İstanbul Sözleşmesi niçin tartışılıyor?

14 Mart 2012’de ise TBMM’de grubu olan üç parti (AK Parti, CHP ve MHP) tarafından ittifakla kabul edilmiş, 1 Ağustos 2014’te ise yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeyi onaylayan ilk meclis de TBMM olmuştur. Sözleşme metninin hazırlanmasında hiçbir dâhli olmayan Türkiye’nin nasıl olup da sözleşmeyi hazırlayan ülkelerin hepsinden önce bu metni TBMM’den geçirdiği hakkında hiçbir yetkilinin kayda değer bir açıklaması olmamıştır.

ESKİDEN beri mağduriyeti en çok yaşayan taraf, kadın olmuştur. Bundan dolayı insan cinsinin, özellikle de kadın cinsinin yaşadığı mağduriyetin nasıl olup da engelleneceği, insanlığın ortak sorunudur. İşte Avrupa Konseyi temsilcileri veya görevlileri, her nedense kendilerini insanlık adına norm koyucu/tanzim edici sayarak bu konuda bir sözleşme hazırlamışlar.

30 Nisan 2002’de Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi tarafından Kadınların Şiddete Karşı Korunması Hakkındaki Tavsiye Kararı’na bağlı olarak 7 Nisan 2011’de karar güncelleştirilip genişletilmiş ve 11 Mayıs 2011’de de konseye üye olan ülkelerin imzasına açılmıştır. Bu yüzden sözleşmenin tam adı, “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadele Hakkındaki Avrupa Konseyi Sözleşmesi” iken, İstanbul’da imzaya açılmış olmasından dolayı kısaca “İstanbul Sözleşmesi” diye bilinmektedir.

Aynı gün yani 11 Mayıs 2011’de Türkiye, bu sözleşmeyi imzalamıştır. Şimdiye kadar 34 ülke yine bu sözleşmeye imza atmıştır.

14 Mart 2012’de ise TBMM’de grubu olan üç parti (AK Parti, CHP ve MHP) tarafından ittifakla kabul edilmiş, 1 Ağustos 2014’te ise yürürlüğe girmiştir. Sözleşmeyi onaylayan ilk meclis de TBMM olmuştur. Sözleşme metninin hazırlanmasında hiçbir dâhli olmayan Türkiye’nin nasıl olup da sözleşmeyi hazırlayan ülkelerin hepsinden önce bu metni TBMM’den geçirdiği hakkında hiçbir yetkilinin kayda değer bir açıklaması olmamıştır.

Türkiye’nin kadın-erkek eşitliği konusunda yaşadıkları

Aslında Türkiye, kadın-erkek arasında eşitliği sağlamak iddiası ile bir dizi mevzuat hazırlayıp yürürlüğe koymuştur. Bunlardan ilk akla gelen, Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi’ni (CEDAW) 1985’te kabul etmesidir. 2004’te CEDAW’a ulusal hukuk üstünde bir statü verilmiştir. Yine 2004’te Anayasa’nın 10’uncu maddesine, “Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür” cümlesi eklenmiştir. Aynı maddeye 2010’da, “Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz” diye bir ek daha ilâve edilmiştir.

2009’da TBMM’de, “Kadın-Erkek Fırsat Eşitliği” başlıklı bir komisyon kurulmuştur. Nihâyet 2012’de İstanbul Sözleşmesi’nin belki bir sonucu olarak 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, TBMM’den çıkmıştır.

Kadının beyanının esas alınmasını öngören hüküm de 6284 sayılı yasada yer almıştır. Şiddet ve mağduriyete uğradığı için şikâyetçi olan (kadın) taraf değil, karşı taraf aksini ispatla yükümlü sayılmıştır. Hukukun temeli olan “İddiacı, iddiasını ispatla yükümlüdür” kuralı görmezden gelinmiş, bu yasa, yükümlülüğü şikâyet edilene yüklemiştir. BM’nin 2018 tarihli Kalkınma Programı’na göre Türkiye, cinsiyet eşitliği endeksinde beş basamak yükselerek 64’üncü sırada yer almıştır.

Türkiye’de yapılanlar bunlardan da ibaret değildir. 1996’da imza edilmiş olan Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel haklar Uluslararası Sözleşmesi ile Kişisel ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi, içerdikleri bazı maddelerle İstanbul Sözleşmesi’ne oldukça yakındır. 190 ülke bu ikiz sözleşmeyi imzaladığı hâlde Türkiye imza etmemişti.

Yaşama hakkı, adil yargılanma hakkı, kölelik yasağı, seyahat özgürlüğü gibi vurguların da yer aldığı bu ikiz sözleşmeyi DSP-ANAP-MHP Koalisyon Hükûmeti onaylamış, ancak TBMM’den geçirilmesi AK Parti döneminde, Türkiye’nin AB’ye üye olacağı hevesiyle 2003’te gerçekleşmiştir.

İstanbul Sözleşmesi’ne derinlemesine bir bakış

Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi’ne karşı muhalefet giderek artmaktadır. Genel olarak muhalifler, sözleşmenin aileye zarar verdiği görüşündeler (Sibel Eraslan, İstanbul Sözleşmesi’ne Göre Şiddetin Kaynağı: Cinsiyet, Star Gazetesi, 29 Temmuz 2020). Buna karşılık sol ve Kemalist çevreler ise kıyasıya sözleşmeyi savunmakta ve sözleşmeye karşı çıkıp iptalini isteyenlerin kadın cinayetlerini özendirdiklerini iddia etmektedirler.

Sözleşme metninde yer alan ifadelerin analizi bir yana, sözleşmeyi savunanların iddialarının bir kısmı hiç olmazsa tahakkuk etmiş olsaydı yani bu sözleşmeyle kadın cinayetleri engellenebilmiş olsaydı, kısmen haklılıkları için bir örneğe sahip olurlardı. Ancak sözleşmenin yürürlüğe girdiği 2014’ten beri kadın cinayetleri hemen her yıl artarak yükselmektedir. Bundan dolayı sözleşmenin kadın cinayetlerine engel olduğu iddiası gerçekçi değildir.

Sözleşmeye muhalefet edenlerin de “Kadınlar öldürülsün” ya da “Kadın cinayetleri takipsiz kalsın” gibi bir taleplerinin olduğu, en hafif deyimle bir iftiradır. Üstelik kadın cinayetleri ve mağduriyetleri, sözleşme metnine göre değil, 6284 sayılı yasaya göre cezalandırılmaktadır. Bundan dolayı sözleşme muhaliflerinin “Kadınlar öldürülsün, kadın cinayetleri takipsiz kalsın” gibi bir taleplerinin olduğunu iddia edenler, gerçeği değil, ideolojik takıntılarını tekrarlamaktadırlar.

İstanbul Sözleşmesi ile birlikte artık LGBT’lilik görünür ve örgütlü bir hâle gelmiştir. CHP gibi bazı partiler tarafından giderek daha çok sahiplenilmektedir.

Hemen her yıl LGBT’lilerin özel günleri, yürüyüşleri, törenleri olmaktadır. LGBT’lilik doğal, mazur, hattâ meşru bir durum gibi topluma sunulmaktadır. Başta İzmir Urla Belediyesi olmak üzere pek çok il ve ilçede CHP’li belediye başkanları, partilerinin ilk genel başkanları Kemal Paşa’nın LGBT renkleri içindeki heykellerini yapmakta ve İzmir ile Şişli gibi şehirlerin belediye binalarında LGBT’lilerin alâmeti sayılan renkli bezler günlerce asılı tutulmaktadır.

Bütün bu örneklerde görüleceği gibi, LGBT’lilik topluma doğal, olağan, normal bir durum olarak telkin edilmektedir.  

İstanbul Sözleşmesi’nin estirdiği havanın da etkisiyle, kadın cinayetlerinde bir azalma görülmediği gibi, boşanma oranları da giderek artmaktadır. Evlenmek kadar boşanmak da yasal ve meşru bir hak ise de boşanma, bir aile için, özellikle de çocuklar için büyük bir yıkımdır.

Sayıları hızla çoğalan ayrılmış eşlerin yanında sayıları milyonlara ulaşmış çocukların oluşturduğu büyük tablo, toplum geleceği için asla olumlu bir görüntü değildir!

Sözleşmenin İngilizce metninde yer alan “toplumsal cinsiyet (gender), cinsiyet rolleri (gender role), cinsiyet hakkında kalıplaşmış ifadeler (gender stereotype), cinsiyet hakkında ve cinsel kimlikten bağımsız olarak cinsel isteklerin esas alınması yani cinsel yönelim (sexual orientation), ev içi şiddet (domestic violence)” ve benzeri terimlerin evrensel olabileceğini, herkesi ve her toplumu kapsayabileceğini düşünmek mümkün değildir.

“Ama bu İngilizce terimler değildir önemli olan. TBMM’nin kabul ettiği Türkçe çeviri bizi bağlar ve dolayısı ile İstanbul Sözleşmesi’ni ecnebî işi göstermek anlamsızdır” (Yıldıray Oğur, Ya Toplumsal Sözleşme, Karar Gazetesi, 3 Ağustos 2020) gibi iddiaların sözleşmeye muhalefet gerekçelerini geçiştirmeye çalışmak olduğu açıktır.

Elbette hiç kimse aileyi temelinden sarsan fiilleri savunamaz, savunmamalıdır. Erkeğin yanlışları el kiri, kadının yanlışları ise namus meselesi sayılarak aynı yanlışa iki ayrı karşılık olamaz. Aynı yanlışın cezası da aynı olmalıdır. Geleneklerin sınırlandırdığı kadın-erkek rolleri tashihe muhtaç ise de, bundan yola çıkılarak kadın ve erkeğin doğal/ontolojik rolleri de küçümsenemez, aşağılık birer işlem sayılamaz.

Sözleşmenin 81’inci maddesinde karşılığını bulan “cinsel yönelim” ifadesiyle, erkek ve kadın cinsinin doğal rolleri inkâr edilemez, hafife alınamaz. Başlığı “Kadına Şiddetin Önlenmesi” olan bir metinde “cinsel yönelim” vurgusunun olması, doğallık veya tesadüfle açıklanabilir bir tutum değildir. Bu ifadelerin doğrudan eşcinselliği, LGBT’liliği mazur/normal göstermek için seçilmiş olduğu teslim edilmelidir. LGBT’liliğin başladığı ve mazur görüldüğü bir yerde aile için tahdit de başlamış demektir.

LGBT’lilik böyle uluslararası bir sözleşme ile koruma altına alınacağına, tıp ve psikiyatri ilminin sınırları içinde bir muamele görmelidir. Ancak ondan sonra ortaya çıkan veriler ciddiye alınabilir. Yoksa baştan LGBT’liliği mazur/doğal/normal sayan bir anlayış ile teşekkül eden koruma, hattâ teşvik çabaları ile ailenin tehdit altında olmayacağını iddia etmek inandırıcı değildir.

Kadınların veya kız çocuklarının bir kısmının aile içi şiddete maruz kaldığını inkâr etmek anlamsızdır. Ancak buradan hareketle aileyi kadın ve kız çocukları için bir tehlike, bir tehdit mekânı saymak iyi niyetli değildir. “Aile” kadın ve kız çocuğu için tehlike mekânı ise, güvenli mekân neresidir?

Kadın sığınma evlerinin veya benzeri kurumların aile yerine konulması mümkün değildir. Belki isabetli olan, aileyi kadın ve kız çocuğu için doğrudan tehlike/tehdit mekânı görmeden, bazı ailelerde kadın ve kız çocuğuna karşı ortaya çıkan şiddetin nasıl engelleneceğine odaklanan bir çaba olmalıdır. İstanbul Sözleşmesi’nin ne içeriğinde, ne de temel amaçları arasında böyle bir çabayı bulmak mümkündür.

İstanbul Sözleşmesi’ne benzeyen uluslararası metin ve uygulamalara Türkiye’de gösterilen tepkiyi siyâsî iktidarın gündeminin değişmesi ile açıklamaksa iyi niyetten ve gerçekten uzaklaşmaktır. Çünkü Türkiye’de halkın ezici çoğunluğunun LGBT’lilik gibi insan doğasına aykırı çirkinliği yüzlerce yıldır kerih gördüğü bilinmektedir. Halkın bu tür kerahata olan tepkisi, siyâsî gündeme bağlı değildir.

Siyâsî iktidar, konumu gereği bazen halkın tepkisini ciddiye alır, bazen yok sayar, bu ayrı bir meseledir ve doğrudan siyâsî iktidarın ahlâk ilkeleri ile açıklanabilecek bir husustur.

Şunu da teslim etmeli ki, 2005’te, resmî kurumlarda kadın istihdamı yüzde 23 iken, 2019’da yüzde 34’e çıkmıştır. Kadının sosyal, siyâsî ve ekonomik hayatta daha çok görünür olmasından dolayı siyâsî iktidarın İstanbul Sözleşmesi’ni tartışmaya açtığı söylentileri akıl ve de gerçek dışıdır.

Evet, Zeki Müren ve Bülent Ersoy gibi örnekler Türkiye’de medya tarafından uzun süre gündemde tutularak LGBT’lilik özendirilmiştir. Ancak yine de bu kerih örnekler istisnâ sınırları içinde kalmıştır. İstanbul Sözleşmesi’nin kabulünden sonra CHP ve PKK’lı çevrelerin himâyesinde LGBT’lilik, âdeta bir atılım dönemine girmiştir. Bazı belediyeler marifetiyle bu sapkın davranışlar olağan bir işlem gibi karşılanır, tören yapılır hâle gelmiştir. Kadına ve kız çocuklarına karşı şiddetin önlenmesi ile doğrudan ilgisi olmayan ama LGBT’liliği koruyup kollayan maddelere Türkiye, birer şerh koyarak imzasının kapsamının dışına çıkabilir.

LGBT’liliği özendirip koruyanlara karşı birtakım yaptırımlar da uygunayabilir. Belediye, vakıf, dernek ve siyâsî parti gibi kurumların bu tür faaliyetleri ceza kapsamına alınabilir. Aksi hâlde CHP ve PKK’nın kanatları altında ve İstanbul Sözleşmesi’nin getirdiği koruma çerçevesinde LGBT’lilik, toplum içinde etkisini arttırarak aile için büyük bir felâket getirecektir.

Kadın hakları, kölelik ve kız çocuklarının korunması gibi konularda bütün insanlık için İslâm’ın kurtarıcı ilkelere sahip olmasına rağmen Müslümanların tarihinin bu alanda birtakım kerih örneklere sahip olduğu bilinmektedir. Müslümanların, aile içinde olup biten kerih işleri “bir aile meselesi” olarak görmeye devam etmeleri ahlâken de doğru değildir. İnsanın insana kötülüğü, “aile içi mesele” diye örtülemez ve zulüm gören tarafın korunma ihtiyacını ortadan kaldıramaz. Zerrece Müslümanlık hassasiyeti olanın zulme karşı taraf olması, tartışma bile götürmez!

 

Mehmet Şerif Sağıroğlu, Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun, İstanbul 2013, Muharrem Balcı, İstanbul Sözleşmesinden İnsanı ve Aileyi Korumak, İstanbul 2020, Fatmagül Berktay, Tek Tanrılı Dinler Karşısında Kadın, İstanbul 2016.