İstanbul: Nereden nereye?

İşini severek yapan usta bir kasabın, kesilmiş ve tezgâhına gelmiş bir koyunun etlerini, elindeki bıçakla aheste bir şekilde ayırmasını düşünelim… Bir de kurt sürüsünün bir koyunu parçalamasını… İşte son asır içinde, ağırlıklı olarak son elli yıl içinde, İstanbul, kurtların çullandığı bir koyun konumundaydı. Karnını doyurmaya çalışan kurtlardan bir kasap titizliğini bekleyemeyiz.

BATILILARIN geçmiş asırlarda Doğu’ya büyük ilgi duyduğundan bahsetmiştik.

Zaman içinde Doğu fakirleşirken, Avrupa ve Amerika zenginleşti ve çekim merkezi hâline geldi. Buna bağlı olarak, Batılıların Doğu merakı tamamen bitmese de azaldı.

Geçenlerde 1961 yapımı bir BBC belgeseline rastladım.

“Johnny Morris” adlı İngiliz, kameramanla beraber İstanbul’a gelmiş, dolaşmış. Gördüklerini kayda geçirmiş.

Bay Morris, Boğaz’da bir tekne turu yapmış, biraz Tahtakale civarında dolaşmış, Sultanahmet’e uğramış…

İstanbul’da beş yüzün üstünde câmi olduğunu söylüyor.

O târihte şehrin nüfusu, 1 milyon 736 binden biraz fazla.

Bugün 3 bin 318 câmi bulunuyor. Nüfus ise 15 milyon küsur…

Ekrem Bey’e sorarsanız, adaylığından bu yana söylediği sayı, 16 milyon.

Koskoca başkanla bir milyonluk fark için tartışacak değiliz.

Varsın öyle desin.

Zaten bir süre sonra, kaçınılmaz şekilde oraya ulaşacaktır.

Günün birinde, “Dememiş miydim?” diye karşıma çıkmasını istemem.

Herhangi bir söz söylemese de karşıma çıkmasını istemem.

*

Şehrin bir tarafında Karadeniz, bir tarafında Marmara Denizi olmasa, dört bir yana yayılırdı şüphesiz.

Hele bu kadar yoğun nüfus artışı varken, yarım asır içinde neredeyse on katı kalabalığa ulaşırken, dört değil sekiz yana bile genişlerdi.

Aklımızda bulunsun diye, yıllar itibariyle İstanbul nüfusuna bir göz atalım.

·  1970’te 2 milyon 849 bin

·  1980’de 4 milyon 643 bin

·  1990’da 6 milyon 629 bin 431

·  2000’de 8 milyon 803 bin 468

·  2010’da 13 milyon 255 bin 685

Böylesine artışa ne ekmek dayanır, ne su.

İstanbul bugün Anadolu yakasında Kocaeli’ye, Avrupa yakasında Tekirdağ’a dayandı.

Bazı ülkeler, önemli şehirlerindeki yapıyı korumak için geliş gidişleri kontrol altında tutuyor. Her isteyen, keyfince gidip yerleşemiyor. Belki bizim de bunu yapmamız gerekirdi. Geç kaldık.

Bugün böyle bir kısıtlama getirilse, ne olur?

Şehirde yarım milyon Suriyeli yaşarken; Aksaray, Afrikalı mahallesine dönüşmüşken, Anadolu’dan ve Trakya’dan kalkıp İstanbul’a yerleşmeye niyetlenen vatandaşlara izin verilmese, büyük bir haksızlık olur.

*

İstanbul, Bizans döneminde iki defa dünyanın en büyük şehri olmuş. Milât’tan önce 7 ile Milât’tan önce 5’inci asır arasında 500 binlik nüfusla bu unvana sahip.

Milât’tan sonra 10’uncu asır ile 12’nci asır başına kadar 400 bini aşan nüfusla dünyanın en büyük şehri.

Daha sonra nüfus epeyce azalmış ve fetih öncesi 50 bine kadar düşmüş.

On dördüncü asrın sonlarına doğru 100 bin kişiye ulaşmış.

Dördüncü Murat, 1638’de bir sayım yaptırır ve 700 bin civarında nüfus görülür. Böylece İstanbul, tekrar dünyanın en büyük şehri olmuştur.

1885’te bir sayım daha yapılır ve 873 bin 565 kişinin yaşadığı ortaya çıkar. Bu nüfusun yalnızca yüzde 44’ü Müslüman’dır.

On bir yıl sonra gayr-i Müslim oranı yüzde 50’nin altına düşmüştür.

Sonraki yıllarda başka şehirlerden gelenler ve özellikle Balkanlarda kaybedilen topraklarda yaşayanların göç etmesine bağlı olarak İstanbul’daki Müslüman oranı epeyce yükselir.

On dokuzuncu asrın sonunda, İstanbul’da yaşayanların sayısı bir milyonu aşmıştır.

Bugün itibariyle, ülke nüfusunun yüzde 18’i İstanbul’da yaşamaktadır.

Ancak onların ne kadarı İstanbul’u yaşamaktadır, bilinmez.

Zira İstanbul’da yaşamak başka, İstanbul’u yaşamak başka.

*

Bir tarihte, Bahçelievler’de öğretmenlik yapan bir arkadaşım derste denizden bahsedince, çocuklardan çoğunun deniz görmediğini fark eder.

Denize birkaç kilometre mesafede yaşayan aileler, bir kere olsun, çocuklarına denizi göstermemişler.

Büyük ihtimâl, bu durumun farkında da değillerdir, hattâ kendileri de kaç kere görmüştür, Allah bilir.

“Hazırlanın, bu hafta sonu deniz kıyısına gideceğiz” diye ilân eder ve çocuklarla sahilde bir gün geçirirler.

İnanması zor bir durum; daha doğrusu, kabullenmek…

*

Şartlar böyle olunca, şehir binalarla doluyor.

Kat kat üstüne, her taraf bina deryası…

Kimsenin aklına, nefes almak için, aralarda yeşil alan bırakmak gelmiyor.

“Yatay mimari” dedikleri, güzel bir hayâl olup çıkıyor.

Caddeleri, sokakları düzenli çizmek, kat sayısını kontrol altında tutmak, cadde ve sokakların genişliğine dikkat etmek lükse kaçıyor sanki.

Binaların çoğu kaçak, ruhsatsız, imara aykırı olduktan sonra nasıl kontrol edilecek?

İşini severek yapan usta bir kasabın, kesilmiş ve tezgâhına gelmiş bir koyunun etlerini, elindeki bıçakla aheste bir şekilde ayırmasını düşünelim…

Bir de kurt sürüsünün bir koyunu parçalamasını…

İşte son asır içinde, ağırlıklı olarak son elli yıl içinde, İstanbul, kurtların çullandığı bir koyun konumundaydı.

Karnını doyurmaya çalışan kurtlardan bir kasap titizliğini bekleyemeyiz.

*

Amerikan filmlerinde gördüğümüz bahçeli müstakil evler, geniş sokaklar, ağaçlı yollar, çocuk parkları, spor alanları gibisi hayâl olmaktan öteye geçemez.

Bizde banliyö sayılacak bölgeler bile düzensiz yapılaşma örnekleriyle doludur. Merkezdeki yoğunluktan farkı bulunmaz.

İnsan ihtiyaçları, önce nefes almakla başlar. Sonra karın doyurmak ve güvenlik adımlarıyla ilerler.

‘Diğerleri’ sınıfına dâhil olan ne varsa, bunların ardından gelir.

Karnını zor doyuran birine estetikten bahsedemezsiniz.

Güvende olmadığını düşünen insanların sanat eseri üretmesini bekleyemezsiniz.

Ekmek bulamayana pasta tavsiyesi anlamsız ve saçmadır.

Beton yığınları içinde yaşayanların, kuş kondurmasını ümit etmek, hayâlin ötesine geçer. 

Büyük sıkıntılar içindeyken sanata yönelenler olmaz mı?

Olur elbette. Hem de ne güzel olur! Ancak, sayısı azdır.

Arada bir, çıkarsa çıkar.

Onu da tutamazsınız.