki herkes, savunma hazırlıklarına katılarak elinden geleni yapmaya çalıştı. Tapınaklarda bağış toplanarak kuşatma sırasında ihtiyaç duyulacak olan maddeler temin edilmeye başlandı.

Bizanslıların umutları, Haliç’te bulunan Venedik kolonisinin İmparator ile birlikte şehri savunmak için harekete geçmesiyle yeşerdi. Galata’da bulunan Cenovalılar ise kendi menfaatleri için her ihtimâli göz önünde bulundurup iki yanlı bir siyâset takip ettiler. İmparator’un yanında yer aldıkları gibi Osmanlılara da yardıma hazırdılar.

Bizanslıların kuşatma esnasında morallerini en çok yükselten gelişme, kuşkusuz İtalya’dan gönüllü olarak gelen bazı Cenovalılardı. Bunlar Galata’daki Cenovalıların aksine hakikî Bizans destekçisiydi. Bizans kaynakları, Ocak 1453’te Cenovalı ünlü general Giovanni Giustiniani komutasındaki iki savaş gemisinin gelişi esnasında şehirde büyük bir coşkunun hâkim olduğunu söylüyor. İki geminin içinde yaklaşık 700 asker olduğu tahmin edilmektedir. İmparator o kadar umutsuz bir durumdadır ki kara surlarının savunmasını 700 Cenovalıya bırakmıştır.

Bizans’taki görüş farklılıkları

Bir de öngörüsü yüksek Bizanslılar var. Şehri bekleyen kaçınılmaz sonun farkında olan halkın bir bölümü, şehirde kalma cesaretini gösteremez ve İstanbul’u bir an önce terk etmenin yollarını arar. Karanlık bir gecede 7 teknenin gizlice şehirden ayrıldığı söylenir ki teknelerde nereden baksanız en az bin kişi olduğu tahmin edilmektedir.

Bizanslıların en büyük güvencesi, uzunluğu 6 bin 800 metreyi bulan, oldukça kuvvetli durumdaki kara surlarıydı. 4 metre kalınlığında ve 8 buçuk metre yüksekliğindeki dış surların önünde 20 metre derinlik ve genişlikte içi suyla dolu hendekler vardı. İçi deniz suyuyla doldurulmuş olan bu hendekler sayesinde İstanbul âdeta bir ada görünümündeydi.

Ama dedik ya, Rumeli Hisarı’nın inşâsı, Bizans’ın psikolojisini çökertmişti, 31 Ağustos 1452’de, Boğazkesen adı verilen (Rumeli Hisarı) hisarın yapımı tamamlandıktan sonra Sultan İkinci Mehmed, 50 bin kişilik bir kuvvetle ansızın şehrin önüne gelerek üç gün surları inceledi. Devasa büyüklükteki üç topu kalenin denize en yakın kulelerinden birine yerleştirdi. Boğazdan geçen her geminin Boğazkesen Kalesi’nde gümrük resmi ödemek için durdurulmasını, durmayanların top ateşiyle batırılmasını emretti.

Kasım 1452 başlarında kaledeki toplardan ilk ateş açıldı. Karadeniz’den gelen iki Venedik gemisi dur emrine uymayınca topa tutuldu, ama kaçmayı başardı. İki hafta sonra yine İstanbul’a gıda maddesi taşıyan ve Karadeniz’den gelen başka bir Venedik gemisi, yelkenlerini indirmeyince batırıldı. Geminin kaptanı Antonio Rizzo esir düştü. Edirne’de 14 gün süren esaretten sonra idam edildi.

Başlarda genç ve tecrübesiz olarak gördükleri İkinci Mehmed’in ne kadar kararlı olduğunu artık bütün Bizans biliyordu.

İstanbul’da kalabalık bir Venedik kolonisi vardı. Venedikli gemi kaptanının idam edilmesi, Venediklileri ikiye böldü. Venedikliler Bizans’a ait limanlarda ticâret yaptığı gibi Osmanlı’nın elindeki limanlarda da ticâret yapıyorlardı. Venediklilerin bir bölümü Türklerden bir an önce kurtulmak gerektiğini düşünürken, bazı Venedikliler ise tam tersini düşünüyordu. İstanbul’un Türklerin eline geçmesi durumunda Akdeniz ticâretinin daha güvenli ve refah içinde olacağını öngörenler de vardı. Onlara göre makul bir vergi ödeyip ticâretlerini daha güvenli bir şekilde yapabileceklerdi. İstanbul’da yaşayan Venedik kolonisi resmen ikilemde kalmıştı. Uzun münazaralar sonunda İkinci Mehmed ile ilişkilerini kesmeye karar verdiler.

Kuşkusuz bu, Venedikliler için mantıklı bir seçim olmayacaktı. Lâkin onlar açısından baktığınızda pek de haksız sayılmazlardı. Osmanlı’ya verilecek açıktan bir destek, Hıristiyan dünyasından aforoz edilmelerine sebep olacaktı. Venedikliler burada politik davrandılar. Akdeniz’de bulunan merkezlerinden bir emir aldılar. Emirde, “saygınlıklarını korumak adına kendilerine sığınan Hıristiyanları korumaları fakat Türklere karşı herhangi bir saldırıda bulunmamaları” yazıyordu. Venedik ticâret gemisi Osmanlı tarafından batırılana kadar bu emre sadık kaldılar. Sonrasında ise Bizans ile işbirliği içerisine girdiler.


İkinci Mehmed’in fetih hazırlıkları ve Venedik ticâret gemisinin batırılması şehirde öyle bir yankı uyandırmıştı ki bu ümitsiz ve endişe dolu bekleyişin devam ettiği günlerde Bizans, Batı’dan yardım alabilmek adına kiliseler arasındaki husumeti bir kenara bırakmaya bile razı oldu. Bilindiği üzere Batı dünyası ağırlıklı olarak Katolik, Bizans ise Ortodoks’tu. Ezelden bu yana kendi mezhebinin kilisesini Hıristiyan âleminin merkezi olarak kabul eden Bizans, yardım karşılığında ödün vermeye hazırdı. Bu sırada şehirde ihtiyaç duyulan en önemli şey, insan gücü, yiyecek ve silahtı. Bizans İmparatoru, 1452 sonbaharında başta İtalya olmak üzere (Vatikan oradaydı çünkü) Batı ülkelerine elçiler gönderip acil yardım istedi.

İmparator, Batı’nın ruhanî lideri Papa Beşinci Nicolaus’a, Bizans’ın, iki kilisenin birleşmesi hususunda 1439 Floransa Konsili’nde alınan kararları uygulamaya hazır olduğunu bildirdi. Bizans halkı bu öneriyi hiç hoş karşılamadı. Katolik kilisesine biat etmektense Osmanlı egemenliğine girmeyi yeğlerlerdi. Halk birleşme fikrine şiddetle karşı çıkıyor, şehrin cadde ve sokakları kazan gibi kaynıyordu. Gerçi 11’inci Konstantinos da halkın huzursuzluğunun farkındaydı. Onlara hak vermekle birlikte başka çarelerinin olmadığını her yerde dile getirmeye başlamıştı.

Gerek yıpratıcı kuşatmaya, gerekse Papa’nın baskılarına daha fazla dayanamayan Bizans’ta 12 Aralık 1452 günü Ayasofya Kilisesi’nde yapılan ve başta İmparator, asilzadeler, Papa’nın elçisi Rusya Kardinali Isidoros ve halkın da hazır bulunduğu büyük bir törenle iki kilise arasında birlik ilân edildi. Birlik haberinin yayılması ile kentin geneli mateme büründü. Aslında matemin ana kaynağı 1204 yılıydı.  O tarihte Lâtinlerin nasıl bir vahşetle şehirlerini yağmaladığını unutmamış olan Bizanslılar, o günden itibaren tepki olarak büyük kiliseye gitmez oldular. Dukas’ın eserinde ahalinin Ayasofya’dan sanki “Yahudi sinagoguymuş gibi” kaçmaya başladığından bahsedilir.

Toplum ikiye bölünmüş durumdaydı. Bir yanda “Şehir Lâtinlerin eline geçse de Müslümanların eline düşmeyeceğiz” diyenler, diğer yanda ise kiliselerin birleşme fikrine şiddetle karşı çıkıp, “Şehirde Türk sarığını görmek, Lâtin serpuşunu görmekten daha iyidir” fikrini savunanlar vardı. Bu iki karşıt görüş arasındaki şiddetli tartışmalar zaman zaman sokak kavgalarına dahi dönüyordu.

Osmanlıların izlediği vicdan hürriyeti ve hoşgörü politikalarının da etkisiyle, Türk yönetimi altına girmenin içinde bulundukları bu yoksul ve bölünmüş durumdan daha kötü olamayacağını söyleyenlerin sayısı gün geçtikçe artıyordu. Birleşme karşıtı olanlar ise Ortodoks âleminde saygın bir papaz olan Gennadios’un etrafında toplanmışlardı. Bazıları Türk tehdidinden kurtulduktan sonra bu durumun tekrar değerlendirileceğine inanıyordu. Birleşme taraftarı olanları lânetleyen bazı Bizanslılar ise Konstantinopolis’in hamisi ve yardımcısı olduğuna inandıkları Hazreti Meryem’in daha önce olduğu gibi şehri yine kurtaracağını, İkinci Mehmed’in de tıpkı babası ve büyükbabası gibi başarısızlığa uğrayacağını düşünüyorlardı.

Kuşatmanın Bizans halkındaki tesiri

Yazının başında da belirttiğimiz üzere, İstanbul daha önce de Türkler tarafından birçok kez tehdit edilmişti. Ama halk hiç bu kadar ümitsizliğe kapılmamıştı. Çünkü o zamanlar savaş, kuvvetli surlara sahip olan kara tarafından olur, şehrin diğer tarafı saldırıdan uzak kalırdı. Kuşatma boyunca şehirde ihtiyaç duyulan her şey deniz yoluyla temin edilebilirdi. Ne var ki, Osmanlıların şehri bu kez hem karadan, hem de denizden muhasara edecekleri anlaşılmıştı.

Yokluk ve pahalılığın hüküm sürdüğü şehir, nüfus bakımından da çok azalmıştı. Uzunluğu 22 kilometreye yaklaşan surların her noktasını korumak mümkün görünmüyordu. Bu yüzden Bizanslılar, daha kuşatma başlamadan kurtuluş ümitleri kırılmış olarak kendilerini her duruma hazırlamaya başlamışlardı.

Mart sonlarına doğru Osmanlı donanması Çanakkale yoluyla Marmara’ya girdiğinde, İmparator, Haliç’in girişinde önlem aldı. Eski gemiler ve variller kalın zincirlerle birbirine bağlanarak Sarayburnu ile Galata arasına yerleştirildi.

Kuşatma esnasında şans eseri İstanbul’da bulunan ve şehrin savunmasına katılan, 1452 yılının son aylarından itibaren süreci günbegün not ederek Bizans halkının bu süreçteki psikolojik durumunu gözler önüne seren Venedikli gemi doktoru Nicolo Barbaro’nun hatıratı, tarihî bir belge konumunda. Nicolo Barbaro’nun gözlemlerine göre, 2 Nisan’da İmparator’un emri üzerine Haliç’in girişini kapatmak üzere bir bumba hazırlandı. Bu bumba, çok büyük ve yuvarlak kütüklerden yapılmış olup iri çivilerle birbirine çakılmış ve kalın demir halkalarla bağlanmıştı. Bir ucu şehir surlarının, diğer ucu ise Pera duvarlarının içindeydi. Bundan sonra şehirde bulunan bütün gemiler zincirin iç tarafına yerleştirildi. 12 Bizans savaş gemisinin yanı sıra Papa’nın gönderdiği 3 büyük kadırga, Sakız ve Mora’dan gelen gemilerle beraber Haliç’te içi savaşçı dolu 20 gemi, savunmaya dâhil olmuştu.

Sultan İkinci Mehmed’in 80 binden fazla olan ordusu Mart ayı boyunca bölükler hâlinde Trakya’dan Boğaziçi’ne doğru harekete geçtiğinde, İmparator, başyardımcısı Francis’i çağırıp şehirde eli silah tutan erkeklerin sayısını ve silah miktarını tespit etmesini istedi. Yapılan sayım sonunda İstanbul’da o sırada savaşabilecek durumda 2 bin civarında yabancı ve 5 bin kadar Bizanslı olduğu ortaya çıkınca İmparator dehşete düştü ve bunun gizli tutulmasını istedi. Bu sayı, eli silah tutmayan sivillerle beraber 20 bin civarındaydı.

Savunma hazırlıkları bedbin bir hâlde devam ederken, şehir halkı 1 Nisan 1453 Pazar günü, Ortodoks kilisesinin en kutsal günlerinden biri olan Paskalya’yı mutsuz bir şekilde karşıladı. Halk günlerdir endişe içinde duâlar ederek Türk taarruzunun başlamasını bekliyordu. Osmanlı öncüleri ile 2 Nisan’da surlar önünde göründüklerinde Bizanslılar arasında küçük çaplı bir çatışma çıktı. Ancak arkadan büyük bir ordunun geldiğini gören Bizans askerleri derhâl geri çekilerek şehrin kapılarını kapattılar; hendekler üzerindeki köprüleri de yıktılar. Sultan İkinci Mehmed, 5 Nisan’da İstanbul önüne vardığında İslâmî geleneklere uygun olarak önce İmparator’a elçi gönderip kan dökülmemesi için şehrin teslimini istedi. İmparator ise kuşatmanın kaldırılması karşılığında yıllık vergi ödemeyi ve surların dışında Bizans’a bağlı olan tüm kaleleri teslim etmeyi teklif etti. Bunun üzerine İkinci Mehmed, ertesi gün (6 Nisan 1453 Cuma günü) kuşatmayı başlattı.

Rumeli Hisarı’nın inşâsı, Bizans’ın psikolojisini çökertmişti, 31 Ağustos 1452’de, Boğazkesen adı verilen (Rumeli Hisarı) hisarın yapımı tamamlandıktan sonra Sultan İkinci Mehmed, 50 bin kişilik bir kuvvetle ansızın şehrin önüne gelerek üç gün surları inceledi. 

St. Romanos Kapısı (Topkapı) karşısında ordugâhını kuran Sultan İkinci Mehmed, Haliç’teki Ayvansaray mevkiinden Yaldızlıkapı’ya (Hrisi Pili) kadar karadan bütün suru kuşattı. Bizanslılar, Türk ordusunun sahip olduğu teknik donanım ve yeni savaş araçları (özellikle de o zamana kadar görmedikleri muazzam toplar) karşısında şaşkınlıklarını gizleyememişlerdi. Bu toplar öyle büyüklerdi ki her birini 40-50 çift öküz güçlükle çekebiliyordu. Özellikle de Macar mühendis Urban’ın yaptığı 600 kilo ağırlığındaki gülleleri fırlatabilen ve 60 öküz tarafından her iki yanında 200 askerin bulunduğu arabayla çekilen dev top, karşı karşıya oldukları tehlikenin öncekilerden çok daha büyük olduğunu düşündürtmüştü.

11 Nisan’a kadar devam eden ilk bombardımanın ardından 12 Nisan Çarşamba günü başlayan diğer bombardıman altı hafta sürdü. Gülleler, kulakları sağır eden korkunç bir gürültüyle simsiyah bir toz bulutu içinde surlara çarparak binlerce parçaya ayrılıyordu. Halk bu etkiyi azaltmak için duvarlardan aşağı hayvan derileri ve pamuk balyaları sarkıtıyor, ama bunlar işe yaramıyordu. Yine de Bizanslılar gece gündüz devam eden bu saldırılara karşı koymaya çalışarak bütün gün Türklerin doldurmaya çalıştığı hendekleri gecenin karanlığında hep beraber tekrar boşaltıyor, sepet ve şarap fıçılarıyla tahta, toprak gibi şeyler taşıyarak hırpalanan burçları onarıyorlardı. Bu arada surlara yaklaşanları da engellemeye çalışıyor, bazılarını merdivenden atıyor, tahta merdivenleri parçalıyor, merdivendekilerin üzerlerine kızgın yağ döküyorlardı.

Tarihler 12 Nisan’ı gösterirken, Baltaoğlu Süleyman Bey kumandasındaki Osmanlı donanmasının Beşiktaş önlerinde toplanması üzerine şehirdeki telâş ve endişe daha da arttı. Nicolo, bu tarihten yani 12 Nisan’dan 29 Mayıs’a dek gece gündüz silah elde Osmanlı donanmasının hücumunu beklerken Bizanslıların ve kendilerinin kâbus dolu sıkıntılı günler geçirdiklerini kaydetmiştir. Bu arada Bizanslıların morallerini yükselten bir gelişme yaşanmıştır. 20 Nisan’da Yenikapı açıklarında meydana gelen ilk deniz savaşını surların üstünden ve damlara çıkarak izleyen Bizans halkı, Osmanlı donanmasının başarısızlığa uğradığını görünce yeniden cesaretlenmiştir. Sultan İkinci Mehmed ise Yedikule civarında deniz kenarından bu mücadeleyi izlerken oldukça sinirlenmiştir. Tabiî bu ufak çaplı yenilginin Bizans’ın sonunu getirecek plânın uygulanmasına zemin hazırlayacağını o dönemde kimse düşünemezdi.

Haliç’i kontrol altına almak için çareler arayan Osmanlı hükümdarı, sonunda herkesi hayretler içinde bırakan o cüretkâr plânı uygulamaya koydu. Gemilerin bir kısmının (70 kadar) kara yoluyla Haliç’e nakledilmesi emrini verdi. Francis’in yazdıklarına göre Sultan İkinci Mehmed, Galata’nın arkasındaki tepeden limana kadar uzanan kızaklı bir yol yaptırdı. Binlerce usta ve asker bu plânı uygulamak için son hazırlıkları yürütürken, İkinci Mehmed’in emriyle Pera sırtlarındaki top, sürekli olarak Haliç’in ağzındaki zincire ateş ediyor, böylece hem limandaki Bizans gemileri oyalanıyor, hem de topun çıkardığı siyah dumanlar sayesinde bu hazırlıklar gizlenmiş oluyordu. Dâhiyane bir fikir, öyle değil mi?

Yürüyen kalyonlara şahit olan Bizans’ın korkusu

Bizans Haliç’teki zincire odaklanmışken Tophane’nin arkasındaki vadiden çekilip sıralanmış olan gemiler, nihayet 21 Nisan gecesi birbiri ardına Kasımpaşa’dan Haliç sularına indirildi. 22 Nisan Pazar günü Haliç surlarındaki nöbetçiler ve gemilerdeki Hıristiyanlar, gördüklerine inanamadılar; Türk donanması karşılarında duruyordu!

İkinci Mehmed’in sürprizleri bununla da bitmiyordu. Limanın ortasında sağlam bir ahşap köprü kurdurup üzerine bir de top yerleştirince, Haliç surları tehlikeye düştü. Bizans ve Lâtin donanması iki taraftan sıkıştırılmış, hareketsiz kalmıştı. Üstelik 5 bin metre uzunluğundaki tek bir duvardan ibaret olan Haliç surları daha zayıf olduğundan, kuvvetlerin bir kısmı buraya nakledilince kara surlarının savunması da zayıflamıştı. Hiç beklemedikleri bu durum karşısında keder ve telâşları bir kat daha artan Bizanslılar, Haliç’teki Türk gemilerini ve köprüyü Rum ateşiyle yakmaya teşebbüs ettilerse de Galatalıların ihbarı yüzünden başarısızlığa uğradıkları gibi ağır kayıplar da verdiler.

“Fatih” unvanını almasına az bir zaman kala İkinci Mehmed’in yaptığı son hamle, Bizanslıları dehşete düşürdü. Neden mi? Çünkü Bizans halkı, 1204 yılındaki meşhur Haçlı kuşatmasında (yanlış okumadınız, Haçlılar bu tarihte Bizans’ın başkentine girip şehri yağmalamıştı) şehre bu yönden girildiğini hatırlıyor ve korkuyla gelişmeleri takip ediyordu. İmparator çaresizlik içinde bir kez daha barış teklifinde bulunarak İstanbul’un kendisinde kalması karşılığında en ağır şartları kabul etmeye razı olduğunu söyledi. Ancak Cihan Hükümdarı, gelen elçilere, “Buradan geri gitmem kabil değildir. Ya ben İstanbul’u alırım ya da İstanbul beni” diyerek tarih kitaplarına geçen cevabı verdi. İmparator’a, “Şehrin boş olarak bana kalması kâfidir” diyerek İstanbul’u savaşmadan teslim ederse İmparator’un Mora’ya, kardeşlerinin yanına gitmesine izin vereceğini söyleyip dostluk vaadinde bulundu.

Fakat Konstantinos, eğer şehri kendi rızalarıyla Osmanlılara teslim edecek olurlarsa hangi Hıristiyan memleketine giderlerse gitsinler herkesin onları aşağılayarak Bizanslılarla alay edeceğini düşündüğü için bu teklifi kabul etmeyi aklından bile geçirmedi.

Eğri oturup doğru konuşalım, Konstantinos şehri savaşmadan Osmanlı’ya verseydi, Hıristiyan dünyası onu aforoz ederdi. Aslında Osmanlı’nın gücünü ve kendisinin yenileceğini biliyordu. Lâkin savaşarak ölmekten başka çaresi kalmamıştı.

53 gün süren kuşatmanın ardından 54’üncü gün şehir Türklerin eline geçince, Topkapı’dan törenle şehre giren Fatih Sultan Mehmed Han, At Meydanı’nı geçip Ayasofya önüne geldi ve burada toplanan halka can ve mallarının emniyette olduğunu söyleyerek onları teselli etti. Bizans halkı şaşkındı.

Öte yandan şehirde başka sorunlar da vardı. Yiyecek maddeleri tükenmeye başlamış, açlık en büyük sorun hâline gelmişti. Kentin surlarını koruyan Bizanslı askerler, ailelerine yiyecek bulabilmek için sık sık görev yerlerinden ayrılmaya başlamışlardı. Bu yüzden kuşatma boyunca asker ailelerine düzenli olarak yiyecek dağıtılmasına karar verildi. Zaten devlet hazinesinde yeterli para olmadığı için askerler maaşlarını düzenli alamıyorlardı. Surların tamiri için bile güçlükle para bulunmuş, bunun için kiliselerdeki değerli eşyalara el konularak eritilen altın ve gümüşler paraya çevrilmişti. Mayıs başlarında kıtlık artık tehlikeli boyutlara ulaşınca, İmparator, şehirdeki zenginlerden ve kiliselerden topladığı parayla temin edilen yiyecek maddelerini az da olsa halka eşit miktarda dağıttı.

Savaş gün geçtikçe şiddetleniyor, Bizans gittikçe güç kaybediyor, umutlar tükendikçe sinirler iyice geriliyordu. Birçok Bizanslı her gün çeşitli olaylara sebep oluyor, sokaklarda dolaşıp İmparator ve maiyetine küfürler eşliğinde bedduâlar yağdırıyordu.

Bu sıralarda zaten birbirlerini çekemeyen Venedikliler ile Cenovalılar arasındaki gerginlik de yavaş yavaş ortaya çıkmış, artık tartışma ve kavgalar herkesin önünde açıkça yaşanmaya başlamıştı. Venedikliler şehir düşerken Cenovalıları suçluyor, Türklerle gizlice temas hâlinde olduklarını söylüyordu. Cenovalılar ise görüşmelerin İmparator’un bilgisi dâhilinde, şehrin menfaati için yapıldığını ileri sürüyorlardır. İmparator, iki koloninin başkanlarını çağırarak aralarındaki geçimsizliğe artık bir son vermelerini istedi. Kendi aralarında söz verseler de aradaki husumet, kuşatmanın son gününe dek devam etti.

“Türkler geliyor!”

Osmanlı, deyim yerindeyse gümbür gümbür geliyordu. Durmadan yeri göğü inleterek surları döven ve en zayıf noktaları bulmak için sürekli yerleri değiştirilen toplardan başka Mehter davulları, kös, boru sesleri, halkta büyük bir tedirginliğe yol açıyordu. Nicolo’ya göre Türk askerlerinin İstanbul semalarında yankılanan tekbir sesleri, sabahlara kadar devam eden ve Anadolu yakasından bile duyulan savaş naraları halk üzerinde derin bir etki bırakıyordu.

Bizanslılar, var güçleriyle direnmeye devam ettiler. Ancak bu güneşe hiçbir kar dayanamazdı. 16 Mayıs’tan itibaren Osmanlı askerlerinin surların altına doğru lağımlar kazmaya başladığını anlayan Bizanslılar, bu kez yer altında da mücadele vermek zorunda kaldılar. Türklerin açtığı lağımları bulup çökertmeye çalışıyor, bunların karşısına lağımlar açarak içini dumanla ve suyla doldurup kullanılmaz hâle getiriyorlardı.

Yalnız Bizans’ın geç idrak ettiği bir şey vardı. Osmanlı’nın genç hükümdarı, yaman bir savaşçı ve zeki bir liderdi. Pes etmiyordu. Sürekli yeni plânlar yapıyor, yeni teknikler bulmaya çalışıyordu. Osmanlıların şehre hâkim olmak için sarf ettikleri olağanüstü çaba, Bizanslıları hayrete düşüyordu. Türklerin bir gece 4 saatte inşâ ettikleri muazzam kuleyi 18 Mayıs sabahı karşılarında gören Bizanslılar, hayretler içinde kalmışlardı. Surların on adım ötesinde, dışı öküz ve deve derileriyle kaplanmış, içinde tırmanma merdivenleri bulunan tekerlekli ahşap kuleden hayranlıkla bahseden Venedikli Nicolo, “Konstantiniyye’deki bütün Hıristiyanlar bu çapta bir şey yapmak isteselerdi bunu bir ayda dahi başaramazlardı” diye yazmış ve İmparator’la adamlarının bu muhteşem şeyi görünce korkudan düşüp bayılacak gibi olduklarını belirtmişti. 

Bu arada Beşiktaş sahilindeki (çifte sütunlar) Türk donanmasının zaman zaman üssünden ayrılıp Haliç girişini kapatan zincirin önünden davul ve boru sesleri arasında gövde gösterisi yapması da halkın tedirginliğini arttırıyor, kiliselerin çanları hiç durmadan çalıyordu. Bu sinir bozucu koşullarda gittikçe artan açlık, uykusuzluk ve yorgunluktan perişan düşen halk, Tanrı’nın bile artık Bizans’a karşı olduğunu düşünmeye başlamıştı. Bu arada 24 Mayıs gecesi 3-4 saat süren ay tutulmasının ardından gökyüzünde dolunay belirince, İmparator dâhil herkes tarifsiz bir korkuya kapıldı. Zira Bizanslıların inanışına göre İstanbul, dolunay işaret verince düşecekti ve bu, işaretti. Bu yüzden, ertesi gün olan 25 Mayıs’ta İmparator’un emriyle bütün halkın katıldığı bir duâ töreni düzenlendi. Ne büyük bir bahtsızlıktır ki, törende de işler ters gitti. İmparator ve maiyetindekiler şehrin sokaklarında duâlar ederek dolaşırken Meryem Ana tasvirinin bulunduğu ikonanın bir anda yere düşmesi, üstelik sanki toprağa yapışmış gibi güçlükle yerden kaldırılması kötüye işaret sayıldı.


Ayrıca öğle vakti büyük bir gök gürültüsüyle kopan fırtına, ardından şiddetli yağmur, sel baskını, ertesi gün de akşama kadar şehri kaplayan yoğun sis, Tanrı’nın bu şehre yüz çevirdiğinin işareti olarak algılandı. Kendi inanışlarına göre, Tanrı artık onlarla beraber değildi.

Şehir halkı gibi İmparator’un da umutları gittikçe tükenmişti. Son bir ümitle Venedik’in vaat ettiği filoyu bekliyordu ama filo henüz ortada yoktu. Görevlendirdiği gemi, kendisine görünürde hiçbir filo olmadığını rapor edince, İmparator dayanamayarak ağlamaya başladı.

Bu arada Türklerin artık genel hücum için son hazırlıkları yaptığı da anlaşılmıştı. Devasa odun ateşini psikolojik bir harp aracı olarak kullanan Osmanlılar, 26 ve 27 Mayıs geceleri ordugâhta şehir halkını ürkütecek derecede büyük ateşler yaktılar. 28 Mayıs Pazartesi günü halk bir yandan yıkılan surları onarmaya çalışırken, diğer yandan da şehirde büyük bir tören düzenlendi. İmparator da bu törene katılarak halkı cesaretlendiren bir konuşma yaptı. Bizanslılar ellerinde ikonalarla surlar boyunca yürüyor, tehlikenin yüksek olduğu sur kesimleri kutsanıyor, hep birlikte ilâhiler okuyarak Tanrı’ya yalvarıyorlardı.

Akşam olunca, halk Ayasofya Kilisesi’ne doğru yürüdü. Aslında son 5 aydır, kiliseleri Vatikan’la birleştiği için hiçbir Bizanslı Ortodoks, büyük kiliseye gitmemişti. Ama şimdi bütün anlaşmazlıklar bir kenara konulmuştu. İmparator Konstantinos da o gün Ayasofya’ya gidip gözyaşları içinde duâ etti; sonra Blakherna Sarayı’na dönüp saray ahalisiyle vedalaştı. Ardından da Francis’le beraber mevzileri teftiş edip surları baştanbaşa dolaştı.

28 Mayıs gecesi Osmanlı ordugâhında ve Haliç’teki gemilerde yakılan ateş, öncekilere oranla çok daha büyük oldu. Fenerler, kandiller, mumlar ortalığı gündüz gibi aydınlatmıştı. Bazı Bizanslılar birdenbire beliren ateşi görünce Osmanlı donanmasında yangın çıktığını zannetmiş ve donanmanın tamamıyla mahvolmasını dilemişti. Gece yarısı olduğunda bütün ateşler yine birden söndürüldü.

Ertesi gün, 29 Mayıs 1453 Salı günü, beklenen genel taarruz başladı. Bunun üzerine alârm verilince, birden bütün şehir çan sesleriyle çınladı. Tekbir sesleri arasında kösler vuruluyor, davullar, borular hiç susmuyordu. Mehter de hiç durmadan savaş nameleri çalıyor, bu sesin top atışları kesildiğindeki yankısı karşı sahilden bile duyulabiliyordu. Ok, mızrak, taş, top yağmuruna tutulan Bizanslılar bir an olsun soluk alma imkânı bulamıyorlardı. Halk, sıvı ateş ve taşlar fırlatıyor, Türklerin tırmanma merdivenlerini ve diğer araçlarını tahrip etmek için canla başla çalışıyordu. Her iki taraftan da yaralıların bağırış ve inlemeleri göğe yükseliyordu. Türkler pes etmiyor, tekrar tekrar merdivenlere tırmanmaya çalışıyorlardı. Surların tepesine çıkabilmek için birbirinin omzuna çıkanlar da vardı. En sert çatışmalar sur kapılarının yakınlarında oluyordu.

Gün doğarken Türkler, Topkapı ile Edirnekapı arasındaki surlardan şehre girdiler. Francis’in kaydına göre bu sırada Hasan (Ulubatlı Hasan) adında iri yarı bir yeniçeri, surun bu yıkık kısmından cesaretle tepeye çıktı; ardından otuz kadar yeniçeri de onu takip etti. Buradaki Bizanslıların sayısı az olduğundan sura tırmananlara engel olamadılar. Bu esnada vurularak yere düşen Hasan şehit olduysa da onun ardından gelenler sancağı korudu. Kısa süre sonra surlarda Türk bayrağının dalgalandığını gören halk, “Şehir düştü” diye feryat ederek Ayasofya’ya iltica etmeye çalıştı. Zira inanışa göre Türkler Çemberlitaş’a kadar gelince gökten bir melek elinde kılıçla inecek, o zaman Türkler geri dönecek, Bizanslılar da ayaklanarak Türkleri takip edeceklerdi. Bu yüzden halk Ayasofya’ya sığınmaya çalışınca, bir saat içinde burada sayısız insan toplanmış, kapıları kapatarak mabedin kerameti sayesinde kurtulmayı ümit etmişlerdi.

Nihayet 53 gün süren kuşatmanın ardından 54’üncü gün şehir Türklerin eline geçince, Topkapı’dan törenle şehre giren Fatih Sultan Mehmed Han, At Meydanı’nı geçip Ayasofya önüne geldi ve burada toplanan halka can ve mallarının emniyette olduğunu söyleyerek onları teselli etti. Bizans halkı şaşkındı. Fatih Sultan Mehmed Han hiç de kendilerine anlatıldığı gibi biri değildi. Bir kere her şeyden önce merhametliydi.

Fatih, şehir kılıçla alındığı için, askerlerine Bizanslıların mallarına el koyma izni verdi. Ama halka hiçbir kötülük yapmamalarını emretti. Şehirden kaçmış olanların evlerine dönebileceğini ve herkesin kendi örfüne, âdetine, dinine göre serbestçe yaşayabileceğini söyledi. Bizanslılar, Cihan Hükümdarı Fatih Sultan Mehmed Han’ın kendilerine vermiş olduğu teminatla birlikte birbirlerine sarıldılar ve ellerini açıp yere eğilerek yeni hükümdarlarına şükran ve minnetlerini arz ettiler.

54 gün boyunca korkulu rüya gören, kulaktan dolma bilgilerle Fatih Sultan Mehmed’i zalim bir düşman olarak belleyen Bizanslılar, fetih sonrasında Cihan Hükümdarının hoşgörülü ve adâletli yeni düzenine intibak etti.

 

Kaynakça

S. Runciman, Konstantinopolis Düştü, çev. D. Türkömer, Doğan Kitapları, İstanbul 2011.

Dukas, İstanbul’un Fethi Dukas Kroniği (1341-1462), çev. V. Mirmiroğlu, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2013.

G. Francis, Şehir Düştü: Bizanslı Tarihçi Francis’den İstanbul’un Fethi, çev. K. Dinçmen, İletişim Yayınları, İstanbul 2002.

E. Altan, İstanbul’un Fethi Sırasında Şehirde Yaşananlar ve Psikolojik Durum, Tarih Dergisi sayı:66, İstanbul 2017.

Nicolo Barbaro, 1453 Konstantinopol Kuşatma Güncesi, çev. Y. Fincancıoğlu, Büke Yayınları, İstanbul 2007.