İstanbul Kanalı

İstanbul Kanalı’nı sadece Türkiye’nin herhangi bir şehrine yapılacak bir kanal gibi görmek, ayrı bir yanlıştır. Lozan ve Montrö Sözleşmesi ile Türkiye’nin boğazının sıkılmış olması, belki bu kanal ile ortadan kaldırılacak ve Türkiye, deniz yoluyla önemli bir nefes alma imkânına kavuşacaktır.

İSTANBUL, sadece seçimleri üzerinden siyasete olan etkisi ile değil, hemen her işi ile Türkiye’nin eksenini tayin etmeye devam ediyor. İşte onlardan biri de İstanbul Kanalı!

Adından başlamak icap ederse, şöyle soralım öncelikle: Niçin adı “İstanbul Kanalı” değil de “Kanal İstanbul”?

(İsmi, Türkçenin bilinen kurallarına göre “İstanbul Kanalı” olmalı.)  Yakın zamana kadar İstanbul Menkul Kıymetler Borsası (İMKB) vardı. Her nedense bu kurumun adı da sessiz sedâsız  kulakları tırmalayan bir adlandırma ile “Borsa İstanbul” oluverdi.

Getirisiz boğazlar

Küçükçekmece’den başlayarak Sazlıdere, Durusu ve Terkos ile İstanbul Havalimanı yakınlarından Karadeniz’e ulaşacak 45 kilometre uzunluğunda bir kanal, elbette her çeşit mühendislik projesini aşan bir hayâldir.

İstanbul tarihî yarımadası, bu proje ile artık yarım ada değil, tümüyle bir ada durumuna gelecektir. Karadeniz’e geçmek ya da oradan Marmara Denizi’ne ulaşmak isteyen gemiler için daha kısa bir yol olacaktır.

Dünyada insan eliyle yapılan benzeri büyük proje örnekleri vardır. İşte bunlardan ilk akla geleni, Kızıldeniz’i Akdeniz’e bağlayan Süveyş Kanalı’dır. Uzunluğu 168 kilometredir. Mısır’ın bu kanaldan bir yılda elde ettiği gelir ise ortalama 6 buçuk milyar dolardır.

Atlas Okyanusu’nu Büyük Okyanus’a bağlayan Panama Kanalı’nın uzunluğu ise 80 kilometre iken, Panama Devleti’ne yıllık getirisi 2 milyar dolar seviyesindedir.

Buna karşılık İstanbul Boğazı’nın Türkiye’ye hiçbir getirisi yoktur.

Çünkü Lozan ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’ne göre, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarından geçiş “ücretsizdir”.

Anlaşmaların yapıldığı dönemde, boğazlardan geçen gemilerin büyüklükleri ve taşıdıkları malzemelerin çevre için sahip olduğu tehlike, bugünkünün belki yüzde biri seviyesindeydi.

Boğazların idaresi Lozan Anlaşması ile zaten uluslararası bir komisyona bırakılmıştı. Montrö Sözleşmesi ile bu idare Türkiye’ye bırakıldı.

Ancak geçişlerin ücretsiz olması, gemileri Türkiye’nin durdurma ve arama hakkının olmaması gibi maddeler aynen devam etti.

Özetle, Süveyş ve Panama Kanalları, bu kanallara sahip olan ülkeler için bir gelir kaynağı iken, Türkiye’nin sahibi olduğu boğazlarsa birer gelir kaynağı olmadığı gibi, boğazı bir geçiş yolu olarak kullanırken petrol ve benzeri ürünleri taşıyan gemiler de çevre ve insan taşımacılığı için büyük bir tehlike kaynağı!

İstanbul Boğazı’na bir seçenek oluşturacak şekilde İstanbul Kanalı’nın yapılması, gerçekten çevre için bir felâket sayılabilir mi?

Boğazı bedava geçiş yolu olarak kullanan ülkeler için belki felâket sayılabilir. Ancak o ülkelerden daha çok, Türkiye’deki muhalefet çevrelerinin bu kanala itiraz etmeleri şaşırtıcıdır. Sanki o ülkeler hesabına muhalefet yapıyor durumundadırlar.

İstanbul Boğazı üzerine 1973’te yapılan birinci, 1986’da yapılan ikinci ve 2016’da yapılan üçüncü köprüye de Türkiye’nin muhalefet çevreleri, çevreye zararlı olacağı ve ekosistemi bozacağı iddiası ile muhalefet etmişler, yine benzer nedenlerle İstanbul’da yapılan üçüncü havalimanına da şiddetle karşı çıkmışlardı.

Türkiye muhalefetinin çevreyi gerekçe göstererek yaptığı muhalefet yalancı çobanın hikâyesine benzediği için, inandırıcı olmamaktadır. 1973’te ilk köprünün yapımına gösterdikleri itirazdan şimdiye kadarki büyük projelere yükselttikleri itirazları, artık yalancı çobanı bile kıskandıracak seviyededir.

Başta İstanbul Büyükşehir Başkanı Ekrem İmamoğlu olmak üzere muhalefet figürlerinin böyle bir projeyi kavradıkları ve bilerek itiraz ettiklerini düşünmek gerçekçi olmaz. Onlar sadece, “Madem Hükûmet böyle bir projeye isteklidir, o hâlde engel olmak icap eder” mantığı üzere davranıyorlar.

Köprüleri, havalimanını, Marmaray’ı, Avrasya Tüneli’ni de yaptırmıyorlardı; adı geçen projelerin İstanbul ve boğaz çevresi için zararlı olduklarını iddia etmişlerdi. Ancak bu projelerin yapılmış olmasından İstanbullular bir zarar görmedi.

***

Aralarında Prof. Naci Görür, Prof. Haluk Gerçek ve Prof. Doğanay Tolunay gibi isimlerin olduğu kalabalık bir akademik kurul, yayınladıkları raporda, İstanbul Kanalı’nın zararlarını kendi anlayışlarına göre sıralamışlar.

Bu kurulun dile getirdiği gerekçelerin tümünün yanlış olduğunu iddia etmek mümkün değil. Ancak bütün projelerin olumlu ve olumsuz tarafları vardır. Önemli olan, hangi tarafın ağır bastığıdır.

Eğer kanal ile İstanbul Boğazı her an büyük bir tanker kazasından kurtulacak ve Türkiye’ye ekonomik bir kazanç temin edecek ise, neden olmasın?

Kurulun raporunda kanalın zararları anlatılırken araya sıkıştırılan bir cümle, her şeyi açık edecek anlama sahiptir: “Türkiye’nin Lozan ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile üstlendiği yükümlülüklere aykırıdır!” Vurguya bakınız!

Bu vurgudan önce ve sonra söylenen gerekçeler ise, işin kılıfı gibi bir duygu telkin ediyor.

Projenin büyük bir maliyete sahip olduğu kesindir. Kanal havzasından elde dilecek toprağın taşınması ve taşındığı yerde çevre için bir soruna yol açma ihtimâli de vardır.

Bunun dışında İstanbul’a Istranca’dan su getiren kanalların ve Edirne’ye uzanan çevre yolunun zarar göreceği, onlar için ayrı yatırım ve harcamaların kaçınılmaz olacağı gibi iddiaların ise bir kıymet-i harbiyesi yoktur.

Rapordaki söylemler daha çok, kanalın yol açabileceği muhtemel zararları çoğaltmak için sıralanmış maddelere benzemektedir.

Başta İstanbul’un iklim ve coğrafî yapısını belki geri dönülemez şekilde değiştirecek olan bu projenin öngörülen maliyeti 75 milyar TL’dir. Böyle devâsa bir proje, siyâsî bir inat ya da fantezi olarak görülebilir mi?

Süveyş ve Panama Kanallarının yapımına, acaba bu ülkelerin muhalefetleri karşı çıkmış mıdır? Böyle bir karşı çıkış bilinmiyor.

Ayrıca bu kanalın İstanbul’a getirisinin, İstanbul’un günlük hizmetlerinin ve ihtiyaçlarının önemli bir kaynağı olacağı kesindir. Üstelik İstanbul boğaz trafiğinin yol açtığı ciddî tehlikelerin ortadan kaldırılması bile İstanbul için başlı başına bir iyilik, hattâ bir kurtuluş kanalı olmaz mı?

İstanbul Kanalı’nı fantezi ya da siyâsî bir inatlaşma gibi takdim etmek, akıl dışı bir tutumdur.

Bu arada, Türkiye’nin bir hayır kurumu gibi iki boğazdan gelip geçen gemilerden ücret almasını engelleyen kişilerin heykellerinin nasıl olup da Türkiye sokaklarını gölgelemeye devam ettiğine aynı muhalefet çevrelerinin zaman ayırıp bir açıklama getirmeleri umulur.

İstanbul Kanalı’nı sadece Türkiye’nin herhangi bir şehrine yapılacak bir kanal gibi görmek, ayrı bir yanlıştır. Lozan ve Montrö Sözleşmesi ile Türkiye’nin boğazının sıkılmış olması, belki bu kanal ile ortadan kaldırılacak ve Türkiye, deniz yoluyla önemli bir nefes alma imkânına kavuşacaktır.