“İstanbul’u tarif etmek zor şimdi!”

Şehirlerin kurulması uzun zamanda ortaya çıkan bir olgu; bu şehir, İstanbul, sürekli kuruluyor ve sürekli canlı. Kökleri derin, her an yeni… İstanbul’un köklerinin yedi kat yere ve yedi kat göğe uzanır bir hâl içerisinde olduğu herkesin malûmu…

İNSANLARIN sükûn ve huzur bulduğu, sakince yaşadığı, hayatına anlam kattığı şehirler geçmişte birer ayna vazîfesi görürlerdi.

Şehir demek, insanların İslâm mimarisiyle, kültürüyle, zevkiyle, bir mânâda iklimiyle bütünleşen medeniyetin yaşandığı yer demekti. Osmanlılar döneminde şehirlerin rûhu, içinde yaşayanları sanatın ince zevk ve heyecanıyla yüceltir, hayatı daha anlamlı ve yaşanılır kılardı.

Medeniyetin geliştiği şehirler, diğer şehirlerin kültürel, ekonomik ve toplumsal gelişimine katkıda bulunurlar. Bu bakımdan şehirlerin gelişmesinde kültür politikası diğer alanlarda da etkili olur. Kapsamlı bir şehir oluşmasında kültür, bir kilit konumundadır. Şehirlerde yaşam kalitesinin iyileştirilmesine ve insan haklarının geliştirilmesine yönelik kültür politikalarının yerinde ve zamanında uygulanabilmesi, o şehre medeniyeti getirir.

Şehrin tarihi, doğa ve iktisadî birikimi, o kentin kimliğidir. Her şehir, kimliğinin süreklilik kazanmış olan ayırt edici özellikleriyle daim olur. Bu özellikler; mimari güzellikteki binalar, meydanlar, doğal varlıklar, parklar, bahçeler, insanî hareketlilikler, coğrafî şartlar,  kültürel ve sosyal aktiviteler olarak karşımıza çıkmaktadır. 

Türkiye’nin şehrengizi İstanbul

Eski şehirler… Şehirlerin rûhu, o şehirleri yaşanılır kılar. Güzel şehirler günümüzde “şehrengiz” olarak anılır olmuştur. D. Mehmet Doğan’ın da dediği gibi, şehrengiz, “aslında Dîvan edebiyatında bir şehrin güzelliklerini mesnevî tarzında anlatan eser” demektir. Türk edebiyatında ilk şehrengizler de 16’ncı yüzyıl başlarında görülmeye başlanmış ve kısa sürede yaygınlık kazanmıştır. Son yıllarda şehir kitaplarının adlandırılmasında bu kelime yeniden kullanılmaya başlandı. Şehrengiz, bir nevi şehir edebiyatı olarak yorumlanıyor.

Şehrin estetiği eskiden şehrin ahalisi ve devleti yönetenlerin de katkılarıyla bütünleşirdi. Şehrengizler, şehirlerin doğal güzelliklerini, şehrin eğlence mekânlarını, oradaki insanların yaşamlarını, insanların sosyal hayatlarını, âdet ve inançlarını da yansıtırdı. Bugün olmayan pek çok meslek ve meslek bilgilerine de şehrengizler irdelendiğinde ulaşıyoruz. Bu çerçevede şehrengizler incelendiğinde, âdeta tarihî birer belge niteliğinde oldukları görülecektir.

Şehrengizler konu itibariyle, genelde devletin tarihinde önemli yerlere sahip, başkentlik etmiş/eden şehirlerdir. Önemli bir yere sahip olan Osmanlı döneminde İstanbul, Bursa, Edirne, Belgrad, Yenice, Antakya, Gelibolu, Manisa, Rize, Sinop, Siroz ve Yenişehir, şehrengiz olarak bilinmektedir. Bu şehrengizler içinde İstanbul, Türkiye’nin tarihi, kültürü ve ekonomisi nedeniyle de önemli bir yer tutar.

İstanbul’u tasvir etmek

Osmanlı döneminde o şehirler, özellikle de İstanbul, yazarların kalemlerini süslemiş, ressamların fırçalarıyla renkten renge bürünmüştür. İstanbul âşığı nice yazara, şaire, ressama ilham kaynağı olmuş, ölümsüz eserlerde vücût bulmuştur. İstanbul denilince pek çok sevdâlısı gelir akla; Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Hoca Ali Rıza, Halil Paşa, Osman Hamdi Bey, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Necip Fazıl, Samiha Ayverdi ve daha niceleri…

Turgut Cansever de Osmanlı zamanındaki şehri bir bakıma İstanbul’un o incelik ve zarafet kokan yanlarını tasvir edenlerden. Şöyle diyor Cansever: “Osmanlı şehri, sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca yeri, biçimi, şahsiyeti, değişen evlerin arasında büyük âbidelerin bulunduğu yerleri, büyük âbidevî ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan çiçekleri yahut meyve ağaçlarının dallarını görerek ve parlak, farklı renklere sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak yaşayan bir insanın vücûda getirilmiş bulunuyor.”

Yahya Kemal’e göre bu şehir, sonsuza kadar sevilecek aziz bir sevgili gibidir. Şairin gözünde semtleri dahi birer vatan güzelliğinde gibi görünür: “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!/ Görmedim gezmediğim, sevmediğim, hiçbir yer./ Ömrüm oldukça, gönül tahtıma kurul!/ Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer…”

İstanbul’u İstanbul yapan, şehrin rûhu ve o rûha bir medeniyetin bahşedilişidir. Bu şehir 1850’lerde dünyanın en büyük birkaç kentinden biridir. Aynı zamanda Londra ve Paris’ten sonra en kalabalık üçüncü Avrupa şehridir. 19’uncu yüzyılda kaybedilen Balkan, Kırım ve Kafkas toprakları nedeniyle göçlerin yanı sıra zamanla Avrupa’nın ve dünyanın sayılı siyâsî ve ticârî merkezlerinden biri hâline gelmiştir. Kaybedilen savaşlar ve daralan sınırlara, bir imparatorluğun yakında yıkılacak oluşuna rağmen albenisinden pek bir şey kaybetmemiştir.

Ancak Batılılaşan İstanbul, 19’uncu yüzyılda Paris tarzındaki apartmanlar ile Londra tarzındaki sıra evler arasında bir yol ayrımına girdi. Osmanlı devlet adamı ve diplomatı Mustafa Reşid Paşa’ya göre tek ailelik İngiliz konutları, birçok ailenin bir arada yaşadığı Fransız apartmanlarına kıyasla Osmanlı yaşam tarzına daha uygun görüldü. İstanbul’da apartmanlar çoğalmaya başladı. Apartmanlaşmayı 1867 yılından itibaren ilân edilen kanunlarla birlikte, milletlere mülkiyet hakkı tanınmaya başlanmasının önü açıldı. Bu tarihten itibaren her Osmanlı vatandaşı, dininden bağımsız, eşit mülkiyet hakkına sahip oldu. Batılı yaşam tarzına sahip gayr-i Müslim Osmanlılar, alışkanlık ve arzularını mimariye daha dolaysız ve hızlı bir şekilde uygulamaya başladılar.    

Şehirleşmede başlayan değişim, insan hayatına yansır ve etkiler. Nitekim Ahmet Haşim de burada önemli bir hususa, “zamana” dikkat çeker ve “Müslüman Saati” adıyla bir deneme kaleme alır. Bu yazıda Haşim, “İstanbul’u yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi, yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu” der ve ekler:

 “Yeni saat, Müslüman akşamının hüzünlü ve gösterişli dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik yabancı ‘gün’ün getirdiği geçim şekli de bizi fecr âleminden uzak bıraktı. Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak gözleriyle ıstırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan gözleri tanır.

Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır. Hâlbuki fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin en güzel tecellilerindendir.”

Bir mülâkatta Turgut Cansever, Süleymaniye Camiî ile ilgili şöyle der: “İnsanlık tarihi, bundan daha büyük hiçbir şey yapmadı. Hattâ Selimiye’nin bile buna benzer bir resmi mümkün değil. Şimdi eğer böyle hisler uyandırıyorsa, karşısına Pantheon’u koy, Notre Dame Kilisesi’ni koy, Tac Mahal’i koy, Çin eserlerini koy, bunların hepsini gözümün önüne getireyim, hiçbirisi Süleymaniye’ye yaklaşamıyorsa, pencereler bilmem ne hissi veriyormuş… Bunlar fasa fisodur.”

Turgut Cansever’e göre Selimiye’nin içerisine giren insanları rastlaşıyorlar, selâmlaşıyorlar, sonra safları teşkil ediyorlar. Her fert, en büyük, en yüce fiili meydana getirirken onun kuralını diğer insanlarla beraber inşâ ederek, kendi yerini onun içerisine koyarak bunu yapıyor.

İstanbul’u tarif etmek

Öneminden bir şey kaybetmese de kültüründen, sanatından, inceliğinden, üslubundan sürekli bir şeyler kaybeden İstanbul, sürekli büyüyor. Yedi tepeli şehrin yetmiş yedi tepeye döndüğü belirtiliyor.

Şehirlerin kurulması uzun zamanda ortaya çıkan bir olgu; bu şehir, İstanbul, sürekli kuruluyor ve sürekli canlı. Kökleri derin, her an yeni… İstanbul’un köklerinin yedi kat yere ve yedi kat göğe uzanır bir hâl içerisinde olduğu herkesin malûmu…

Geçmişte İstanbul’u gezip gören yabancılardan bazıları, zihinlerde Türk dostu olarak yer edinmişlerdir. Pierre Loti, Lamartine ve Gérard de Nerval gibi isimler, Türkiye hakkında kanaatleri olan şair ve yazarlardan sadece birkaçıdır. Bir zamanlar Gérard de Nerval, Türkçenin güzelliğine de değinir, Üsküdar kadınlarının sohbetlerinden etkilenerek duygusunu şu şekilde ifade eder: “Yumuşak heceli Türk dili, onların ağzında kuş cıvıltısı, kuş ötüşü kadar tatlıydı.” Şimdi bu şehri tanımak oldukça güç…

Çarpık yapılaşma ve olumsuz süren değişim şairleri de etkiler. Şair Abdurrahim Karakoç’un der ya, “Çıkıp baksan Çamlıca’nın başına/ İki kıta bir boğazda aşina/ Karakoç’um, gel, yorulma boşuna/ İstanbul’u tarif etmek zor şimdi”…

İstanbul ülkemizin en önemli ortak değerlerinden biridir. İstanbul’da yapılmasına başlanan kentsel dönüşüm projeleri ve yerli yersiz dikilen gökdelenler, şehrin tarihini silmekle kalmıyor, aynı zamanda görünümünü de bozmaya devam ediyor. Bu tarihî şehrin bozulmaya başlamasında başka etkenler de var. İstanbul kültürel derinliğinden, tarihî dokusundan, maddî ve mânevî çehresinden, farklı kültürlerinden belki hiçbir şey kaybetmedi. Ancak kirli hava, trafik, gittikçe artan suç oranları, ahlâkî yozlaşma, şiddet, istismar ve yalnızlaşma gibi sorunlar, bu büyük şehrin önemli problemleri olarak artmaya devam ediyor. Taşı toprağı altın değerinde olan bu şehir, artık şehrengiz olmanın dışında, yaşanılmaz bir mekân olmaya devam ediyor.

Kendi topraklarını terk edip İstanbul’a gelen insanlar burada yoksulluk ve yalnızlık sorunu ile yüz yüze kalmaya başladılar. Şehrin gittikçe kalabalıklaşması ve yozlaşma, insanları tedirgin edip  yaşanmaz bir zemin görüntüsü veriyor. Ancak bütün olumsuzluklara rağmen tarihiyle, deniziyle, doğasıyla, geleneksel bazı ticârî ve sosyal yaşantısı itibariyle bu efsunlu rüya şehir, hâlen bir cazibe merkezi.

Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi, “ille de İstanbul, İstanbul”!

“Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyâr/ Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar.../ Gecesi sünbül kokan/ Türkçesi bülbül kokan/ İstanbul/ İstanbul...”

 

Kaynaklar

TDV İslam Ansiklopedisi, Bayram Ali Kaya.

ES, Sakıncası Yoksa Söz Edebiyatın, Mehtap Altan

Gurebahane- i Lâklâkan, Ahmet Haşim

Ahiretin Sorumluluğunu Taşımak Ve Dünyayı Güzelleştirmek Üzerine, Turgut Cansever

İstanbul’u Anlamak, Turgut Cansever

Şehrin Kaybolan Efendileri, Mahmut Bıyıklı

Dosta Doğru, Abdurrahim Karakoç

Canım İstanbul, Necip Fazıl Kısakürek