İNSANLARIN
sükûn ve huzur bulduğu, sakince yaşadığı, hayatına anlam kattığı şehirler
geçmişte birer ayna vazîfesi görürlerdi.
Şehir demek, insanların İslâm mimarisiyle, kültürüyle,
zevkiyle, bir mânâda iklimiyle bütünleşen medeniyetin yaşandığı yer demekti.
Osmanlılar döneminde şehirlerin rûhu, içinde yaşayanları sanatın ince zevk ve
heyecanıyla yüceltir, hayatı daha anlamlı ve yaşanılır kılardı.
Medeniyetin geliştiği şehirler, diğer şehirlerin kültürel,
ekonomik ve toplumsal gelişimine katkıda bulunurlar. Bu bakımdan şehirlerin
gelişmesinde kültür politikası diğer alanlarda da etkili olur. Kapsamlı bir
şehir oluşmasında kültür, bir kilit konumundadır.
Şehirlerde yaşam kalitesinin iyileştirilmesine ve insan haklarının geliştirilmesine
yönelik kültür politikalarının yerinde ve zamanında uygulanabilmesi, o şehre
medeniyeti getirir.
Şehrin tarihi, doğa ve iktisadî birikimi, o
kentin kimliğidir. Her şehir, kimliğinin süreklilik kazanmış olan ayırt edici
özellikleriyle daim olur. Bu özellikler; mimari güzellikteki binalar,
meydanlar, doğal varlıklar, parklar, bahçeler, insanî hareketlilikler, coğrafî
şartlar, kültürel ve sosyal aktiviteler
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye’nin şehrengizi İstanbul
Eski şehirler… Şehirlerin rûhu, o şehirleri yaşanılır kılar.
Güzel şehirler günümüzde “şehrengiz” olarak anılır olmuştur. D. Mehmet Doğan’ın
da dediği gibi, şehrengiz, “aslında Dîvan edebiyatında bir şehrin
güzelliklerini mesnevî tarzında anlatan eser” demektir. Türk edebiyatında ilk
şehrengizler de 16’ncı yüzyıl başlarında görülmeye başlanmış ve kısa sürede
yaygınlık kazanmıştır. Son yıllarda şehir kitaplarının adlandırılmasında bu
kelime yeniden kullanılmaya başlandı. Şehrengiz, bir nevi şehir edebiyatı
olarak yorumlanıyor.
Şehrin estetiği eskiden şehrin ahalisi ve devleti
yönetenlerin de katkılarıyla bütünleşirdi. Şehrengizler, şehirlerin doğal
güzelliklerini, şehrin eğlence mekânlarını, oradaki insanların yaşamlarını, insanların
sosyal hayatlarını, âdet ve inançlarını da yansıtırdı. Bugün olmayan pek çok
meslek ve meslek bilgilerine de şehrengizler irdelendiğinde ulaşıyoruz. Bu
çerçevede şehrengizler incelendiğinde, âdeta tarihî birer belge niteliğinde
oldukları görülecektir.
Şehrengizler konu itibariyle, genelde devletin tarihinde
önemli yerlere sahip, başkentlik etmiş/eden şehirlerdir. Önemli bir yere sahip olan Osmanlı döneminde İstanbul,
Bursa, Edirne, Belgrad, Yenice, Antakya, Gelibolu, Manisa, Rize, Sinop, Siroz
ve Yenişehir, şehrengiz olarak bilinmektedir. Bu şehrengizler içinde İstanbul,
Türkiye’nin tarihi, kültürü ve ekonomisi nedeniyle de önemli bir yer tutar.
İstanbul’u tasvir etmek
Osmanlı döneminde o şehirler, özellikle de İstanbul, yazarların
kalemlerini süslemiş, ressamların fırçalarıyla renkten renge bürünmüştür.
İstanbul âşığı nice yazara, şaire, ressama ilham kaynağı olmuş, ölümsüz
eserlerde vücût bulmuştur. İstanbul denilince pek çok sevdâlısı gelir akla;
Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Hoca Ali Rıza, Halil Paşa, Osman Hamdi Bey, Ahmet
Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Necip Fazıl, Samiha Ayverdi ve daha niceleri…
Turgut Cansever de Osmanlı zamanındaki şehri bir bakıma
İstanbul’un o incelik ve zarafet kokan yanlarını tasvir edenlerden. Şöyle diyor
Cansever: “Osmanlı şehri, sakin, hareketli yol şeması üzerinde, yol boyunca
yeri, biçimi, şahsiyeti, değişen evlerin arasında büyük âbidelerin bulunduğu
yerleri, büyük âbidevî ağaçların bulunduğu meydanları, alçak duvarlardan sarkan
çiçekleri yahut meyve ağaçlarının dallarını görerek ve parlak, farklı renklere
sahip evlerin arasından geçerek, her an yeni bir güzellikle karşılaşarak
yaşayan bir insanın vücûda getirilmiş bulunuyor.”
Yahya Kemal’e göre bu şehir, sonsuza kadar sevilecek aziz bir
sevgili gibidir. Şairin gözünde semtleri dahi birer vatan güzelliğinde gibi
görünür: “Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!/ Görmedim gezmediğim,
sevmediğim, hiçbir yer./ Ömrüm oldukça, gönül tahtıma kurul!/ Sâde bir semtini
sevmek bile bir ömre değer…”
İstanbul’u İstanbul yapan, şehrin rûhu ve o rûha bir
medeniyetin bahşedilişidir. Bu şehir 1850’lerde dünyanın en büyük birkaç
kentinden biridir. Aynı zamanda Londra ve Paris’ten sonra en kalabalık üçüncü
Avrupa şehridir. 19’uncu yüzyılda kaybedilen Balkan, Kırım ve Kafkas toprakları
nedeniyle göçlerin yanı sıra zamanla Avrupa’nın ve dünyanın sayılı siyâsî ve
ticârî merkezlerinden biri hâline gelmiştir. Kaybedilen savaşlar ve daralan
sınırlara, bir imparatorluğun yakında yıkılacak oluşuna rağmen albenisinden pek
bir şey kaybetmemiştir.
Ancak Batılılaşan İstanbul, 19’uncu yüzyılda Paris tarzındaki
apartmanlar ile Londra tarzındaki sıra evler arasında bir yol ayrımına girdi.
Osmanlı devlet adamı ve diplomatı Mustafa Reşid Paşa’ya göre tek ailelik
İngiliz konutları, birçok ailenin bir arada yaşadığı Fransız apartmanlarına
kıyasla Osmanlı yaşam tarzına daha uygun görüldü. İstanbul’da apartmanlar
çoğalmaya başladı. Apartmanlaşmayı 1867 yılından itibaren ilân edilen
kanunlarla birlikte, milletlere mülkiyet hakkı tanınmaya başlanmasının önü
açıldı. Bu tarihten itibaren her Osmanlı vatandaşı, dininden bağımsız, eşit
mülkiyet hakkına sahip oldu. Batılı yaşam tarzına sahip gayr-i Müslim
Osmanlılar, alışkanlık ve arzularını mimariye daha dolaysız ve hızlı bir
şekilde uygulamaya başladılar.
Şehirleşmede başlayan değişim, insan hayatına yansır ve
etkiler. Nitekim Ahmet Haşim de burada önemli bir hususa, “zamana” dikkat çeker
ve “Müslüman Saati” adıyla bir deneme kaleme alır. Bu yazıda Haşim, “İstanbul’u
yenileştiren ve yerlisini şaşırtan istilâların en gizlisi ve en tesirlisi,
yabancı saatlerin hayatımıza girişi oldu” der ve ekler:
“Yeni saat, Müslüman
akşamının hüzünlü ve gösterişli dakikasını dağıttığı gibi, yirmi dört saatlik
yabancı ‘gün’ün getirdiği geçim şekli de bizi fecr âleminden uzak bıraktı.
Başka memleketlerde fecri yalnız kırdan şehre sebze ve meyve getirenlerin ahmak
gözleriyle ıstırap çekenlerin şişkin kapaklar içinden bakan kırmızı ve perişan
gözleri tanır.
Bu zavallılar için fecrin parıltıları, yeniden boyuna
geçirilecek olan hayat ipinin kanlı ilmeğini aydınlatan bir ziyadır. Hâlbuki
fecir saati, Müslüman için rüyasız bir uykunun sonu ve yıkanma, ibadet, neşe ve
ümidin başlangıcıdır. Müslüman yüzü, kuş sesleri ve çiçek kokuları gibi fecrin
en güzel tecellilerindendir.”
Bir mülâkatta Turgut Cansever, Süleymaniye Camiî ile ilgili şöyle
der: “İnsanlık tarihi, bundan daha büyük hiçbir şey yapmadı. Hattâ Selimiye’nin
bile buna benzer bir resmi mümkün değil. Şimdi eğer böyle hisler uyandırıyorsa,
karşısına Pantheon’u koy, Notre Dame Kilisesi’ni koy, Tac Mahal’i koy, Çin
eserlerini koy, bunların hepsini gözümün önüne getireyim, hiçbirisi
Süleymaniye’ye yaklaşamıyorsa, pencereler bilmem ne hissi veriyormuş… Bunlar
fasa fisodur.”
Turgut Cansever’e göre Selimiye’nin içerisine giren insanları
rastlaşıyorlar, selâmlaşıyorlar, sonra safları teşkil ediyorlar. Her fert, en
büyük, en yüce fiili meydana getirirken onun kuralını diğer insanlarla beraber
inşâ ederek, kendi yerini onun içerisine koyarak bunu yapıyor.
İstanbul’u tarif etmek
Öneminden bir şey kaybetmese de kültüründen, sanatından,
inceliğinden, üslubundan sürekli bir şeyler kaybeden İstanbul, sürekli büyüyor.
Yedi tepeli şehrin yetmiş yedi tepeye döndüğü belirtiliyor.
Şehirlerin kurulması uzun zamanda ortaya çıkan bir olgu; bu
şehir, İstanbul, sürekli kuruluyor ve sürekli canlı. Kökleri derin, her an yeni…
İstanbul’un köklerinin yedi kat yere ve yedi kat göğe uzanır bir hâl içerisinde
olduğu herkesin malûmu…
Geçmişte İstanbul’u gezip gören yabancılardan bazıları,
zihinlerde Türk dostu olarak yer edinmişlerdir. Pierre Loti, Lamartine ve
Gérard de Nerval gibi isimler, Türkiye hakkında kanaatleri olan şair ve
yazarlardan sadece birkaçıdır. Bir zamanlar Gérard de Nerval, Türkçenin
güzelliğine de değinir, Üsküdar kadınlarının sohbetlerinden etkilenerek
duygusunu şu şekilde ifade eder: “Yumuşak heceli Türk dili, onların ağzında kuş
cıvıltısı, kuş ötüşü kadar tatlıydı.” Şimdi bu şehri tanımak oldukça güç…
Çarpık yapılaşma ve olumsuz süren değişim şairleri de
etkiler. Şair Abdurrahim Karakoç’un der ya, “Çıkıp baksan Çamlıca’nın başına/
İki kıta bir boğazda aşina/ Karakoç’um, gel, yorulma boşuna/ İstanbul’u tarif
etmek zor şimdi”…
İstanbul ülkemizin en önemli ortak değerlerinden biridir. İstanbul’da yapılmasına başlanan kentsel dönüşüm
projeleri ve yerli yersiz dikilen gökdelenler, şehrin tarihini silmekle
kalmıyor, aynı zamanda görünümünü de bozmaya devam ediyor. Bu tarihî şehrin
bozulmaya başlamasında başka etkenler de var. İstanbul kültürel derinliğinden, tarihî dokusundan, maddî ve mânevî çehresinden,
farklı kültürlerinden belki hiçbir şey kaybetmedi. Ancak kirli hava, trafik,
gittikçe artan suç oranları, ahlâkî yozlaşma, şiddet, istismar ve yalnızlaşma gibi
sorunlar, bu büyük şehrin önemli problemleri olarak artmaya devam ediyor. Taşı
toprağı altın değerinde olan bu şehir, artık şehrengiz olmanın dışında,
yaşanılmaz bir mekân olmaya devam ediyor.
Kendi topraklarını terk edip İstanbul’a gelen insanlar burada
yoksulluk ve yalnızlık sorunu ile yüz yüze kalmaya başladılar. Şehrin gittikçe
kalabalıklaşması ve yozlaşma, insanları tedirgin edip yaşanmaz bir zemin görüntüsü veriyor. Ancak bütün
olumsuzluklara rağmen tarihiyle, deniziyle, doğasıyla, geleneksel bazı ticârî
ve sosyal yaşantısı itibariyle bu efsunlu rüya şehir, hâlen bir cazibe merkezi.
Üstat Necip Fazıl’ın dediği gibi, “ille de İstanbul, İstanbul”!
“Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyâr/ Güleni şöyle
dursun, ağlayanı bahtiyar.../ Gecesi sünbül kokan/ Türkçesi bülbül kokan/
İstanbul/ İstanbul...”
Kaynaklar
TDV İslam Ansiklopedisi, Bayram
Ali Kaya.
ES, Sakıncası Yoksa Söz Edebiyatın,
Mehtap Altan
Gurebahane- i Lâklâkan,
Ahmet Haşim
Ahiretin Sorumluluğunu Taşımak Ve Dünyayı
Güzelleştirmek Üzerine, Turgut Cansever
İstanbul’u Anlamak, Turgut Cansever
Şehrin Kaybolan
Efendileri, Mahmut Bıyıklı
Dosta Doğru, Abdurrahim
Karakoç
Canım İstanbul, Necip Fazıl
Kısakürek